Adli ve tıbbi şiddet kıskacında hasta mahpuslar
"Hasta tutsakların serbest bırakılması çağrısına cevap vermeyenler, uluslararası normların 'önerdiği' yükümlülüklere de kulak asmıyor."
Fotoğraf: Evrensel
Hazal HÜRMAN
Princeton Üniversitesi Antropoloji Bölümü Doktora Öğrencisi
“Hatırlamıyor annemin nerede olduğunu. Her telefon görüşmesinde yeniden hatırlatıyoruz, her telefon görüşmesinde öğreniyor kızının hapiste olduğunu.”
Jiyan’ın sözleri aklımda. Jiyan, tutuklu Diyarbakır Belediyesi Eski Eş Başkanı Gültan Kışanak’ın kızı. Yaz sıcağından yakına yakına yürürken sığındığımız serin sokağın esintisiyle Jiyan’ın sözlerinin ürpertisi birbirine karışıyor: “Dedem, her hafta kızının hapiste olduğu haberini yeniden alıyor.”
Alzheimer hastası Lütfü Özer, hayatını kaybetmeden sadece iki hafta önce, torunu Jiyan’ın dedesinin hayatı hakkında çekmeyi hayal ettiği belgeselin heyecanlı anlatısıyla giriyor hayatıma. Çok geçmeden de girdiği hızla gidiyor: Beş yıldır tutulduğu Kandıra Cezaevi’nden babasının cenazesine katılmak üzere Elazığ’a götürülen Kışanak’ın koluna sıkıca sarılmış Jiyan’ın görüntüsüyle. Dedenin her hafta yeniden yaşamak zorunda kaldığı “ilk telefon görüşleri” ne açık ne kapalı cezaevi görüşüne benzeyen, toprağa kederli bir bakışla son buluyor.
Tutuklu olan Halkların Demokratik Partisi Eski Eş Genel Başkan Yardımcısı Avukat Aysel Tuğluk’tan esirgenen son bakış aklımda. Ankara İncek’te yaşayan Hatun Tuğluk evinin penceresinden görünen mezarlığa gömülmek istemiş, kızı Aysel Tuğluk’un da cezaevi idaresinin izniyle katılacağı cenaze töreni “Burada şehit cenazesi var, Kürt, Alevi ve Ermeni’yi buraya gömdürtmeyiz” sloganları atan kitlelerin saldırısına uğramıştı. “Gerginlik” sonucu Hatun Tuğluk’un cenazesi defnedildiği mezarlıktan çıkarılıp Dersim’e götürülmüştü.
“-mişti…” Miş’li geçmiş zamanın kerameti yalnızca “olayın” beş yıl önce, 2017’de, yaşanmasında değil; bugün hâlâ cezaevinde olan Aysel Tuğluk’un o günleri ve sonrasını masalsı bir mesafeyle hatırla(yama)masında gizli. “Anneme neler yaptılar, buna dayanamıyorum” diyen Tuğluk, Temmuz 2021’de Kocaeli Tıp Fakültesi’nin de raporladığı üzere, Lütfü Dede gibi, yaşana(maya)nları unuttu: Alzheimer hastası Tuğluk, her gün, Kandıra Cezaevi’nde yeni bir gerçekliğe uyanıyor. “Benim unutamadıklarımı çocuklarımın hatırlamasını istemiyorum” (Crapanzano, 2011: 83) diyen dünyanın dört bir yanından ırkçı ulus-devlet ve kolonyal şiddet mağduru halklar gibi tarihin doğrusal akışında sonsuz bir mola alıyor Tuğluk. Annesinin cansız ve belki kendisinin hapsedilmiş bedeninin anılarını reddederken yine de affetmiyor: “Kaybedilmiş her muharebeden sonra yeniden girişip bir kez daha yenilmeyi göze almayı bir oyun keyfiyle sürdürmeliyiz” diyor Kışanak’ın derlediği Kürt Siyasetinin Mor Rengi’nde: “Gerçek olan yaşamı üstlenmektir.”
Ne Aysel Tuğluk yakınlarının ilgisinden mahrum bırakılan tek hasta tutuklu, ne de Alzheimer çekilmezliği kendinden menkul cezaevlerini “yaşanılmaz” hâle getiren tek hastalık: İnsan Hakları Derneği verilerine göre bugün cezaevlerinde yaklaşık 600’ü ağır olmak üzere 1600’ün üzerinde hasta mahpus bulunuyor. Kadınlar, Kürt hareketi, hak savunucuları, Aysel Tuğluk’un mücadelesiyle çoğalttığı yaşamı üstleniyor ve sesleniyor: Hasta mahpusları serbest bırakın!
İlgiyi, şefkati, teması esirgeyenler ise ısrarla duymuyor, görmüyor. Hasta bedenler, hapsedildikleri hücrelerden de küçük tahta kutularda çıkarılıyor hapishanelerden: Olağanüstü hâl ilan edilen 2016’dan bu yana 100’ün üzerinde hasta mahpusun cansız bedeni “teslim ediliyor” yakınlarına.
“-yor.” Şimdiki zamanın birinci tekil şahsının kerameti hasta mahpusların ölümüyle sonuçlanan şiddetin anatomisinde gizli. Söz konusu “hastalık” olunca ilahi bir teslimiyetle ya da kaderci bir öfkeyle yaklaşmak mümkün olup bitene. Ekonomik, sosyal, kültürel adaletsizliklerin “kronik toplumsal hastalıklar” haline geldiği son yıllarda ölüm, intihar, cinayet haberlerini sanki insan algısının idraki ve eyleyişinin ötesinde gerçekleşegelen birbirinden bağımsız olaylar gibi deneyimlemek de olası. Oysa birileri, günbegün, aktif biçimde döşüyor hapishane hücresinden ölüme giden yolları.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Ceza İnfaz Alanındaki Tavsiye Kararları’na göre, hükümetler, hastalık süreçlerini onurları incinmeden ve ihtiyaç duydukları ilgiyi görerek geçirmeleri için ölümcül hastalığa yakalanmış mahpusları tahliye etme seçeneğini değerlendirmeli. Mahpuslara Muameleye Dair Birleşmiş Milletler Asgari Standart Kuralları’na göre, özel tedaviye ihtiyacı olan mahpuslar uzmanlaşmış kurumlara ya da sivil hastanelere sevk edilmeli ve mahpusların bulaşıcı hastalık taşıdığından şüphelenilmesi halinde klinik tecrit ve enfeksiyon dönemi boyunca uygun tedavi sağlanmalı. Cezaevi koşullarının kaçınılmazı olsa da “dışarıdaki” hayat için uzak bir ihtimal olan bulaşıcı hastalıkların varoluşumuzun koşuluna dönüştüğü koronavirüs günlerinde ise Avrupa İşkencenin ve Gayriinsani ya da Küçültücü Ceza veya Muamelenin Önlenmesi Komitesi ekliyor: Hükümetler, özellikle sağlık durumları hassas olan mahpuslar için tutukluluğa alternatifler geliştirmeli.
“-meli/malı…” Hasta tutsakların serbest bırakılması çağrısına cevap vermeyenler, uluslararası normların “önerdiği” yükümlülüklere de kulak asmıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kovid-19’un hayati tehlike teşkil ettiği mahkumların infaz indirimlerinden faydalanmasını ya da salıverilmesini önerse de Türkiye ceza infaz sistemi tüm mahpusları aynı biçimde etkileyecek koronaya cevap olarak 90 bin mahpusun tahliyesinin önünü açarken siyasi mahpusları bu düzenlemenin kapsamı dışında bıraktı. Mahpusların yaşamları arasında kurulan hiyerarşileri gözler önüne seren bu uygulamaya ek olarak mahpus nüfusu cezaevlerinin kapasitesini aşan biçimde artmaya devam ediyor: 8-10 kişilik hücrelere 20-30 mahpusun yerleştirildiği cezaevlerinde sosyal mesafe imkânsız hale gelirken tüm tutuklu ve mahkumlar salgının ölümcül etkilerine terk ediliyor.
Öte yandan, karar vericilerin kulak asmadığı yalnızca uluslararası sözleşmeler ya da öneriler değil: Adli Tıp Kurumu (ATK), yerel devlet hastanelerinin verdiği, mahpusların infazının ertelenmesinin ya da salıverilmesinin önünü açacak ağır hasta raporlarını defaatle dikkate almıyor ya da reddediyor. 20 baronun ocak ayında yaptığı ortak açıklamaya göre, (i) Türkiye Cumhuriyeti anayasası, cumhurbaşkanına sürekli hastalık sebebi ile mahpusların cezasını hafifletme veya kaldırma yetkisi tanır ve (ii) Cezaların ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun hasta tutsakların cezasının geri bırakılmasının önünü açarken, söz konusu muafiyetlerin tanınmaması cezaların maksadını aşıyor ve yaşam hakkının ihlaliyle sonuçlanıyor. Kocaeli Tıp Fakültesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Başkanlığı’nda görevli dokuz uzman doktorun, Tuğluk’un kronik hastalığı sebebiyle infazının ertelenmesi gerektiği tespitinde bulunmasına rağmen raporun İstanbul ATK tarafından dikkate alınmaması ve infaz erteleme talebinin Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığınca reddedilmesi sonucu bugün Aysel Tuğluk bir kez daha “hatırladı” cezaevinde tutulduğunu.
Adalet ve tıbbi etik anlayışından yoksun bu işleyiş “Adli Tıp” Kurumu’na özgü değil. Özellikle muhalefete yönelik keyfi ve uzun süreli tutukluluk ve hapis cezaları adalet sisteminin olağan haline dönüşürken, anadilde sağlık hizmeti sağlanmaması, sağlık yatırımlarının ve hizmetlerinin eşit dağıtılmaması kent yoksullarının ve ekseriyetle Kürt halkının sağlık hakkına erişiminin önüne geçiyor. Hasta tutsaklara yönelik muamelede iç içe geçerek vücut bulan bu iki şiddet biçiminin tarihsel kaynağını ise süregelen ırkçı-sömürgeci küresel kuşatmada bulmak mümkün. Siyah Amerikalı ve Afrikalıları denek olarak kullanan sömürgeci politikalardan korona aşılarının dünya nüfusuna eşitsiz dağıtılmasına uzanan tıbbi ırkçılık (medical apartheid) ile Brezilya’dan Macaristan’a sosyal politikaların alanını daraltarak ırksal eşitsizliklerin ve kent yoksulluğunun yönetimini ceza politikalarına ve kolluk kuvvetlerine teslim ederek genişleyen neo-liberal cezacı sistem el ele bu kuşatmanın yapıtaşlarını teşkil ediyor. Bu yapıtaşları ise ATK kararlarında görüldüğü üzere, gücünü egemen sınıflardan ve halklardan alan adli ve tıbbi karar vericiler eliyle her gün yeniden üretilerek ayakta kalıyor. Bir başka deyişle, meşruiyetini insan hayatını ve güvenliğini önceleyen “tarafsız” alanlar olarak sunulmalarından alan adalet sistemi ve sağlık hizmeti, mahpusların yaşam haklarına dair muhakemede bulunan yetkililer eliyle ırkçı-sömürgeci kuşatmanın çarkını döndürmeye devam ediyor.
Adli ve tıbbi şiddetin beslediği çarkla eş zamanlı dönüp duran iki olasılık var aklımda. Jiyan’la buluşmamızdan kısa süre sonra bir grup kadın, heyecanla Gültan Kışanak’ın derlediği Kürt Siyasetinin Mor Rengi kitabını İngilizceye çevirmeye başlıyoruz. Benim payıma düşense Aysel Tuğluk’un kitaba sunduğu katkının çevirisi. Editörler, çevirenlerden kitap baskıya girmeden önce yazısını çevirdiği siyasetçinin özgeçmişini güncellemesini istiyor. Bir ihtimal: “Başta sağlık ve adalet sistemi emekçileri olmak üzere kitlelerin çağrısına cevap veren yetkililer hasta tutsakları serbest bıraktı: Aysel Tuğluk evinde, sevdikleriyle” demek. İşbu yazı, ikinci ihtimal kaygılı bir düşünce olarak kalsın, kâğıda düşmesin diye naçizane bir sesleniş.