Siyah elflerden melez kraliçeye: temsilin sınırlarını mücadele belirliyor
Yapımcıların “satması” için sivriltip öznelerin önüne koyduğu streotiplerin ardında yüzyıllardır yaşam mücadelesi veren ve tırnaklarıyla kazıyarak buraya gelenlerin emeği vardır.
Fotoğraf: Pixabay
Bilge Su YILDIRIM
İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı
Kurmaca bir eserin farklı bir sanat türünde yaratılacak versiyonunda yapılacak herhangi bir değişiklik eserde tahribat mı yaratır? Bu değişikliğin ölçüsü nedir, ne olmalıdır, hangi sınırlar içerisinde kalıp hangi kırmızı çizgilere basmadığı sürece doğru parçasının “kabul edilebilir” tarafında kalır? Bu sorular Amazon Prime’da yayınlanacak “Yüzüklerin Efendisi: Güç Yüzükleri” (The Lord of the Rings: The Rings of Power) dizisinin fragmanının yayınlanması ile yeniden gündeme geldi. Fragmanda görünen siyah elfler kimi için Tolkien’in Katolik değerler üzerinde yükselen Orta Dünya’sına zarar verecek kabul edilemez bir uyarlamayken kimisi için azınlıkların sinema ve televizyon dünyasında temsil edilmesi bağlamında atılan emsal bir adımdı. Maya ve Azteklerin barbar ve sefil yaratıklardan öteye geçmediği, “Beyaz Adam” düsturundan esas oğlanın daima esas kıza aşık olduğu romantizm tekeli ve azınlık grupların tipik özellikleri doğrultusunda birer alay unsuru olarak değerlendirildiği “sitcom” kültürüne kadar sinema ve televizyon dünyasının kemikleşmiş tekdüzeliği karşısına koyulan her bir temsilin kıymeti sugötürmezdir, ancak günün sonunda görmek istediğimiz karşılık da bugün Netflix ve Amazon Prime gibi platformların ortaya koyduğu klişe streotipler midir?
KAPİTALİZMİN YENİ “RENKLİ” PAZARI
80’li yıllardan sonra birbirine paralel olarak yükselen postmodernizm ve neoliberalizmle birlikte bir üst kimlik olarak sınıf, siyaset perdesinde git gide geriledi, deyim yerindeyse de sahnede öne çıkan din, dil, milliyet gibi alt kimlikler oldu. Sermayenin ve genellikle onların sesi olan hükümetlerin el ele yükselttikleri sağ popülist-milliyetçi dalganın doğrudan varlıklarını hedef aldığı kadınlar, LGBTİ’ler ve etnik azınlıklar ise örülmeye çalışılan bu tahakküm duvarı karşısında seslerini en yüksek perdeden çıkarmaya başladılar. Kapitalizm ise, doğası gereği, tam da bu yükselen hareketlerin sırtından kendine yeni bir pazar yarattı. Her sene 8 Mart’ta karşılaştığımız “Kadınlar güçlüdür!” metinli kozmetik reklamları da öne çıkan giyim markalarının tam da Onur Ayı’nda gökkuşağı motifli giysiler piyasaya sürmesi de bu pastadan paya düşeni almak için izlenen reklam stratejileri. Bu stratejinin sinema ve televizyon dünyasındaki karşılığı da bir karakterin -ki genelde bu bir yan karakter oluyor- yalnızca cinsel kimliği, ten rengi veya etnik kökeni üzerinden anlatıldığı; yapıtın diğer karakterleri kadar derinleşmeyen, bir tip olmaktan öteye gidemeyen bu karakterlerin de sadece bir “çeşitlilik tablosu” yaratmak adına adeta gelişigüzel bir biçimde esere serpiştirildiği bir temsil anlayışı oluyor. Oysaki bir insan ne yalnızca konuştuğu dilden, ait olduğu etnik kökenden, ilgi duyduğu cinsiyet veya cinsiyetlerden ibarettir ne de anlatacağı öyküsü bu kimliklerin herhangi birinin sınırlarının bittiği yerde biter.
Bugün bar tuvaletinde karşılaşılan hayat kadınından veya esas kızın “feminen ve komik” en yakın arkadaşından öte gay ve trans karakterler, uyuşturucu tacirliği dışında bir işle meşgul olan siyah karakterler izleyebiliyorsak bu kuşkusuz aynı öznelerin hakları ve kamusal alandaki görünürlükleri için verdikleri mücadelenin eseridir. Yüzüklerin Efendisi gibi hem edebiyat hem de sinema dünyasını kasıp kavuran, üstelik de Tolkien’in temelini Katolik bağnazlığın sınırları içerisinde attığı bir yapıtın (Öyle ki bütün hikâyenin başladığı ilk kitap The Hobbit’te bir tane dahi kadın karakter yoktur) yeni bir uyarlamasında siyah oyuncuların yer alabilmesi de kuşkusuz bu örgütlü ve kararlı mücadelenin meyvesi. Ancak yine de, özellikle Netflix gibi platformlarda gördüğümüz karakterler, yapımcı tarafından öne çıkarılan kimliklerinden ötede söyleyecek sözü olmayan, sadece “bir tane de gay/siyah/Asyalı karakter yerleştirilmesi gerektiği için” hikayeye dahil edilen, çoğu zaman da ana gövdeleri yine hakim güç tarafından bu gruplara yapıştırılan klişe tabirler üzerinde şekillenen tiplemeler.
BAŞKA BİR TEMSİL MÜMKÜN
Buna karşılık, cesur ve “ayağı yere sağlam basan” örnekler de yok değil. Bunlardan biri de Amerikalı Yazar Julia Quinn’in aynı isimli aşk roman serisinden uyarlanan Bridgerton adlı Netflix dizisindeki Kraliçe Charlotte örneği. Britanya Krallığı’nın resmi tarih anlatısına göre Alman olarak anılan Kraliçe Charlotte, Tarihçi Valdes’in* iddiasına göre aynı zamanda Afrika kökenlerine sahip ve Portekiz kraliyet ailesinin siyah bir kolundan gelmekte. İddiasını da Kraliçe’nin portrecisi Sir Allan Ramsay’in eserleriyle desteklemekte. Her ne kadar kraliyet ailesinin portelerinde “arzulanmayan” “tercih edilmeyen” özelliklerin “yumuşatılması” dönemin ressamlarının sıkça başvurduğu bir yöntem olsa da Ramsay’in Charlotte porteleri diğerlerinden ayrışarak melez kökene işaret ediyor.** Dickens’ın da “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü (…)” diye başladığı meşhur eseri İki Şehrin Hikayesi’nin ilk sayfasında geçen “İngiltere tahtındaki koca çeneli kral ile bet yüzlü kraliçe” de yine III. George ve “çirkinliğiyle nam salmış” Charlotte’dan başkası değil.
Kraliçe’nin bu yönlerine yapılan vurgunun Ramsay’in resim anlayışının bir yansıması mı yoksa politik birtakım amaçlar mı gütmekte, ayrı bir tartışma konusu. Gel gelelim, hakkında pek çok teori olan bu Britanya Kraliçesi, Kral George’un deliliği gibi daha önceki temsillerinde beyaz oyuncular tarafından (Helen Mirren) canlandırılsa da Netflix’in Bridgerton’ın da siyah oyuncu Golda Rosheuvel tarafından hayat buluyor. Britanya Krallığı’nın yüzyıllardır Afrika halklarına ve Amerikan yerlilerine yaşattığı zulüm ve trajediler bakidir, ancak hala ırk konusunda tutuculuğuyla bilinen ve zamanında bir kraliçenin melezliğini gizlemek için onun “Avrupai” portrelerini yaptırdığı iddia edilen Britanya Kraliyet Ailesi’nin önüne tam da bu kraliçe üzerinden böyle bir temsil koymak oldukça cüretkâr ve güçlü olsa gerek.
Bu bağlamda yeniden nasıl bir temsil istendiğini irdelemek lazım. Bir insan ne tek bir kimlikten ibarettir ne de anlatısı bu kimliğin sınırlarının bittiği yerde biter. Bugün yapımcıların “satması” için sivriltip bir lütufmuşçasına bizzat öznelerin önüne koyduğu streotiplerin ardında yüzyıllardır yaşam ve kamusal görünürlük mücadelesi veren ve tırnaklarıyla kazıyarak bu noktaya gelenlerin emeği vardır. Anlatılacak olan da onların klişe bir iz düşümü değil, bizzat onların hikayeleridir.
*Mario de Valdes y Cocom
**https://www.theguardian.com/world/2009/mar/12/race-monarchy