12 Mart 2022 03:24

Nuray SALMAN
Sultan KARATAŞ

El Âlem, Gazeteci ve Yazar Akın Olgun’un üçüncü öykü kitabı… Olgun, öykülerinde yaralarıyla baş etmeye çalışan kadınlara odaklanıyor. Sadece kadınların sıkışmışlığını dile getirmiyor öykülerinde dayanışmanın önemini de vurguluyor. Yeni kitabını anlatan Olgun “Yara herkes için ortak bir duygudur ve herkes kendi yarasına iyi gelecek olanı bulmaya çalışır. Bunun tek yolunun dostluk ve dayanışma olduğunu görür ama ona nasıl ulaşacağını bilmeyişi, daha doğrusu onu kaybetmiş olması, sancının en büyüğünü yaşatır. Sancı varsa umut da var demektir” diyor. Söz Olgun’da…

“El Âlem” kitabı “Araf”, “Geçmişin Ruhu”, “El Âlem”, “Gonca”, “Yusuf”, “Teberik Taşı”, “İnat”, “Mekân ve Zaman”, “İz” adlı dokuz öyküden oluşuyor. Farklı karakterlerdeki insanlarla tanışıyoruz her bir öyküde. İlk öykünüz Araf’ta, babacan karakter Esat’ın Elif’le kurduğu dostluk ve dayanışmayı göz önünde bulundurursak; insan ilişkilerinde hâlâ bir umut var diyebilir miyiz?

Çağın dertleri ve ortaya çıkardığı devasa sorunlar, her birimizi etkiliyor ve elbette yan yana gelme zorunluluğunu da ortaya çıkarıyor. Dayanışmanın ve dostluğun hayatın ortak paydası olduğunu, yaşadığımız zorluklar karşısında bir arada durmanın, olmazsa olmaz olduğu gerçeğiyle her defasında yüzleşiyoruz. En bencil, en kaba, en sorumsuz hale gelmiş, getirilmiş bireyler dahi, yalnız olmaktan şikayet ederler. İçlerine ve içlerinin derinlerine indiğinizde ise bastırılmış ve baş edemediği için üstü kapatılmış ama içten içe kanayan bir yarayla karşılaşırsınız. Yara herkes için ortak bir duygudur ve herkes kendi yarasına iyi gelecek olanı bulmaya çalışır. Bunun tek yolunun dostluk ve dayanışma olduğunu görür ama ona nasıl ulaşacağını bilmeyişi, daha doğrusu onu kaybetmiş olması, sancının en büyüğünü yaşatır. Sancı varsa umut da var demektir. Hepimizin bildiği bu gerçek, ondan ne kadar uzak durursak duralım, her defasında kendini derinden hatırlatmaya devam edecektir. El Âlem’de işlenen öyküler, karakterler, insanın derinlerde sakladığı yaralara temas ederek, tüm bu gerçeklikleri hatırlatmaya çalışıyor diyebilirim.  

"KADINLAR ÇOK AYAKLI BİR BASKI CENDERESİNİN İÇİNDE"

Göçmen kadınlar gittikleri ülkelerde ataerkil düzeni daha katmerli yaşıyor. “Geçmişin Ruhu” öykünüzde göçmen kadınlar Narin ve Elif’in dayanışmasına tanık oluyoruz. Ataerkil düzenin göçmen kadınlar üzerindeki baskısını nasıl açıklarsınız?

Dilini, kültürünü ve kodlarını bilmediğiniz yabancı bir ülkede göçmen olmak zordur evet ama daha beteri, göçmenliğin de erkek ve ataerkil bir kültürü, bulunduğu yerde hızla inşa etmiş olmasıdır. Kadınlar inşa edilen bu yapının içinde göze görünmez kılınanlar olarak çok ayaklı bir baskı cenderesinin içindedir. Buradan sıyrılmak, kendini var etmek hiç kolay değildir. Akrabalık ilişkilerinin gözetleme kulelerine, gelenekler, göreneklerin bir terbiye etme aracına dönüşmesi o kadar hızlı olur ki, siz daha “Ben ne yaptım” demeye fırsat bulamadan, kendinizi içinden çıkamadığınız bir kuyuda bulabilirsiniz. Ataerkil toplum ilişkileri, kendi kurallarının dışına çıkanları, çıkmaya çalışanları “terbiye” etme yöntemleri konusunda adeta uzmanlaşmıştır. Göçmen kadınların, bulundukları toplumun “gizli” kuralları içinden sıyrılıp, kendi kaderlerini tayin etmeleri gerçekten çok zordur ama onlar bu zorlukları aşabilme cesaretine, hepimizden daha fazla sahipler. 

Bu cesaret sadece erkek için korkutucu değildir. Aynı zamanda kurulu erkek düzenine uyum sağlamış ve onunla bu sistemin parçası haline gelmiş diğer kadınlar için de maalesef bir tehdit olarak algılanmaktadır. Bir “kötü örnek” sembolü haline gelmeniz ve bunun diğer kadınlar eliyle yapılması, yani tetiğin ucundaki parmağın yine bir kadına ait olması, her şeyi daha da zor hale getirmektedir. Mücadeleniz aslında onlara dairdir de, onların ve sonradan gelecek olanların, kendi kaderlerini tayin edebilmelerini de sağlayacaktır lakin bunun hiç de kolay olmadığını öğrenmeniz zaman alacaktır. 

Her ne olursa olsun, El Âlem’de geçen öykülerin bel kemiğini oluşturan göçmen kadınların birbirleriyle dayanışması, kendisi gibi olanların birbirini mıknatıs gibi çekmesi ve yalnız olmadıkları duygusunu hissetmeleri ile ortaya çıkan örnekler, hayatı dönüştürme gücünü de, yaşadığı toplumun içinde hızla yaymaktadır. 

"TEK ÖRNEK BİLE OLSA KORKUNÇ"

El Âlem öykünüzde, kadının iç içe geçmiş acısını; Fadime üzerinden anlatıyorsunuz. Fadime, yurt dışına gönderiliyor ve madde bağımlısı bir gençle evlendiriliyor. Böylesi öyküler, oralarda çok mu yaygın?

Ne kadar yaygın bilmiyorum ama tek örnek bile olsa korkunç ve bunun tek bir örnek olduğunu açıkçası düşünmüyorum. Çünkü tek örnek, başka yaşanmışlıkların devamıdır. Fadime, sohbetimizde kendi hikayesini anlatırken hâlâ yaşadığının etkilerini üzerinde taşıyordu ve yaşadıklarından çıkardığı sonuçlar çok çarpıcıydı. İçine düşürüldüğü durumu “Bizi seçiyorlar, seçiyorlar çünkü artık bakamayacak ve baş edemeyecek hale gelen uyuşturucu, kumar vb. bağımlısı çocuklarına, aslında evlendirerek, bir bakıcı bulmuş oluyorlar” derken, acımasız bir gerçekliği dile getiriyordu. 

Peki, Gonca’nın hikayesi ve acı sonu... Gonca’ya yaşatılanlar… Alevi bir genç kızın, Sünni bir delikanlıyla birlikteliğine karşı çıkılmasını nasıl açıklarsınız?

Sadece bir karşı koyuş yok Gonca’nın hikayesinde. Gonca, aile içi bir kararla öldürülüyor ve cesedi bulunamıyor. Baba mahkeme süreci boyunca bunu kabul etmiyor ama deliller ve annenin feryadı olan biteni anlatıyor ve baba ceza almasına rağmen ketumluğunu sürdürüyor. Gonca’nın ailesinin Alevi olması, Yusuf’un hem yaşının büyük hem de Sünni olması “namus” kavramının bir cellada dönüşmesine neden oluyor. “Namus”, “onur” vb. gibi kavramların bir cellada dönüşmesinin Alevi veya Sünni olmakla aslında doğrudan bir bağı yok. Feodal değerler, tutuculuk, geleneksel kodlar ve ailenin namus ve onur anlayışını kadın bedeni üzerinden kurması, toplumun bu bağı kutsaması, dedikodu çarkının işlemesi, bunlarla yüz yüze geliş ve “Rezil olduk”ta somutlanan müthiş baskı, bir anda canavara dönüşüyor. 

"DEĞİŞEN FAZLACA BİR ŞEY YOK"

Yurt dışına giden birinci kuşağın yazarlarından farklı olarak, nelerin değişip geliştiğini düşünüyorsunuz?

Göç ve göçmenlik duygusu, ruhu, zorlukları konusunda aslında değişen fazlaca bir şey yok. Var olma, ayakta kalma ve içinde bulunduğu topluma uyum sağlama sorunları, her göçmenin ortak derdi. Değişen göç dalgası ve niteliği elbette gözle görülür şekilde yeni sorunları da beraberinde getiriyor. Eski göçmenlerle, yeni gelen kentli göçmenler arasında ciddi farklılıklar var. Doğal olarak yeni gelenin derdi, var olan sorunlara bakışı ve yaklaşımı da kendi içinde “yeni” bir alan. Bu alanın sosyolojik ve kültürel olarak henüz çok tanımlanabilmiş olduğunu sanmıyorum. “El Âlem” kitabımda, bir öykü içinde konu olan “Ankara Anlaşmalılar’’, bu yanıyla, küçük veriler sunan bir ilk deneme olabilir. Bu yeni göçmen kitlesi, özellikle göçmen yazarlar için de dikkat çekici olacaktır diye düşünüyorum. 

Evrensel'i Takip Et