“Pera Palas’ta Gece Yarısı” ve tarihi kim yapıyor?
Tarihte büyük insanların etkileri önemlidir, ancak ne tarih tek başına büyük insanlar tarafından yapılır ne de ekonomik değişiklikler otomatik olarak politik sonuçlar doğurur.
Pera Palas'ta Gece Yarısı dizisinin afişi
İmran Sinan YEŞİLKÖY
Galatasaray Üniversitesi
Son dönemin en popüler yapımlarından Pera Palas’ta Gece Yarısı dizisi, oyuncu performansları ve sinematografik açıdan çokça incelemeye tutulmasına rağmen dizinin tartışmaya daha açık olan yönlerinin eksik kaldığını düşünüyorum. Bu yazının devamında da dizinin zaman yolculuğu kavramını nasıl idealist bir şekilde ele aldığını ve tarih okuyuculuğunun gerçekten ne kadar kopuk olduğunu daha iyi görmeye çalışalım. Bir uyarımı da diziyi henüz izlememiş arkadaşlar için yapayım, yazıda belli yerlerde sürpriz bozan olarak tanımlayabileceğimiz bilgiler görebilirsiniz.
TARİHİN MATERYALİST VE İDEALİST YORUMLARI
Dizinin zamanda yolculuğu ele alış kısmı belli yönlerden takdiri hak ediyor. Sürekli olarak kamu spotu gibi zamanda yolculuk yapmanın çok tehlikeli olduğunu söyleyen diziyi bitirdiğimde, evimde bir zaman makinesi olsaydı kullanmamaya ikna olmuştum! Bu zamanda yolculuk ile ilgili tek bir sorun var. Bildiğimiz fizikte, Özel Görelilik ve Özel Göreliliği içine alan diğer teorilere dayanan yorumlara göre zamanda ileri yolculuk yapılabilir, fakat geriye yolculuk yapılamaz. Bunu kısmen daha iyi anlayabilmek için Avengers film serisini izlemek, dizinin senaristleri için iyi bir başlangıç olabilir.
Zamanda yolculuğun bazı problem veya paradoksları olduğu kesin ve bunlar bazen zamanda yolculuğun mümkün olup olmadığını sorgulatıyor. Ancak bilimin bu gri alanında kurgunun etkisi çoğunlukla ağır basabiliyor. Asıl şaşırtıcı olan kısım dizide zamanın kutsallığından çok büyük bir önemle bahsedilmesi. “Olması gereken olmadıysa olmasını sağlamalıyız” cümlesi dizinin daha ilk başında bizleri karşılıyor. Zamanı her zaman aynı şekilde, sabit, kişilerin yaptıklarına bağımlı olarak oluşan ve bu haliyle değişmeyecek şekilde akan bir şeymiş gibi ele almak aslında bütün bir Kurtuluş Savaşı’nın nasıl incelendiğini de anlatıyor. Ancak bu anlayışın metafizik temelleri o kadar dayanıklı ki determinizm burada da kendisini göstermeye devam ediyor. Oysa mekanist olan Newtoncu bir anlayışla evreni ve doğayı incelemeye çalışmak bize gerçeğin çok dar bir açıklamasını sağlıyor.
Bir kurgu olarak dizinin fizik kurallarına uymaması, kendisine farklı bir evren yaratması çok kolay kabul edilebilir ve anlaşılabilir. Ancak bu kurgunun yanlış temellerinin kolay anlaşılabilir sebeplerini iyi görmek lazım. İdealizm ve metafiziğin etkisinde kalan yazar zamanı ve tarihi bir sabit, değişmez olarak görüyor ve buradan yanlış tarih okuyuculuğuna da geçiş yapıyor. Dizinin senaryosunun kurulduğu yer, resmi tarih anlatısında da gördüğümüz tarihi büyük kişilerin, başarılı komutanların veya liderlerin yaptığı bir şey olarak gören, “olmasaydılar olmazdık” bakış açısıyla yorumlayan idealist tarih anlayışı oluyor. Böylece olmasaydılar olmazdık ve olması gerekenler olmadıysa olmasını sağlamalıyız cümleleriyle özetlenen bu tarih okumasının tutarsızlığı dizinin esas problemi olarak önümüzde duruyor.
Dizinin başından itibaren Mustafa Kemal’in ne kadar önemli olduğu ve onsuz Kurtuluş Savaşı’nın olamayacağı vurgusu dizinin kurulduğu yer. Ancak tarihi bir olgular yığını olarak görmemek ve onu gerçekten anlamak için kişilerin önemini toplumsal koşullar ile birlikte anlamak gerekir. Materyalist tarih anlayışına göre tarihteki belirleyici unsur son tahlilde gerçek hayattaki üretim ve yeniden üretimdir. Bunun bir devamı olarak toplumun ekonomik gelişim aşaması son tahlilde politik üst yapısını ve ideolojiyi belirler. Tarih ilerler, toplumun altyapısındaki değişimler büyük toplumsal dönüşümleri zorlar. Bu koşullar içinde bazı insanlar yeni bir biçimde düşünmeye, eski kurumları ve eski düşünce tarzlarını eleştirmeye başlar. Bu eleştiri toplumun dönüşümünde etkili olur, onu değişen ekonomik durumun taleplerine uyumlu hale getirir. Ama tarihsel dönüşümleri insanlar yoktan var edemezler. Onlar ancak var olan koşullara uygun olarak eylemlerini ve düşüncelerini ortaya koyabildiklerinde, tarihi yapan gerçek güç olan halklara önderlik edebilme, bu büyük kitlesel eylemleri yönlendirebilme ve etkileyebilme yeteneği gösterebilirler.
Buradan çıkaracağımız sonuç tarihin kendisinin olağan çizgisinde ilerlediği ve ekonomik ilişkilerin gelişimiyle belirlenen ve kimse tarafından değiştirilemez bir olgu olduğu olmamalı. İnsanların tarih üzerinde etkide bulunmadığı fikri gibi bir yanlışa düşmek, tarihi tek tek liderlerin sadece kendi kahramanlıklarıyla yaptığı fikrine kapılmak kadar büyük bir yanlışa düşmek olur. İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Marx, insanların toplumsal tarihinin, onlar bunun bilincinde olsun ya da olmasın, kendi kişisel gelişim tarihlerinden başka bir şey olmadığını söyler. Bu aslında, tarih bizim okuduğumuz tozlu belgelerden ibaret değildir demektir. Tarihte şiirsel anlar, tarih bilimci açısından en az istatistiki veriler kadar gerçek olan büyük kişisel kahramanlıklar vardır. Feodal Alman devletinin kurulu meclisi karşısında “Ben burada duruyorum. Tanrı bana yardım edecektir, başka türlü davranamam” diyen Luther’dir. Engizisyonun baskısıyla teleskopunun kanıtladığı gerçeği, Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğünü reddetmek zorunda kaldıktan sonra, “Yine de dönüyor” diye mırıldanan Galileo’dur. Aynı şekilde gelen emirlere rağmen ordularını dağıtmayan ve teslim olmamış olan da Ali Fuat ve Kazım Karabekir Paşa’dır. Onları bir araya getirip ortak bir bildiri yayınlayan ve Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla sonuçlandıran da Mustafa Kemal Atatürk’ten başkası değildir. Bunlar, deyim yerindeyse, tarihin bireyde somutlandığı anlardır. Ancak burada şunu gözden kaçırmamak gerekir. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgaliyle birlikte milli mücadele fikri belli bir zümreye ait olmaktan çıkıp bütün halkın sahiplendiği bir noktaya ilerledi. Bizim tarih anlayışımız, tarihte büyük insanların etkilerine gerekli önemi verir, ancak ne tarihin tek başına büyük insanlar tarafından yapıldığına inanır ne de ekonomik değişikliklerin otomatik olarak politik sonuçlar doğurduğuna.
İnsanların zihninde fikirler, içinde yaşadıkları çevrenin etkisiyle oluşur. Toplumsal gruplar konumlarının neyi gerektirdiğini belli belirsiz sezer, ayakkabının neresinin vurduğunu hisseder. “Büyük adam”, onların kriz anındaki karışık duygularını açık seçik bir biçimde dile getirir. Yani Mustafa Kemal yaşamasaydı da Kurtuluş Savaşı kuşkusuz gerçekleşecekti ama mücadelenin akışı çok farklı olacaktı. Bu mücadele hangi biçimler altında sürecekti, yine de başarıya ulaşacak mıydı gibi konularda tarihsel olgulara, bunların gelişim süreçlerine bakılarak çıkarımlar yapılabilir, ama kesin yargılar ortaya koymak spekülasyondan başka bir şey olmaz. Yazıyı Engels’in sözleriyle bitirmek istiyorum: “Belirli bir ülkede, belirli biz zamanda şu ya da bu adamın ortaya çıkması kuşkusuz tamamen rastlantıdır. Ama o olmasa bile yerine birinin konması gerekecek ve iyi kötü birisi er geç bulunacaktır.”