21 Şubat 2022 22:35

Kübra KIRIMLI
Ankara

Çağdaş edebiyatın genç kalemlerinden Deniz Poyraz’ın ikinci kitabı Dünya Unutana Kalır, geçtiğimiz aylarda raflardaki yerini aldı. İlk eseri Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler’deki öykülerinde yoksulluğa, aşka ve toplumsal korkularımıza dair pek çok meseleyi irdeleyen Poyraz, ikinci kitabı Dünya Unutana Kalır’da bu kez 1990’lı yılların sonuna 2000’lerin başına götürüyor okurunu. Emekçilerin, memurların, işsizlerin, orta halli insanların yaşamlarını çocuklarının gözünden, çocukların hisleriyle ve travmalarıyla anlatıyor. Kitabın isminden hareketle “Unutanın payına ne düşer” diye sorduğumuzda Poyraz, “Aslında hiçbir şeyi unutmuyoruz. Biz unutsak bile, dün yaşananlar bugünümüzü şekillendiriyor” diyor.

İlk kitabında olduğu gibi yine kenar semtlerde geçiyor hikayelerin. Emekçi mahallelerinden onların yaşamlarına dair kesitler sunuyorsun okura. Ben kitabını okurken ’90’lara dair hafıza albümünden bir kesite baktığımı hissettim adeta. O dönemi anlatmak nasıl bir süreçti senin için? Yazarken nelerle yüzleştin?       

Yazmaya dair temel motivasyonum, içinde yaşadığım toplumu, kültürü, doğayı sosyal-politik meseleleriyle birlikte anlamaya çalışmak aslında. Bugünün toplumsallığını kavramak adına da ‘Yeni Türkiye’ denen mefhumun tohumlarının atıldığı döneme bakmam gerektiğini düşündüm. 2000’lerin başında, o dönem henüz çiçeği burnunda iktidar, birtakım demokratik açılımlara girişmişti hatırlarsınız. Onlarca yılın kronikleşmiş Kürt, Ermeni ve Alevi meseleleri, “açılım” formatında gündem edilmişti. Bir tür demokrasi ve değişim vaadi verildi topluma. Oysa ben yazacağım metinler için araştırmalar yaptıkça; 1990’lara ve 2000’li yılların başına tarihlenen ekonomik krizlere, yoksulluğa, yolsuzluklara dair derinlemesine okumalar yaptıkça, adeta günümüz Türkiye’siyle karşılaştım. Yani devletin paradigması, her iktidarı günün sonunda kendine benzetmekle mükellef sanki. Türkiye’de tüm siyasetleri aynı potada eriten siyaset-ötesi bir statüko var. Devrin rüzgarına göre kendini bazen İslamcı bazen Atatürkçü dönem dönem de sağ veya sol liberal gösteren, sermaye sınıfıyla hep kol kola, özünde emek sömürüsüne dayalı hastalıklı bir yapı var. O günden bugüne memlekette ezilenler adına değişen pek bir şey olmamış bana kalırsa. Dahası, zor bela kazanılmış hakların da gasbı var. Haliyle, böyle bir düzenin güdümünde bir sanatsal üretim de mutlaka burjuvazinin ideolojisini yansıtıyor. Oysa yaşamın asıl öznesi bu yaşamı üreten kesimler. Anlatılmaya değer olan hikayeler de onların hikayeleri. Emek cephesinin yüzleşmek zorunda kaldığı eşitsiz toplum düzenini ve sessiz yığınların günlük yaşantılarını edebiyat okurunun gündemine sokabilme fikri, Dünya Unutana Kalır’ı yazdığım esnada beni hayli motive etti.       

"METE DEVLET ŞİDDETİNDEN KAÇARKEN ÖLDÜ"

Kitabını Mahir Mete Kul’a ithaf ettin. Mahir Mete arkadaşın mıydı?    

Mahir Mete ile tanışmadım. Gencecik bir devrimcinin ölümüne kederlenmek için yüz yüze tanışmış olmaya ihtiyaç yok aslında. Dünyanın neresinde olursa olsun, eşitlik ve hürriyet mücadelesi veren herkesi dostum, yoldaşım olarak görmemi salık veren bir anlayışla büyütüldüm. Mete keşke yaşasaydı ve onun adını hiç öğrenmeseydik. Mete’nin göz göre göre ölüme sürüklenişi, aslında yaşadığımız çağın en büyük sorunu olan mültecilik meselesiyle de ilintili. Maruz bırakıldığı tüm o antidemokratik uygulamalar, sermaye iktidarının bu halkın çocuklarına reva gördüğü devlet şiddetinin bir parçası. Açıkça adını koyalım, Mete devlet şiddetinden kaçarken, Meriç Nehri’nde boğularak öldü. Yani, son ayak bastığı yer, benim doğup büyüdüğüm Trakya toprağıydı. Kitabımdaki öyküler de Trakya atmosferinde geçiyor. Onun ölüm haberini okuduğumda tam da bu metinlere çalışıyordum. Mete’nin ismini kuru bir ithafla da olsa anmak istedim bu yüzden. Geriye kalanlar olarak keşke elimizden fazlası gelse. Ama bir gün gelecek, buna içtenlikle inanıyorum.

Kitapta toplam dört uzun öykü var. “Zeliş” ve “Nasip’in Günahı” öykülerinde aslında bizim kuşağın konuşmaktan çekindiği durumları önümüze koydun. Biz Y kuşağı olarak bunları açıkça tartışmadık, tartışamadık; hissettiklerimizi bile adlandıramadık. Cinsel kimliklerin keşfi ve inşası, bu anlamda yaşanan ilk deneyimler. Ama bugün Z kuşağının daha realist olduğunu ve kararlarının arkasında daha net durduğunu görebiliyoruz. Bunlara dair yazamaya devam edecek misin?           

Bence bu mevzular da sınıfsal perspektifle bakınca anlam buluyor. Bugün hâlâ her türlü istismara açık ve kapalı devre yaşanıyor çoğu şey. Hele taşradaysanız, yoksul bir mahalledeyseniz bu konu oldukça netameli bir sürece dönüşüyor. O yaşın getirdiği tecrübesizliklerle hatalar yapıyorsun; yol gösteren olmayınca yol bulmak da zaman alıyor. Etkisi belki de bir ömür sürecek derin, hazin travmalar yaşanıyor. Bunlar üzerine düşünüp yazmak bile oldukça ağır bir süreçken, yaşamak eminim katbekat zor olmalı. Bizden evvelki kuşakta bu durum daha sancılıydı belki. Yine de paylaşamamak, anlatamamak bireyi acımasız bir yalnızlığa itiyor. Haliyle her mesele bir tür kişilik krizine dönüşüyor. Ayrıca, öykü karakterlerim de tıpkı benim gibi Y kuşağı diye adlandırılan o jenerasyona mensup. Bizim kuşağa özgü olan şey -sevgisizlikle beraber- hemen her konuda birer geçiş formu oluşumuz sanırım. Y kuşağının çocukluğu biraz aceleye geldi diye düşünüyorum. Sanki sonraki kuşaklar için bir tür hazırlık aşamasıymışız gibi… Oysa bizim kuşağın da bir büyüme hikayesi var ki bu öyle çabucak geçiştirilecek bir hadise değil. Elim erdikçe bu konuda yazmaya devam edeceğim tabii ki.

"HİÇBİR ŞEYİ UNUTMUYORUZ"

Kitabın adı “Dünya Unutana Kalır”. Peki hatırlayana, unutmayanın payına düşen ne?         

Aslında hiçbir şeyi unutmuyoruz. Biz unutsak bile, dün yaşananlar bugünümüzü şekillendiriyor. Dünyanın unutana, unutabilenin yanına kâr kalması bir tür ima, ufak bir ironi. Dünya Unutana Kalır’ın ismi, “Nasip’in Günahı” adlı öykümde geçen bir diyalogdan geliyor esasında. Çok uzun süre, haftalarca düşünmeme rağmen böyle bir kitaba ne isim konur bilememiştim. Neticede, Editörüm Duygu Çayırcıoğlu ile beraber böyle bir isimde karar kıldık ve içimize sindi doğrusu.

Yazmaya yine öyküyle mi devam edeceksin?         

Yazdığım metnin türünden ziyade benim için esas olan, anlatacağım şeyin meselesi. “Mesele”, üzerinde ilerleyeceğim yolu ve süreci kendisi belirliyor. Hatta bazen ana karakter yan karaktere dönüşüyor. Yan karakter başka bir hale bürünebiliyor. Metinlerin hacmi de kısalıp uzayabiliyor. Kağıt başında netleşiyor birçok şey. Bunlar yazmak eyleminin fiziksel boyutu. Velhasıl, kendimi bir mutlak bir öykücü veya romancı olarak tanımlamıyorum ben pek. İlk başta dediğim gibi, sınıfımdan insanların hikayelerini yazmaya, onların soluğunu güncel edebiyat ortamına taşımaya ve yazın alanındaki temsiliyetlerini çoğaltmaya çalışan biriyim sadece.

Evrensel'i Takip Et