Ne istiyoruz? Her şeyi! Ne zaman istiyoruz? Hemen şimdi!
Gençliğin bu tablodan çıkaracağı ödev emekçi sınıfların genç kuşaklarının “Mücadele eden kazanır” sloganıyla hayat bulan çabasından öğrenerek bu çabayı büyütmektir.
Evrensel
2022’nin başından beri mevcut kasvetli havayı değiştirecek bir potansiyelin ayak sesleriyle uyarılıyor memleket: işçi eylemleri. Çimsataş’tan Melike Tekstil’e, Trendyol ve Yemeksepeti’nden Migros’a, her birimizin günlük yaşamında “vitrin” görüntüsüyle denk geldiği ve arkasındaki “kavgayı” yeni yeni görebildiği markalara kadar uzanan eylemlerin her biri farklı dinamiklerle ilerlese de toplamda memleketin gidişatına dair kaygı duyan kesimler açısından “umutvar” bir tablo ortaya çıkardı. Çünkü bu işçi eylemleri, abartmıyoruz, geleceğinden kaygı duyan ve gerçek değişimleri arzu eden gençlik kesimlerinin duymak, görmek, izlemek ve öğrenmek zorunda olduğu bir pusuladır, bir yolun senaryosudur. Çünkü bu eylemler yalnızca çeşitli ücret artışlarını talep etmekle sınırlı değildir. Bu eylemler, devletin, iktidarın, kapitalistlerin yani el birliğiyle egemen sınıfların bize reva gördüğü geleceğe karşı bir “reddedişin” fotoğrafı, türlü yok sayılmalara karşı emekçi sınıfların “varoluşunun” ilanıdır.
SERMAYE İMAJI VE BİZ
Anderson bir yazısında günümüzdeki sermaye imajını tarif ederken kapitalizmin muazzam çürüme alametlerini de hatırlatıyordu. Öyle ki, o eski fötr şapkalı; nezih restoranlar, kültürel zevkler ya da yüksek ahlak ile vücut bulan burjuva imajı çürümeden payını almış, artık sahne “şöhret meraklısı prenseslere, zibidi devlet başkanlarına, berbat reklamlar için verilen rüşvetlere, protokollerin Disneyleştirilmesine” kalmıştı. O görkemli, sağlam ve seçkin (burjuva) amfitiyatro yıkılmış, çağdaş sermayenin proje adamları ve yöneticileri bizim yeni yönetici sınıfımız olmuştu.
Zenginler kulübünün, patronların ya da daha doğru bir ifadeyle burjuvazinin bu imajının, “varoluşunun” nehrin bir yakasında sahnelendiğini düşünürsek nehrin öte tarafında da emekçi sınıfların varoluşunu bulabiliriz. Mevcut işçi eylemleri tam da bu nehrin iki yakasının, iki farklı imajın, iki farklı varoluş hikayesinin karşı karşıya gelişini resmediyordu. Örneğin Migros depo işçisi genç bir kadının sözlerinde gördük bu karşı-varoluş ilanını. Pirüpak bir adaletsizliği, berrak bir eşitsizliği, 257 işçiyi 4 liralık saat ücreti zammı istediği için işten atan Migros sahibi Tuncay Özilhan’ın gelininin Instagram hikayesindeki 50 bin liralık krem tanıtımını hatırlatıyordu genç kadın; bu muazzam yok sayılmaya, alay edilmeye, kanlı canlı varoluşu görmezden gelinen sınıfın isyanına işaret ediyordu aynı zamanda: “Sevkiyatını yaptığım ürünleri alamıyorum!” Yine Çiftay Maden işçisinin kazanımla sonuçlanan işaret fişeği eylemleriyle ilgili sözlerinde apaçık bir şekilde gördük bu yok sayılmayı: “İşçiyi insan yerine koymuyorlar (…) Vermiyorsan, almasını biliriz!” Yemeksepeti işçisi “Yaşamak, çalışmaktan ibaret olmamalı!” diye isyan ediyordu haline. Farplas işçisi “Burada çalışan herkes bu ülkenin vatandaşı, bir şey istemiyoruz ya! Ekmek istiyoruz, iş istiyoruz” diye ifade ediyordu taleplerinin sadeliğini. Örnekler çoğaltılabilir ancak tablo çok değişmez. Farklı iş kollarından işçilerin mücadelesi, tekrara düşmek pahasına söyleyelim, farklı mücadele biçim ve dinamiklerine rağmen ortak bir paydada buluşuyordu. Varoluş mücadelesi yatay kesiyordu bütün eylemleri; hak ettikleri saygıyı görmeyi, hakların tanınmasını, baskı ve aşağılanmadan kurtulmayı, kısaca insana yakışır bir tavır görmeyi istiyordu işçiler.
Çünkü memleketin sosyal-sınıfsal deseni; bu türden ikonik karşı kaşıya gelişleri, aynı yaşta olan ancak aynı “şansa” sahip olmayan Migros işçisi genç kadınla Özilhan’ın gelininin imajının arasındaki uçurumunu her geçen gün daha da büyütüyor. Bir tarafta bir ekmek parası kadar zam talebiyle kara kışın soğuğunda işaret fişeğiyle ısınanlar, öbür tarafta ise türlü türlü sosyal hak gaspları, sendikasızlaştırma, anayasal hakları ayaklar altına alma, bir telefon mesajıyla işten çıkarma, sendikal seçimi tanımayan patron keyfiyeti, bir şikayetle kolluk kuvveti aracılığıyla yüzlerce işçiyi gözaltına aldırma gibi sınıfsal avantajlara avantaj katan patron-devlet iş birliği. Patronların gadrine karşı işçilerin ekmek ve haysiyet mücadelesinin iç içeliği, en yaşamsal duyguları felç eden devlet-sermaye iş birliğine karşı “Buradayız” çığlığı… Saflaşmanın boyutları bu kadar görünür ve berrak artık. Bu berraklığın ortasında mücadelenin talepleri de sadeliğinden, asgariliğinden payını alıyor haliyle.
SAVAŞIN ŞİDDETİ BÜYÜYOR, TARAFLAR NETLEŞİYOR
Peki, bu tablo gençlik açısından ne ifade ediyor diye sorsak? İşçilerin son zamanlarda yaygınlaşan eylemleri aslında tam da bu noktada çok daha büyük ölçekli bir çatışmaya, gelecekleri ve dünyaları elinden çalınan gençliğin saflarında duracağı savaşın taraflarına işaret ediyordu. Migros depo işçisi genç kadının çığlığı yalnızca bir temsildi. Çürümenin ve yozlaşmanın pençesindeki kapitalistlerin bizi mahkûm etmek istediği geleceğin apaçıklığını simgeleyen bir örnekti. Sermayenin ve küçük nüanslarla kapışan iktidar alternatiflerinin memleketin geleceği için planını görüyorduk bu temsilde: Bizler onlar için kanunsuz, kuralsız, keyfi bir düzenin adaylarından başka bir şey değiliz! Yemeksepeti’nden Migros’a akranlarımıza reva gördükleri ücret düzeyi, hak gaspları, aşağılama, insan yerine koymama tutumu da bunun işaretidir. Elbette işçi hareketinin bu emekleme aşamasındaki öğrenen, öğreten, dağınık ve politik merkezden yoksun hareketinden öğreneceklerimiz bir “varoluş” mücadelesinin sınırları değil. İşçi eylemlerinin kazanımla sonuçlanması daha büyük mücadelelerin hazırlanmasına, memleketin havasını değiştirecek bir “politik müdahalenin” imkanlarına işaret ediyor. Kazanımla sonuçlanan eylemlerin icracısı işçilerin birlik, mücadele ve deneyim gibi oldukça “politik” kavramlarla yaptıkları değerlendirmeler de bunun habercisi.
Tam da bu noktada 60’ların efsanevi sloganını hatırlayabiliriz: “Ne istiyoruz? Her şeyi! Ne zaman istiyoruz? Hemen şimdi!” Ter kokan işçilerin 15 asgari ücretlik kremi kör göze parmak reklam eden alay edişe, modern sermayenin bu rezil imajına karşı cüretkâr mücadelesinin sınırları, talepleri, hedefleri kuşkusuz genişleyecektir. Öğrendikçe büyüyen, büyüdükçe de cüret eden, daha büyük dertleri sahiplenen; çok daha yakın bir alternatif geleceği, eşit-özgür-adil bir dünyayı çağıran bir karşı-koyuş hem olanaklı hem de mümkündür. Ucuz işçilik, aşırı sömürü, yok sayma ve bayağılaşmanın pençesine itilen Türkiye gençliğinin bu tablodan çıkaracağı ödev ise geleceğinden, hatta bugününden kaygı duyulan bir dünyada sahici ve gerçekçi dertleri görmek, emekçi sınıfların genç kuşaklarının “Mücadele eden kazanır” sloganıyla hayat bulan çabasından öğrenmek, bu çabaya omuz vermek ve bu çabayı büyütmektir.