Dünyanın bütün baristaları, birleşin, mücadeleniz ‘trenta’ olsun!
"Emeğin bireyselleşmesi çalışanların birlikte hareket edip sermayeyle pazarlık etmek yerine teker teker birbirleriyle rekabet etmek zorunda kaldıkları bir ortam yarattı ve bu şirketlerin işine geldi"
Fotoğraf: Pixabay
Prof. Dr. Aslıhan AYKAÇ
Dünyanın en önemli kahve şirketlerinden Starbucks’taki sendikalaşma mücadelesi 2021 yılının Aralık ayından beri Amerika Birleşik Devletleri’nin 26 eyaletinde yüzden fazla Starbucks şubesinde büyüyerek devam ediyor. İlk olarak New York’un Buffalo şehrindeki sendikal örgütlenme oylamasında üç kafeden biri hayır demesine ve şirket şehirdeki yirmi kafenin tek bir oylamada birleşmesinde diretmesine rağmen mücadele başka eyaletlere de yayıldı. Son olarak 25 Şubat’ta Mesa, Arizona’da yapılan oylamada sendika dikkat çekici bir oy çokluğuyla işçilerin desteğini kazandı.
Şirket işçilerin sendikal örgütlenmesini engellemek için çeşitli -bir kısmı yasal olmayan- müdahalelerde bulunuyor. Sendika başvurularına yönelik yasal itirazlar, oy sayımının geciktirilmesi talepleri, kafelerde yöneticilerin değiştirilip işçilerin denetlenmesi ve işçilere baskı kurulmasının yanı sıra işten çıkarmalar da söz konusu. Çalışanlar üzerinde kurulan baskının bir örneği Phoenix, Arizona’da çalışan 19 yaşındaki barista Laila Dalton’un kafe yönetimi tarafından düzmece suçlamalarla işi bırakmaya zorlanmasıydı. Çalışma arkadaşları Laila Dalton’un sendikalaşmaya destek vermesinden ötürü hedef seçildiğini açıkladılar. Şirket, sadece sendikal mücadeleye karşı kurduğu bir internet sitesi aracılığıyla neden sendikaya ihtiyaç duymadıklarını, sorunların birebir, karşılıklı ortaklıkla çözülebileceğini savunuyor. Minimalist tasarımdaki sitede kullanılan dil de dikkat çekici; şirket işçileri için çalışan yerine ortak (partner) ifadesini kullanıyor. Oysa bu ortaklık ne bir şirket hissesi ne de kâr paylaşımını kapsıyor. Starbucks, sendikal örgütlenmeden geri dönüşü olmadığını, sendikal pazarlıkların uzun süren ve bürokratik yapılar olduğunu, bireysel sorunların sendikadan bağımsız çözülemeyeceğini ve bireysel taleplerin karşılanamayacağını savunuyor. Oysa emeğin bireyselleşmesi çalışanların birlikte hareket edip sermayeyle pazarlık etmek yerine teker teker birbirleriyle rekabet etmek zorunda kaldıkları bir ortam yarattı ve bu durum, şirketlerin işine geldi, böylece toplu sözleşme ve benzeri pazarlık süreçlerinden kurtulmuş oldular.
ELİNİZDEKİ BARDAKTA KAHVEDEN DAHA FAZLASI VAR
Küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı sosyal ve ekonomik dinamikleri en somut biçimiyle örneklendiren ürünlerden biri kahve oldu. Daha önce Coca-Cola, McDonald’s gibi örneklerde görülen yayılım bugün Starbucks ve rakibi diğer kahve zincirleriyle bütün dünyayı etkisi altına alıyor. Toplumun McDonaldlaştırılması kitabıyla McDonalds’ın üretim sürecini ve tüketim biçimini mercek altına alan George Ritzer, bu süreci Starbuckslaşma (Starbuckization) olarak tanımlıyor. Kültürel anlamda bir tektipleşme, standart üretim ve standart tüketim biçimlerinin bütün dünyada hâkim olması açısından değerlendirilse de politik ekonomi açısından bu süreç çok boyutlu bir analizi gerektiriyor.
Bugün dünyanın her yerinde, geleneksel olarak çay veya yerel içeceklerin tüketildiği ülkelerde bile kahve tüketiminin ve özellikle Starbucks gibi belli bir yaşam biçimini temsil eden markaların tercih edilmesi küresel meta akışlarının hem sosyo-ekonomik dinamikler hem de kültürel dönüşüm açısından ne kadar etkili olabileceğini gösteriyor. Bir dakika durup düşündüğünüzde karton bardaktan size gülümseyen yeşil denizkızı ve kahve kokusu, tarımsal üretim, sermayenin yoğunlaşması ve emek sömürüsü açısından çok daha fazla anlam taşıyor. Küreselleşme süreciyle birlikte son elli yılda kahve piyasasında dikkat çekici bir genişleme yaşanması kahve üretimine yön veren küresel değer zincirinin her bir aşamasında sınıfsal ve küresel eşitsizliği artıran dinamiklerin ortaya çıkmasına yol açtı. Kahve üretimi Kenya, Etiyopya, Kolombiya, Endonezya, Brezilya gibi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşiyor. Kahve üretimi küçük üretici ya da kooperatif tarzı yerel örgütlenme ya da dayanışmacı modellere dayalı değil, daha çok sözleşmeli tarım biçiminde çok uluslu şirketlerin örgütlediği plantasyonlar içinde yürütülüyor. Kahve fiyatları son yıllarda daha önce görülmemiş biçimde artsa da bu artışın getirisinin yalnızca küçük bir kısmı kahve üreticilerine yansıyor, büyük bir kısmı ise sektörde hakim çok uluslu şirketler tarafından kontrol ediliyor. Şirket yapısına bakıldığında öne çıkan birkaç şirket olması ve bu şirketlerin süreç içerisinde farklı markaları satın alması sermayenin yoğunlaşmasını, kahve piyasasını kontrol eden başlıca şirketlerin Avrupa merkezli olması da sermayenin merkezileşmesini gösteriyor. Dolayısıyla bir tarımsal ürün olan kahvenin küresel ticarette bir metaya dönüşmesi üretici olan az gelişmiş ülkelerle üretim, ticaret ve tüketim süreçlerini yöneten çok uluslu şirketlerin bulunduğu gelişmiş ülkeler arasındaki uçurumun giderek genişlemesine neden oluyor. Kahve, kakao ve benzeri ürünlerde açıkça görülen bu bölüşüm sorununa karşılık geliştirilen adil ticaret mekanizmaları ise küresel eşitsizliği tersine çevirmekte sınırlı bir etkiye sahip. Starbucks ve benzeri şirketler pazarlama sürecinde adil ticaret kahvesi (fair trade coffee) gibi ürünleri de ürün gamına alıyor, ama bu bir kurumsal sosyal sorumluluk etkinliği ve reklam malzemesi olmaktan öteye gidemiyor.
Kahve piyasasında ürünün tüketiciye ulaştığı son aşama ise daha çok kent merkezlerinde yoğunlaşan kahve dükkanları. Bu kahve dükkanlarında farklı kahve türlerinin hazırlanmasından sorumlu baristalar, zorlu çalışma koşullarına karşılık düşük ücretler ve sınırlı sosyal haklardan ötürü mücadele veriyor. Genellikle gençler ve öğrenciler tarafından tercih edilen baristalık, belli bir eğitim sürecine rağmen deneyime dayalı, işi işte öğrenme sürecini (on-the-job training) önceleyen bir iş. Starbucks ve benzeri yapıdaki kahve dükkanlarında çalışanlar kahve hazırlamanın ve müşteri ilişkilerinin ötesinde bulaşıkçılık, temizlik işleri, kasiyerlik gibi işlerden de sorumlu, dolayısıyla kafede etkin bir iş bölümü olduğunu söylemek oldukça zor. Sürekli müşterilerle etkileşim içinde olmanın yarattığı duygusal emek de çalışanları zorlayan bir başka unsur. Özellikle pandeminin etkisi, artan yaşam maliyetleri ve enflasyon çalışanların koşullarını olumsuz etkiliyor. Uzun çalışma saatlerinin yarattığı yabancılaşma işçilerin zihinsel sağlığını da olumsuz etkiliyor. Örgütlenen işçilerin en önemli taleplerinden biri de ücretlerin artırılmasının yanı sıra genel olarak sosyal hakların ve sağlık haklarının iyileştirilmesi.
TÜRKİYE İÇİN NE ANLAMA GELİYOR?
Yalnızca ABD’de 9000 kadar kafe işleten Starbucks’ın Türkiye’de 563 satış noktası bulunuyor, bunların yaklaşık üçte biri otomatik satış noktası olarak geçiyor. Dünyada 31 binden fazla mağazası bulunan şirketin Avrupa’da İngiltere’den sonra ikinci büyük pazarı Türkiye. Ancak Türkiye’deki Starbucks işletmeleri, Victoria’s Secret, The Body Shop ve Bath and Body Works gibi markaların da Türkiye’deki işletmelerinden sorumlu Alshaya Group tarafından yönetiliyor. Aslında Kuveyt’in en eski şirketlerinden biri olan Alshaya Group, 1980 sonrasında dünyaya açılıyor ve farklı coğrafyalarda Amerikan markalarının mağazacılığını yapıyor. Kuveyt merkezli Alshaya Group 2002 yılından beri Türkiye’de, 2005’ten beri Rusya’da, 2006’dan itibaren Mısır’da ve 2007’den itibaren de Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde faaliyet gösteriyor.
Türkiye’nin küresel kahve döngüsündeki yerine bakacak olursak, hammaddesi azgelişmiş ülkeler tarafından üretilen bir Amerikan ürününün Kuveytli bir şirket aracılığıyla pazarlandığı, Türk çalışanlar tarafından Türk tüketicisine sunulduğu bir piyasa. Uluslararası Kahve Örgütü 2021 yılı verilerine göre Türkiye kahve ithal eden ülkeler arasında yıllık artış açısından Mısır’dan sonra ikinci sırada. Türkiye’nin kahve merkezli küresel değer zincirine ucuz emek sağlamak ve pazar payı yaratmak dışında bir rolü yok. Üstelik geleneksel olarak çay tüketiminin ağırlıklı olduğu Türk kültüründe dalga dalga yayılan kahve zincirleri ve onların yerel türevleri de dışa bağımlılığın yalnızca ekonomik değil aynı zamanda kültürel olduğunu da gösteriyor. Bilal Erdoğan’ın söylediği “Starbucks'a gittiğin zaman Türk kahvesi söyleyeceksin mesela” ifadesi bu ekonomik bağımlılığı ve kültürel baskıyı tersine çevirecek bir öneri olmaktan çok, ülke ekonomisinin yabancı sermayeye teslimiyetini ispatlıyor.
Geçtiğimiz aylardaki kurye mücadeleleri, mağaza çalışanlarının yükselen sesi, uluslararası sermayenin artan tahakkümüne karşılık süreklilik gösteren işçi direnişleri Starbucks’ın ABD’de karşılaştığı taleplerle Türkiye’de de karşılaşabileceğini düşündürüyor. Özellikle genç çalışanlar, ekonomik krizin artan baskısı ve işsizliğin yapısal seyri karşısında vasıflarının çok daha altında işlerde, insani yaşam standartlarını sağlamayacak ücretlere çalışmak zorunda kalıyor. İnsana yakışır iş, adil ücret, iş güvenliği ve sosyal haklar Türkiye’de de hem geleneksel sektörlerin hem de yeni iş kollarının en önemli talepleri. Sermayenin artan baskısı, devletin politika yapımındaki kısıtları ve metalaşmanın sınır tanımayan nüfuzu karşısında işçilerin hak taleplerini ve mücadelelerini güçlü kılması gerekiyor.