Neden örgütlenmeliyiz?
Örgütlülük; zorunluluklarla kuşatıldığımız, koşulların izleyicisi olduğumuz bir yaşamı reddedip, kendi yaşamımızı da bugünden başlayarak değiştirme iradesi göstermek demektir.
Fotoğraf: Eylem Nazlıer/Evrensel
Burak BAĞÇECİ
İstanbul
Emek Gençliği 9. konferansına giderken Türkiye gençliğine örgütlü bir mücadelenin tek kurtuluş olduğu çağrısını yineliyor. Bu çağrı, “örgüt” ve “örgütlülük” kavramlarına dair yer yer kafa karışıklıkları olduğunu düşünürsek, özellikle gençlik için, bu kavramların ne ifade ettiği meselesini tekrar tartışmak faydalı hale geliyor.
Bu durumun elbette çeşitli sebepleri var, bunlardan en önemlisinin bizzat egemenler tarafından sürdürülen güçlü bir propaganda olduğu bariz. Nitekim, gençliğin kendi sorunlarını çözmek ve taleplerini kazanmak adına sürdürdüğü mücadeleler karşısında egemenler gerek politik baskılarla gerekse ideolojik saldırılarla örgütlülüğü engellemeye çalıştılar. Bu ideolojik kuşatma, örgütlü olmanın nasıl bir yaşamı beraberinde getirdiğine yönelik çarpıtmalar, bunun bir genç için olumsuz sonuçları olacağı gibi manipülasyonlar ne istediğimizi, istediğimiz yaşamı nasıl elde edebileceğimizi düşünürken kimi zaman kafamızın karışmasına neden oluyor.
İKİ AYRI SINIF İKİ AYRI ÖZGÜRLÜK TANIMI
Bu noktada egemenlerin yaydığı, örgütlü bir yaşamın ne “menem” bir şey olduğu fikrini tartışırken, özgürlük kavramından başlamamız gerekiyor. Nitekim örgütlü olmak öyle kötüdür ki özgürlüğümüzden tavizler vermek zorundayızdır, kişisel zamanımızdan çalarız, bireysel alanımızı sınırlarız! Bütün bu iddialar sebep olduğu kadar sonuçtur, öyle ki bütün yavanlığı bir yana bu fikirler, burjuva liberal özgürlük anlayışından kök alır.
Bu yavan iddialarda öz olarak bulunan böylesi bir özgürlük anlayışının bir değerlendirmesini yapmak bu yazının konusu ve sınırları içinde zor, dolayısıyla genel sonuçlarıyla tartışmak ve örgütlülük konusunda nasıl kafa bulandıran, gerici bir konsept ortaya koyduğunu tartışmak daha faydalı olacaktır. Özgürlük denilince akla ilk gelen nedir? Kimseye sormadan, kimseye hesap verme ihtiyacı hissetmeden istediğimizi yapabilme serbestliğidir. Bu, Aydın Çubukçu’nun deyimiyle “sıradanlaştırılmış özgürlük kavramı”dır*. Nitekim zorunluluk ve özgürlük arasında metafizik bir ikilik kurmakta, özgürlüğün nesnel ve tarihsel olduğu gerçeğini görmezden gelerek soyut ve bireysel bir soruna indirgemektedir. Bu bakışa göre eğer zorunluluk varsa özgürlük, özgürlük varsa zorunluluk yoktur. Ancak işçi sınıfının dünya görüşü olan Marksizmin özgürlük konseptine yaklaşımı, özgürlük ve zorunluluğun birlikte, diyalektik bir karşıtlık içinde var olduğunu ortaya koyar. Özgürlük, soyut bir idea olarak değil yaşamın gerçek ilişkileriyle birlikte anlaşılmalıdır.
Materyalist tarih anlayışına göre insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ancak der Engels, her şeyden önce çok kesin belirlenmiş koşullar altında**. Her insan, gerçekten de verili koşullar içine doğar ve yaşamını toplumun maddi altyapısı, yani üretim biçiminin koşulları altında sürdürür. Toplumsal yaşamın olduğu gibi doğanın da bizim irademizden bağımsız bir gerçekliği ve bu gerçekliği belirleyen yasaları vardır, doğal ve toplumsal yasalar insan eyleminin hareket ettiği sınırları, olanakları, araçları vb. belirler.
Sözgelimi insan; kütle çekim yasası, biyolojik evrimin yasaları ya da kapitalizmde kar oranlarının düşme eğilimi yasası vb. gibi yasalara, bir başka deyişle doğal ve toplumsal zorunluluklara tabidir. Yaşamımızın genel seyrini belirleyen nesnel zorunluluklar bir yana, günlük yaşamımızdaki en basit zorundalıklarımız da bu yasaların etkileriyle belirlenir. Okurken çalışmak zorundayızdır, çalışma yaşamının kendisi zorunluluklarla doludur, nasıl davranacağımız, ne yapacağımız konusunda toplum bize belirli roller biçmiştir… Günlük sosyal pratiklerimiz ve ilişkilerimiz bile, bunları koşullandıran daha yüksek düzeydeki yasaların etkileriyle belirir. Böyle bakınca, her açıdan zorunluluklar aleminde yaşıyoruzdur.
Bu durumu fark etmek bu zorunluluklara boyun eğmek demek değildir. Tersine özgürlük, bu zorunlulukların farkında olarak ve bilgisine ulaşmakla mümkündür. İnsan, içinde yaşadığı koşulların bilgisine varabilir, bilinemezci felsefelerin iddialarının aksine, bu bilginin gerçeklikle olan uyumunu tarihsel-pratik eylemiyle sınayabilir. İnsan yaşamının her anını kuşatan zorunlulukların bilgisine sahip olmak pasif değil aktif bir eylemdir. Nitekim ne hayat bir film senaryosudur ne de insan bir izleyicidir. Değiştirici ve dönüştürücü bir özne olarak insan, onu çevreleyen koşulları önünde engel olmaktan çıkarıp birer olanak haline getirmeye mahirdir.
ÖZGÜRLÜĞÜN MADDİ KOŞULU VE ÖRGÜTLÜLÜK
Ancak bu güç, tek tek insanların sahip oldukları bir özde değil ama toplumsal varlığın iç ilişkilerinde saklı bulunur. Kolektif eylem değiştiricidir; özgürlük ve eylemek arasındaki birbirlerini niteleyen ilişki, insanın eylemini tasarlayabilmesi ve sonuçlarını denetleyebilmesiyle karakterizedir. Öyle ki insan, tek başına, onu kuşatan zorunluluklar karşısında ne yapabilir? En gündelik sorunlarımızın bile bir başımızayken çözülmez gözükmesi, bizleri yer yer umutsuzluğa, karamsarlığa sürüklemesi en çok da bundandır. Halbuki örgütlü eylem bizi çevreleyen koşullar ve zorunluluklar üzerinde değiştirici birer özne olabilmemizin koşuludur.
Doğanın zorunlulukları karşısında, sözgelimi kütleçekim yasası karşısında insan ne yapar? Bilimsel kuramlar sayesinde onu anlar, böylece uçak yapabilir. Bir doğa yasasının sınırlılığı artık aşılmıştır. Peki nasıl? Bilimsel kuramlar, insanlığın ortak ve tarihsel birikiminin sonucudur, öte yandan birçok bilim dalından beslenerek oluşurlar. Uçağın üretimi de tek bir insanın yapabileceği bir iş değildir. Bir uçak fabrikasında binlerce emekçi, kol veya kafa emeğini ortaya koyarak üretim sürecinin farklı aşamalarının parçası olur. Ortada bir iş bölümü, hiyerarşi, planlama, denetim vardır. Görülüyor ki insanlık bir doğa yasasının nasıl işlediğinin bilgisini edinmek ve bu bilgiyi kullanarak yaşamını iyileştirmek adına teknik bir faaliyeti sürdürmek için muazzam bir örgütlülüğe sahip olmak zorundadır.
Benzer şekilde, toplumsal gerçekliğin yasalarını ve ilişkilerini ortaya çıkarabilmenin ve toplumsal yaşamı daha iyi hale getirebilmenin de tek başına yapılacak bir iş olmadığı açıktır. Demokratik hak ve özgürlüklerimizi kazanmak, özlem duyduğumuz yaşamı yaşamak için koşullarımızı değiştirmek, dünyayı bir bütün olarak daha iyi bir yer haline getirmek örgütlü bir mücadeleyle mümkündür. Nitekim bizi kuşatan toplumsal zorunlulukları kontrol altına almak, yaşamlarımız üzerindeki etkilerini tersine çevirebilmek bir mücadeleye, her mücadele de bir örgüte ihtiyaç duyar. En basit sorunlarımız karşısında bir başına kaldığımızda bu denli çaresizken, birlikte ve örgütlü davrandığımızda içinde yaşadığımız düzeni bir bütün olarak değiştirebileceğimiz gerçeği, bütün bir insanlık tarihini yaratan gerçek olarak önümüzde durmaktadır.
Kapitalizmin işleyiş yasaları ve mantığı, egemen sınıf olan burjuvazinin artı-değer sömürüsüne dayanan kârını artırma güdüsünü, toplumun ezici çoğunluğu olan bizlerin daha iyi bir dünyada yaşama gibi en ortak ve meşru özleminin karşısına koyuyor. Sermaye ilişkileri toplumsal olanın her anına sızıyor. Tekelci kapitalizm savaş, yıkım, sömürü, işsizlik, gericilik, baskı ve geleceksizlikten ötesini vadetmiyor. Yaşamımızı dört bir yandan kuşatan, bizi adeta zincirlere bağlı bir yaşama mahkûm eden; savaşlar, iş cinayetleri, salgınlarla bizi her an ölümle tehdit eden bu düzenin içinde, tek başına yaşanılan bir yaşam için özgürlüklerden bahsetmek abesle iştigaldir. Tersine örgütlülük, bu baskı düzeninin değiştirilmesi için süren mücadelenin bir parçası olmak demektir ama öte yandan, bugün yaşadığımız hayatın kendisini de değiştirme iradesi göstermektir. Örgütlülük, iddia edilenin aksine özgürlükleri rafa kaldırma demek değil; zorunluluklarla kuşatıldığımız ve birey olarak kendimizi var etmemizin engellendiği, izleyici olduğumuz bir yaşamı reddedip, kendi yaşamımızı da bugünden başlayarak değiştirme iradesi göstermek demektir. Örgüt, aynı özlemleri, aynı sorunları, aynı talepleri ve farklı yetenekleri, ilgi alanları olan insanların kendi iradeleriyle bir araya geldikleri, birlikte öğrenerek geliştikleri, birlikte mücadele ettikleri bir yapı olarak yaşar. Onu yaratan kendi üyeleridir, örgüt onların dışında bir güç değildir.
Nitekim Ollman’a göre mücadelenin tarafı olmak, sanıldığı gibi “tercihe” bağlı değildir***. Toplumsal yaşam sınıflar mücadelesi tarafından koşullandırıldığına göre, bizler zaten farkında olmadan bu mücadelenin yanlış tarafındayızdır. Bunu fark ettikten sonra kendimizi, yaşamımızı, eylemimizi yeniden düzenlemek, kendi çıkarlarımız için mücadele etmek için örgütlenmek, doğru tarafa geçmek demektir. Ancak bu düzenin bütün kötülüklerinin farkında olmak, bu düzenin değişmesi gerektiğini savunmak, hatta politik bir gençlik örgütünün bütün mücadelesini desteklediğini söylemek ama harekete geçmemek, örgütlenmemek, mücadelenin bizzat parçası olmamak; niyetimiz öyle olmasa da bu düzenin böyle devam ediyor oluşuna, yarattığı korkunçluklara kayıtsız kalmak, onu onaylamak ve sürmesine destek olmak demektir. Kendi yaşamımızdaki sorunların böyle kalmasına izin vermek, değişmesini reddetmek, bütün zorunluluklara boyun eğerek yaşamayı kabul etmek demektir. Öyleyse, bugünümüzü de yarınımızı da kazanmak için elimizi taşın altına koymaktan, örgütlü mücadelenin parçası olarak “Değiştireceğim!” demekten başka kurtuluşumuz yok. Bu bağlamda Emek Gençliği 9. Konferansı’nın bütün Türkiye gençliğine yaptığı örgütlenme ve kendi çıkarları için kimseyi beklemeden mücadele etme çağrısı, daha iyi bir yaşama, örgütlü bir yaşama olan çağrıdır. Şimdi bu çağrıya cevap verme, taraf değiştirme zamanı.
*https://www.ozgurlukdunyasi.org/2010/06/15/ozgurluk-ve-orgutluluk/
**https://www.marxists.org/archive/marx/works/1890/letters/90_09_21.htm
***Ollman, B. (2015) [2003], Diyalektiğin Dansı: Marx’ın Yönteminde Adımlar