02 Mart 2022 06:19

Gerçeğin çokluğu, hakikatin tekliği

Bir başka deyişle hakikat, özne ile nesne arasındaki uygunluk ilişkisidir. O nedenle adaletin tecellisi, ancak hakikate ulaşmakla mümkün olacaktır.

Fotoğraf: Pexel

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

Tıbbiyede sınıfı doğrudan geçse de ekonomik koşullar yaz tatilinde bir an önce bir iş bulup çalışması konusunda bastırıyordu. Gazete ilanları pek işe yaramamış, eş dost tavsiyesi, duyumlarla arazinin ortasındaki inşaat şirketinin bürosunun önüne gelmişti. Kendisi bile ne talep edeceğini bilmiyordu, tıbbiye öğrencisi için nasıl bir iş isteyecekti? İnşaattan anlamadığı yüzünden, ellerinden belliydi. Bir an geri dönmek istedi ama buraya kadar gelmişken bir kez olsun sormadan nasıl gidecekti? Söze nasıl başlanır? Kendi kendine: “Mantıklı ol, sen olsan inşaattan zerre kadar anlamayan birini niye işe alasın? Burası yardım kurumu mu? Gülünç duruma düşmeye, rezil olmaya değer mi?”

İçinde defalarca aynı tereddüdü yaşıyor, bir yanı hemen git buradan derken, bir yanı şansını son bir kez dene diyordu. Kapıdan içeri girmek final sınavı gibi zordu, birazdan kovulacaktı, kendi gözünde küçük düşecek, benliği iyice ezilecekti. Aman be, aman ki aman! Bir ölüme çare yok, rezillik çekilir de. Ne olacaksa olsun artık! “Merhabalar, girebilir miyim?” Masada oturan orta yaşlı kravatlı, gözlüklü babacan görünümlü bir adam: “Buyur kardeşim, ne istemiştin?” Yüreğime su serpen ve umutsuzluğu üzerimden atan bir nezaket. “Ben üniversite öğrencisiyim, şu an yaz tatiline girdim, iş arıyorum.” “Hangi fakültede okuyorsun?” Biraz utanarak “Tıp”. “Aaa sen doktor olacaksın yani? Ben de inşaat mühendisliği okudum, ama bak burada sadece inşaat işleri var, çalışma şartları ağır, sana verecek nasıl bir iş olabilir ki? Tüh yav! Buraya kadar iş aramaya geldiğine göre sıkıntıdasın, ne yapsak ki?”

Birinin sıkıntıma ortak olması, duygudaşlığı ne kadar iyi geliyor, varsın iş olmasın isterse… “Adil usta bu genç arkadaş iş arıyormuş, bu işleri daha önce hiç yapmamış, senin ekibe versek bu arkadaşı, var mı yapabileceği bir iş?” Kara yağız, uzun boylu, yapılı Adil usta gülümsemekle düşünmek arası bir ruh haliyle kirli sakalını sıvazlarken, “Bunu çatıya verelim, usta, atermitleri (oluklu çatı kaplaması) yerleştirdikten sonra, bu genç de takılan vidaları sıksın, vida uçlarına plastik başlık geçirip tahta çekiçle oturtsun, yapabileceği hafif iş ancak bu.” Sevinçten uçmak bu olmalı. “Saat 11 olmuş ama istiyorsan şimdi git başla, hem işi öğrenirsin, bugüne de tam yevmiye yazarız.”

Günler, haftalar çatılarda yükseklerde çalışarak geçiyor, güneşe daha yakın olmak kadar, rüzgara da çok açık olmak var. Belki de 8-10 kez düşme, kayma tehlikesi, kazaya ramak kala, son anda dengeyi korumak vs… Maaş alırken, SSK işçi kartı da veriliyor… Denize gidenlere taş çıkartacak bir bronzlaşma, kronik yorgunluk, 58 kiloya düşme halleri ve nasırlı eller… Her şeye rağmen elde avuçta para var, öğrenciyken bile aileyi geçindirmenin gururu…Yağmur nedeniyle iki gündür işe gidilmeyince, kenti yeniden keşfeder gibi gezmek de keyifli. Otobüs durağında güzelce bir kız: “Sizi birine benzettim ama, Boşnak mısınız?” “Nerden anladınız?” “Kendi milletimizi bilirim, dedem tee 1950’lerde gelmiş buraya.” “Benim dedem daha önceden gelmiş” Neler oluyor bana, nasıl da uydurdum. Derken başlayan tanışma ve sohbet, birkaç görüşme. “Tıp dersleri zordur, biz iktisatta sınavdan sınava çalışırız.” İlk kez elini tutunca, artan bir huzursuzluk, gerginlik… Bir şey soracağım: “Bana tıp fakültesi öğrenci kimliğini göstermeni istiyorum?” “Nasıl yani, göstereyim ama nerden çıktı şimdi bu!” “Göster!” Kimliği cüzdanda bulamıyorum, çünkü işe gittiğimden beri oralarda kaybolmasın diye, öğrenci kimliğimi cüzdanımdan çıkarıp evde sakladığım aklıma geliyor. “Aaa bugün üzerimde değil... evde… sonra…” Cüzdanı karıştırırken gördüğü SSK kimliğimi çekip alıyor, şaşkınlıkla bakıyor. Bir şey demeye fırsat kalmadan: “Yalancının tekisin, tıp okuyorum diyorsun ama, ne olduğun ellerinden belli” masayı terk edip koşarak gidiyor. SSK işçi kartım ve nasırlı ellerime bakakalıyorum.

Duyduğu arabesk parçaya eşlik etmesi ve ezbere söylemesi hayret uyandırmıştı. “Yahu doktor senden hiç ummazdım, benim bildiğim doktorlar kültürel etkinliklere sıkça gider, sanatı sever, klasik müzik falan dinler, kitap okur, entelektüeldir. Nereden çıktı bu Ferdi Tayfur, Coşkun Sabah gibilere hayranlık?” “Hayran değilim!” “Peki o arabesk parçaların sözlerini nasıl ezbere biliyorsun?” Gülümsedi, anlatsa mıydı? Öğrencilik yıllarında, hayatını kazanabilmek için lunaparkta çalışırken, gün boyu bu arabesk parçalara maruz kaldığını ve istem dışı olarak hafızasına yerleştiğini: “Kedersiz bir dünyam vardıııı, şimdi kedere boğdunnn..”

“Sahi nasıl ezberledin?” “Maruz kalarak...”

Sokak röportajlarında rastladığımız ve malum kanallardan duyduğu kalıp cümleleri, bildik ezberleri düşünmeden sıralayan vatandaş gibi. Konuştuklarının anlamını bilmeden, üzerinde hiç düşünmeden, aklına ithal edilmiş düşünce parçacıkları ile konuşmak…

Popüler kanallarda ünlülerle ilgili eğlenceli bir bilgi yarışması. Soru: “Bülent Ersoy’un nefret ettiği sebze?” “Domates!” Anında cevaplamak, herkeste bir hayret uyandırdı “Ooo neler de bilirmiş? Nereden biliyorsun yahu? Senden diyet listesi mi aldı?” Gülümsedi, anlatsa mıydı? Öğrencilik yıllarında hayatını kazanabilmek için iskender kebapçıda kasiyer/mesul müdür olarak çalışırken, bir bayram tatilinde restorana ekibiyle gelen Ersoy’un, tabağındaki domatesleri görüp tiksinme, çığlık arası memnuniyetsizlikle “Alın şu domatesleri, yemediğimi bilmiyor musunuz?”

“Sahi nereden biliyorsun?” “Kendisi söyledi”

Hem kebapta çalışmak hem de son sınıf nöbetleri tutmak zor, ikisini götürmek bir süre sonra imkansız hale gelecek. Yakın bir zamanda işi bırakmam gerekecek ama ne kadar geç olursa o kadar iyi. Fakültedeki sorumlu hocaya durumu anlattığımda: “Aferin sana! Hangi grupta olmak senin durumuna uygunsa o gruba eklerim.” En uygun grubu belirleyip, kendi grubumdan o gruba geçiyorum, durumumu pek az kimse biliyor. Yeni grubun çoğunluğu sınıf tekrar eden eski tüfeklerden oluşuyor. Gruptan biriyle ilk sürtüşmemizde: “Niye geldin bizim gruba? Sen, kendi grubunda istenmeyen biri olduğun için, oradan kovulup bu gruba geldin!”

Bir şey gerçek olabilir, ama hakikat olmayabilir. Çünkü gerçekliğin bir yönü, boyutu veya temsili olarak “gerçek” kavramı, duyu organlarıyla alınabilen bir varlık özelliğidir. Hakikat ise öze ait, değişmez bir gerçekliktir. Gerçeğin çokluğuna rağmen, hakikat tektir. Bir başka deyişle hakikat, özne ile nesne arasındaki uygunluk ilişkisidir. O nedenle adaletin tecellisi, ancak hakikate ulaşmakla mümkün olacaktır.

Gerçeğin duyu organlarıyla algılanabilir olması, algıyı yöneterek istenilen/ kurgulanmış gerçeği, hakikatmiş gibi kabul ettirebilmenin de yolunu açabilmektedir. Bu nedenle Nietzsche, her türlü yalanı reddedip hakikati keşfetmenin, insanın kendine karşı en büyük ödevi olduğunu söylemektedir. Ann Landers’e göre de “Çıplak hakikat, her zaman en iyi giyinen yalandan daha iyidir.”

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI