19 Şubat 2022 23:41

AB-Afrika zirvesi: Aşı yok, sömürge hayalleri var!

AB-Afrika zirvesi başlarken Afrika ülkelerinin kovid-19 aşısının patentinin serbest bırakılmaması isteği karşılıksız. AB hâlâ Afrika’yı bir sömürge gibi görmeye devam ediyor.

Fotoğraf: Anadolu Ajansı

Paylaş

Avrupa Birliği-Afrika zirvesi perşembe günü Brüksel’de başladı. Zirve Afrika ülkelerinin kovid-19 aşısının patentinin serbest bırakılmamasına duyduğu öfke ve AB’nin hâlâ Afrika’yı ham madde ihracına dayalı bir sömürge gibi görmesi nedeniyle pek de uyumlu değil.

Britanya’da, kovid pozitif sonucu olanların izolasyon zorunluluğu dahil tüm önlemlerin ortadan kaldırılması tartışılıyor. Kendi koltuğunu kurtarma çabasında olan Boris Johnson’un, “işe devam” görüşündeki muhafazakar milletvekillerini sakinleştirmek için attığı bu adım; dünya çapında sermayenin hedefleri uğruna toplum sağlığını hiçe sayanların başında geldiğini bir kez daha gösteriyor.

Fransa’nın Mali’deki Barkhane Operasyonu ve Takuba Görev Gücü’nü sonlandırma kararı, Mali’de 9 yıldır yürüttüğü operasyonları ve bölgedeki askeri üslerini yeniden gündeme getirdi. Elysee Sarayı askerlerin çekilmeleri ile ilgili görüşmelerin başladığını duyurdu. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bunu kabul etmek istemezse bile, dokuz yıllık savaşın ardından Fransa’nın bölgedeki operasyonları bir başarısızlığın göstergesi. 


BİR SÖMÜRGE MODELİ

German Foreign Policy

Perşembe günü Brüksel’de başlayan AB-Afrika zirvesi, Avrupa’nın Afrika kıtasındaki etkisinin azalması ve Afrika’da eski sömürgeci güçlere karşı artan kızgınlığın arka planında gerçekleşiyor. Başlangıçta 2020 için planlanan toplantı korona ve Afrika tarafındaki kızgınlık nedeniyle ertelenmek zorunda kaldı. Geçen haftanın sonunda, Afrika’dan hangi devlet ve hükümet başkanlarının yer alacağı henüz belli değildi. Bu Afrika tarafındaki memnuniyetsizliğin göstergesi.

Şu anda Afrika kıtasında, esas olarak Avrupa’daki güçlü ülkelerin kovid-19 aşılarının patentlerini en azından geçici olarak askıya almayı reddetmesi nedeniyle bir kızgınlık var. Ancak ilişkilerin hep tek taraflı olması nedeniyle de öfke söz konusu. Eski bir üst düzey BM yetkilisi ve şu anda Cape Town Üniversitesi Mandela Kamu Yönetimi Okulunda profesör olan Carlos Lopes, “Afrika’nın sadece ham madde ihracatçısı olduğu bir sömürge modelinde yaşıyoruz” diye düşünüyor.

Aslında, Avrupa ve Afrika arasındaki ekonomik ilişkiler yıllardır durgunluk içindeyken, Türkiye ile Afrika arasındaki ilişkiler patlama yaşıyor ve Çin uzun zamandan beri kıtanın en önemli ekonomik ortağı haline geldi. Özellikle AB ile ilişkilerde kovid-19 aşıları konusunda geçtiğimiz günlerde şiddetli tartışmalar ortaya çıktı. AB’de nüfusun yüzde 71’i şu anda tam olarak aşılanmış ve birçoğu da destekleyici aşı almışken, Afrika kıtasında tam aşılı kişilerin oranı yüzde 12’den az. Afrika devletleri uzun zamandır kovid-19 aşıları üzerindeki patentlerin en azından geçici olarak kaldırılması için çağrıda bulunuyor; bu, birkaç Avrupa ülkesinde, özellikle Almanya’da başarısız oluyor. BioNTech (Almanya) ve Pfizer (ABD), Güney Afrika, Ruanda ve Senegal’deki şirketlerle aşı üretiminde pay sağlayan anlaşmalar imzaladı. Ancak bu, aşının bağımsız bir üretimi değil, yalnızca Avrupa’dan teslim edilen serumun doldurulması ve paketlenmesi (“Doldur ve bitir”) şeklinde. Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa geçtiğimiz günlerde zengin batılı devletlerin eylemlerini “aşı apartheiti” olarak kınadı. Zirve sürecinde de AB’nin konumundan ayrıldığına dair bir işaret yok.

Uluslararası Para Fonunun (IMF) salgınla mücadele için ağustos 2021’de yayımladığı 650 milyar ABD doları değerindeki sözde özel para çekme hakları (SDR) konusunda da anlaşmazlıklar var. Uzmanların açıkladığı gibi, SDR’ler bir tür “ülkelerin acil mali yardıma ihtiyaç duyduklarında diğer ülkelerle nakit alışverişinde bulunabilecekleri kuponlardır”. IMF bunları hissesi oranında dağıtır; sonuç olarak, zengin ülkeler fakir ülkelerden çok daha fazlasını alır. 650 milyar dolarlık SDR’nin yüzde 27’si AB ülkelerine, sadece yüzde 5’i Afrika ülkelerine gitti.

AB ülkeleri aşı patentlerini serbest bırakmayı reddetmeye ve sınırlı miktarlarda SDR’yi Afrika ülkelerine aktarmaya devam ederken, Afrika’yı Avrupa’nın enerji geçişine yardımcı olmak için “yeşil” hidrojen üretmek için kullanmak istiyorlar. Bu amaçla, Afrika kıtasında güneş ve rüzgar enerjisi santrallerinin inşası teşvik edilecek; AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Frans Timmermans, “Yeşil hidrojen, yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edilen ucuz elektrikle rekabetçi fiyatlarla üretilebilir” diye açıklıyor. Timmermans planı ilginç bir mantıkla destekliyor: “Biz kardeş kıtalarız ve geleceklerimiz birbirine bağlı”. Kuşkusuz, bu tür süslü laflar, gözlemcilerin Afrika’yı “yeşil” hidrojen tedarikçisi olarak kullanmanın sonuçlarına dikkat çekmesini engellemez. En iyi ihtimalle, bunun “yeşil” çelik veya gübre üretimi gibi hidrojen üretimi etrafında gelişen birkaç endüstriyel sektöre yol açacağı söyleniyor; Öyle olsa bile, Afrika AB için az gelişmiş bir tedarikçi olarak kalacaktır. Gelişme olumsuz bir seyir alırsa, AB için ayrılan “yeşil” hidrojen, oranın halkı için feci sonuçlarla Afrika’nın elektrik kapasitelerini tamamen yutabilir ve elektrik fiyatlarını yükseltebilir.

Çeviren: Semra Çelik


VİRÜSLE YAŞAMAK: KAPİTALİZMİN EN KÖTÜ İÇGÜDÜLERİ

John Clarke
Counterfire

Küresel salgının ikinci yılında, hükümetler ve küresel kapitalizmin kilit kurumları “Virüsle yaşamayı öğrenin” yaklaşımına karar verdikleri görülüyor. Bu önemli riskler ve felaket sonuçları tehdidi içeren hareket tarzını neyin yönlendirdiğini anlamak zor değildir.

Kapitalist devlet, kâr elde etmeyi desteklemek ve kolaylaştırmak için var olduğu için bir çelişkiyi bünyesinde barındırır, ancak bu, aynı zamanda, kamu sağlığını ve sosyal istikrarı da tehlikeye atabilecek ekonomik altüst oluş düzeylerinden kaçınmak istiyorsa, biraz dikkat etmelidir. Mevcut salgın sırasında hükümetler de en açgözlü ve pervasız kapitalistlerin “işe devam” eğilimini dizginlemek zorunda kaldı.

Bu çelişki, egemen kurumlar içinde keskin farklılıklar üretti ve siyasi yargı alanları üç farklı yaklaşımı benimsedi. Sadece ‘Cesetlerin üst üste yığılmasına izin vermek’ ve yazar kasaların şıngırdamasını sağlama çabaları; ardından, salgının etkisini tamamen kontrol altına almadan sınırlamaya ve hafifletmeye çalışan hükümetler; son olarak virüsü kontrol altına almak ve ortadan kaldırmak için gerçek çaba sarf edenler.

Sonuçları ne olursa olsun ekonomiyi sonuna kadar açık tutma çabası, kapitalizmin en kötü içgüdüleriyle uyumlu olsa da sürdürülemez olduğu kanıtlandı ve birçok hükümet, yeniden açma ve isteksiz sınırlama arasında gidip geldi. Bu, çok erken terk edilen, gecikmiş ve yetersiz sağlık koruma önlemlerinin izlediği bilimsel kanıtlar karşısında yapıldı.

Halk sağlığını korumak ve yaygın ekonomik sıkıntıları önlemek için alınan bu tür önlemler yetersiz ve yanlış yönlendirilmiştir. Genişletilmiş gelir desteği ihtiyaçları karşılamadı, ücretli hastalık izni yetersiz kaldı ve bazı tahliyelerin sınırlandırılmasına rağmen çok sayıda kiracı evsizlik tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Devletlerin fiziksel mesafeyi yürürlüğe koymak ve aşılamayı teşvik etmek için aldığı pek çok önlemin adaletsizlik ve eşitsizliklerle damgalanmış olması inkar edilemez.

İktidardakilerin gelişen salgına yanıt olarak şimdi yürürlüğe koyduğu küresel bir konsensüsün ana özelliklerini ortaya çıkarmak zor değil. Ocak ayının başında Financial Times’ın yayın kurulu, ‘Dünyanın bu yıl kovid ile yaşamayı öğrenmesi gerektiğini’ ilan etti. Başyazı temel mesajı veriyor: ‘Salgını kontrol etme çabaları şimdiye kadar küresel bir sağlık acil durumu bağlamında haklı çıktı, ancak süresiz olarak devam edemezler.’

Dünya Sağlık Örgütünün Kovid-19 Özel Temsilcisi David Nabarro, şimdi şu görüşte: ‘Hepimiz bu virüsle yaşamayı, bu virüsün mevcut olduğu koşullarda işimizi yapmayı öğrenmeliyiz.’ Her yerde, hükümetler bu bakış açısına uygun düşüyor ve Boris Johnson Hükümetinin bu konuda geride kalmaması şaşırtıcı değil. Çin tarafından benimsenen ‘sıfır tolerans’ yaklaşımının kabul edilemez bir uyumsuz not olarak görülmesi anlamlıdır. IMF, Çin hükümetini, halk sağlığını koruma çabalarının “Küresel toparlanmaya zarar verme riski” olduğu konusunda kararlı bir şekilde uyardı.

Yeni strateji oldukça umutsuz, ancak giderek daha kırılgan hale gelen küresel toparlanmanın daha fazla kesintiye uğraması, küresel kapitalizmin önde gelen görevlileri için göz korkutucu bir ihtimal ve bu bağlamda mevcut işaretler iç açıcı değil. Umut, zengin ülkelerdeki yüksek aşı oranlarıyla, omicron dalgasının yeniden açılma bağlamında, çeşitli ekonomilerin işleyişini baltalayan ölüm ve ıstırap seviyeleri olmadan rotasını sürdürebilmesidir. Kâr elde etmenin önündeki kabul edilemez engeller olarak fiziksel mesafelendirme önlemlerine direnilmeli. İş başka varyantların korkunç tehdidi o köprüye gelince geçilir.

Bu yaklaşımın çok büyük tehlikelerle dolu olduğu açıktır, ancak ilerleme kararlılığı artık çok sağlamdır. Omicron’un zirveyi aştığı beklentisi yanlış çıkarsa veya daha da kötüsü, gevşek koruma koşulları ve yetersiz aşılama çabaları altında daha ölümcül bir varyant yaratılırsa, bir başka rota değişikliğinin kaçınılmazlığı olasıdır. Ancak şimdilik, yeniden işlenmiş bir “sürü bağışıklığı” stratejisi benimsenmiştir.

Hükümetlerin ve devlet idarelerinin salgına tepkisi, işçi sınıfı hareketlerinin, işçilerin ve toplulukların sağlığı ve esenliği yararına kararlı bir şekilde hareket etmesi için mümkün olan en güçlü durumu ortaya koydu. Mücadele taleplerini ilerletebilecek ve radikal çözümler için mücadele edebilecek hareketlerin eksikliği, iktidardakilere kârları insan yaşamının önüne koyamayacak kadar fazla serbestlik verdi.

Şu anda Kanada’da ortaya çıkan ‘kamyon konvoyu’, bu kriz karşısında pasifliğin hayal edilebilecek en gerici ve yıkıcı güçler tarafından doldurulacak bir boşluk yarattığı acı gerçeğini ortaya koyuyor. Salgının ikinci senesinde, kitlesel işçi sınıfı eylemi ve inşa edip sürdürebilecek örgütsel biçimlere duyulan ihtiyaç, kilit siyasi sorular olmaya devam ediyor.

Çeviren: Haldun Sonkaynar


FRANSA'NIN MALİ'DEKİ BARKHANE OPERASYONU
BAŞARISIZLIĞININ NEDENLERİ

Pierre Barbancey
L’Humanité

2013’ten beri Mali’de askeri operasyonlarını sürdüren Fransa (Serval Operasyonu), ülkeden çekileceğini açıkladı. 2 bin 400 Fransız askeri orada konuşlanmış durumda. Ayrıca, Fransız operasyonunun geniş desteğine güvendiği için MINUSMA misyonunda yer alan 15 bin BM askeri için de gelecek şu anda belirsiz.

Tüm Sahel-Sahra bölgesinin istikrarsızlaşmasına yol açan Fransa’nın 2011’de Libya’da başlattığı savaşın ardından Paris, Bamako’yu tehdit eden radikal İslamcı grupların ilerlemesini durdurmak için resmi olarak müdahale etmişti. Ardından geniş bir bölgesel operasyon olan “Barkhane”yi kurdu ve binlerce askeri el Kaide ve IŞİD grubunun yerel şubelerine karşı savaşmak üzere görevlendirdi.

Kısmi taktiksel zaferlere ve cihatçı liderlerin ortadan kaldırılmasına rağmen, zemin hiçbir zaman Mali devleti ve silahlı kuvvetleri tarafından tekrar ele geçirilmedi.

Emmanuel Macron, Senegal, Gana ve Avrupa Konseyi cumhurbaşkanlarıyla birlikte düzenlediği basın toplantısında şu ifadeleri kullandı: “Stratejilerini veya gizli hedeflerini paylaşmadığımız ve Wagner şirketinin (Rus şirketi) yağmacı hırslarıyla paralı askerlere başvuran fiili yetkililerin yanında askeri olarak angaje kalamayız”. Ama gerçekte, kriz birkaç aydır hazırlanıyordu. İbrahim Boubacar Keita’yı deviren ilk darbe Fransa’yı çoktan yakmıştı. Ancak, şüphesiz, cuntanın güçlü adamı Albay Assimi Goïta tarafından geçen yıl mayıs ayında, geçici cumhurbaşkanı ve başbakanı tutuklayarak hükümet değişikliğini önlemek için alınan karar, ve ardından 2022 şubat  ayında yapılması planlanan seçimlerin ertelenmesi, Paris ve Bamako arasındaki kopuşu mühürleyen nedenler oldu. Fransız devlet başkanı “Kabul edilemez darbe içinde bir darbe” diye yakındı. Bu süreçte Fransa, her zaman reddedilen, Malili yetkililerin Wagner şirketi ile yaptıkları bir anlaşmayı kınadı. Emmanuel Macron, askerlerini Mali’den çekmekle zaten tehdit etmişti. Temel bir anlaşmazlık ortaya çıktı. İktidardaki Mali ordusu, stratejiyi değiştirmeye ve Paris için bir savaş nedeni olan cihatçı grupların liderleriyle doğrudan müzakere etmeye karar vermişti.  

Ancak, Mali gücü izole değil ve Emmanuel Macron, Mali’de son aylarda gelişen Fransız karşıtı duyguyu görmezden gelemez. Kalkınma Araştırma Enstitüsü (IRD) alanında uzman olan Marc-Antoine Pérouse de Montclos, AFP’ye şöyle açıklıyor: “Eski sömürge gücü (Fransa) etkisini fazlasıyla kaybetti. 2013’te Mali’de parlamenter demokrasiyi restore etmekle övündükten sonra, Sahelliler tarafından bölgede hükümetler kurmak ve yıkmakla suçlanmaya devam ederken, tekrarlanan darbeleri engelleyemedi.”

Ayrıca, bugüne kadar “Takuba” Görev Gücü bünyesinde özel kuvvetlerle Fransızların yanında harekat yürüten Kanada ve Avrupa devletleri, “Mali’deki mevcut askeri taahhütlerini etkin bir şekilde sürdürmek için şartların artık karşılanmadığını” ve “Bu nedenle bu operasyonlara tahsis edilmiş askeri kaynaklarının Mali topraklarından koordineli bir şekilde çekilmesini başlatmaya” karar verdi. Ancak Paris ve müttefikleri, cihatçı tehdidi kontrol altına almak için “Sahel bölgesinde meşgul olmaya devam etmek” ve “Gine Körfezi ve Batı Afrika’daki komşu ülkelere desteklerini genişletmek” istiyorlar. Emmanuel Macron, “Bu askeri operasyonun kalbi artık Mali’de değil Nijer’de olacak” dedi. (…)  Açıkçası, Emmanuel Macron bir başarısızlık fikrini “Tamamen reddediyor. ”  Ancak açıklanan geri çekilmenin bir fiyaskoya çok benzediği açık. Çünkü dokuz yıllık savaştan sonra belirtilen hedeflere hiç ulaşılamamıştır. Cihatçı gruplar Sahel’de toplanmaya devam ediyor ve şimdi Gine Körfezi’ne yayılıyor. Nedeni basit: DAEŞ veya el Kaide’nin üreme alanı olan her şey, yani ekonomik gelişme eksikliği, artan yoksulluk, gelecek eksikliği, Malililerin günlük gerçeği olmaya devam ediyor.

Mali büyük zorluk içinde ve Fransa’nın kararı daha da istikrarsızlaştırma riskini yükseltiyor. Özellikle dokuz yıllık savaş hiçbir şeyi çözmediğinden ve güvensizlik devam ettiğinden, Fransız karşıtı duygular kesinlikle artacaktır. Ve Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) ve Batı Afrika Ekonomik ve Parasal Birliği (UEMOA), Mali’yi seçimleri düzenlemediği için cezalandırmak için ve Fransa ve Avrupa Birliği tarafından desteklenen ekonomik yaptırımlar uyguluyor. Fakat bunlar, Fildişi Sahili ve Gine’de üçüncü bir başkanlık dönemi elde etmek için anayasal manipülasyonlar söz konusu olduğunda daha az titiz davranıyorlar. Bu sonuçlara katlanan Malililerdir ve Bamako sokaklarında çok sayıda gösteri yaparak bu cezayı kınadılar. Malililer artık ses sahibi olmak istiyorlar ve Fransa bu talepleri duymazdan gelemez.

Çeviren: Diyar Çomak

ÖNCEKİ HABER

Gemi söküm işçileri hakları için direnmeye devam ediyor

SONRAKİ HABER

Sindelfingen Mercedes işçileri: Haklarımıza saldırıların olduğu dönemde işçi temsilcileri belirlenecek

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa