Üniversitelerin bir dönemi biterken
Şairin dediği gibi bozuk veya yanlış olan insanca özlemlerimiz değil, dünyanın kendisi. Dolayısıyla değiştirmemiz gereken de o.
Fotoğraf: Ardian Lumi/Unsplash
Hazan İLİK
İstanbul
Uzun bir pandemi arasından sonra 2021 yılının son çeyreğinde büyük ölçüde yüz yüze açılan üniversitelerde umutlu bir havanın hâkim olduğunu söylemek mümkündü. Bu havanın oluşmasında yaklaşık iki yıl boyunca eğitimin uzaktan sürdürülmesine rağmen eğitim hakkı talebinin farklı yönlerine sahip çıkmak üzere hashtag, dilekçe ve imza kampanyaları biçiminde ilerleyen mücadele yöntemlerinin de Boğaziçi Üniversitesine atanan kayyum rektörün demokratik ve özerk üniversitenin ne olduğuna ilişkin açtığı tartışma ve bu uğurda gerek Boğaziçi içinden gerek diğer üniversitelerden örgütlenen eylem ve protestoların da etkili olduğu söylenebilir. Tüm bunlar hem üniversite gençliğinin üzerine “zoom bitkinliği”, aile evi gerilimi ve yalnızlık türünden serpilen “ölü toprağı”nı atmasının hem de çeşitli biçimlerde kazanımlar elde etmenin, kimi yerlerde uzun süredir gerçekleşemeyen eylem vb. yollarla bir itirazı örgütlemenin, ses çıkarabilmenin bir özgüven kazandırması bakımından önemliydi. Ayrıca “en güzel yaşların” evlere kapanarak heba olduğu fikrinin hâkim olduğu bir atmosferde üniversitenin yüz yüze açılıyor olmasının parasız, nitelikli eğitim ve sosyal-kültürel aktiviteler gibi üniversite yaşamına dair de önemli -ve yerinde- beklentilerle karşılandığını da söylemek gerekir.
ÜNİVERSİTELİLERİN HAVASI PARÇALI BULUTLU
Fakat üniversiteler açılırken var olan beklentilerin mevcut gerçeklik karşısında yıkıma uğraması bu havanın yerini kısa bir süre sonra parçalı bulutluya bırakmasına sebep oldu. Ne derslerin niteliği online dönemden farklı denebilecek kadar yüksekti, ne bir bütün olarak üniversiteler pandemi koşullarında da eğitime bir seviyede devam edebilecek nitelikte hazırdı, ne de kulüp-topluluk faaliyetleri sosyal-kültürel ihtiyaçları doyurabilecek, maddi ve bürokratik engellere takılmaksızın özgürce üretebilecek bir alana sahipti. İlerleyen zamanlarda döviz kurundaki rekor artışlarla birlikte alım gücünün giderek düşmesi “geçinemiyoruz” sesini yaygınlaştırırken bu süreç büyük ölçüde bu duruma karşı hızla bir aksiyon alarak değil; hayat standartlarından belirli ödünler vererek, giyinme ihtiyacını karşılamak için AVM’nin değil semt pazarlarının yolunu tutarak, ayda bir değil üç ayda bir sinemaya giderek vb. şekillendi. Ekonomik krizin giderek hızlanan bir ivmeyle derinleşmesiyle okurken çalışmayan üniversiteliler şanslı sayılır hale geldi. Bir eğitim döneminin büyük bir kısmı ev/yurt-okul-iş üçgeninde dönüp durdu. Asgari düzeyde geçinebilmek için içine girilen bu üçgen çoğu zaman birçoğumuzu adeta bir kapana kısılmış gibi sıkışmış hissettirdi.
Öğrencilerin önemli ölçüde üniversitelerin karar mekanizmalarının dışında tutulması üniversitelilerin sorun ve taleplerinin görülmemesi ve dikkate alınmaması gibi pratikler doğururken üniversitelerin giderek piyasalaştığı, üniversite yönetimlerinin mevcut sorunları çözmek üzere sorumluluk alması yerine sorunları bireyselleştiren, çözümü tek tek öğrencilerin sırtına yıkan bir rol üstlendiği bir tabloyu daha fazla ortaya çıkardı. Aynı zamanda bu durum üniversitelilerin okul yönetimlerinden beklentisinin giderek azalmasına sebep oldu, öğrencinin biraz lehine olabilecek uygulamalarsa “buna da şükür” denilerek sahiplenildi.
KIRINTILARINI DEĞİL HAYATI İSTİYORUZ!
Birçok şeyin beklendiği gibi gerçekleşmemesi hayal kırıklığı, yılgınlık ve bunalımı körüklerken dünyayla uyuşmayan insanca özlemlerimizden tavizler vererek onları mevcut olana uyumlu kılma çabamız yeterli olmuyor çoğu zaman. Zaten birçok ihtiyaçtan, talep ve özlemden her geçen gün herkes daha fazla ödün vermek zorunda kalıyor, “Daha neyden vazgeçeyim artık?” diye soruyor. Oysa şairin dediği gibi* bozuk veya yanlış olan insanca özlemlerimiz değil, dünyanın kendisi. Dolayısıyla değiştirmemiz gereken de o. İnsanca istek ve özlemlerimizi koruyarak, daha iyisini, daha fazlasını hak ettiğimizi -ve bunun mümkün olduğunu- hatırlayarak ama tüm bunları sağlayacak olanın da kendimiz dışında kimseler olmayacağını bilerek yola koyulmak tek çıkar yol gibi görünüyor. Ne üniversiteleri yönetenlerin ne de Türkiye’yi yönetenlerin kendi adımıza olumlu sayılabilecek, istek ve ihtiyaçlarımızı karşılayacak adımları -kendiliğinden- atmayacağını bilmek ama tüm bu taleplerden de vazgeçmemenin, yan yana gelişlerin, örgütlü birlikteliklerin bu talepleri gerçek kılma gücüne sahip olduğunu unutmamak gerek. Son olarak Kazakistan’da ortaya çıktı bu gücün gerçekliği. Hem de öyle anlaşılmaz, sihirli bir güçle ya da Kazakistan Kazakistan olduğu için falan değil, aksine çok somut bir gerçekliğe dayanarak, yaşamı ağırlaşan binlerce insanın bir arada sokağa dökülmesiyle yaşanıyor.
Önümüzdeki dönemde var olan özellikle ekonomik sorunların daha da artacağını düşünecek olursak, ODTÜ öğrencilerinin ucuz ve nitelikli yemekhane için gerçekleştirdiği imza kampanyası ve eylem, Türkiye’nin farklı illerinde KYK yurtlarında açığa çıkan tepkiler, yine ODTÜ ve İTÜ’de döviz kurundaki artışa karşı gerçekleşen eylemler ikinci dönem için bir yol gösteriyor diyebiliriz. Ekonomik, sosyal, siyasal sorunların tek tek her üniversitede, her bölümde vücut bulan kendine özgü görüngülerini konuşmak, bu sorunlara karşı en aşağıdan başlayarak yan yana gelmek, birliktelikler inşa etmek, tüm bunları yaparken de yalnızca yan yana geldiklerimize, kendi gücümüze güvenerek bir dayanışmayı örgütlemek içine hapsolduğumuz umutsuzluğu aşmanın da bir yolu olacaktır. Son olarak ne dünyayla kavgası ne de insanca bir yaşam sevdası biten Türkiye gençliğine ithafen Sezen Aksu’dan gelsin:
Çiçeklerim dökülür her mevsim
Sonra yeniden açar
Ümidimin boynu bükülür
Sonra deniz bin defa taşar**
*Oruç Auroba, İle
**Sezen Aksu, Ne Kavgam Bitti Ne Sevdam