Kemal Bekir ve Hücre 1952
Osman Bozkurt, Kemal Bekir'in "Hücre 1952" isimli kitabına dair yazdı.
Kemal Bekir | Fotoğraf: Kadir İncesu
Osman BOZKURT
Ocak 1924 yılında dünyaya gelen ve 13 Ocak 2014 tarihinde aramızdan ayrılan, her yönüyle örnek alınmaya değer yazarlarımızdan Kemal Bekir, daha çok tiyatro-dizi oyunculuğu ile bilinmesine karşın bizlere miras bıraktığı oyun, öykü ve roman türünde verdiği eserleriyle günümüze de ışık tutuyor. Buna, sadece “Hücre 1952” romanını bile okuyan içtenlikli her insanın hak vereceğine kuşkum yok. Eseri yayımlanmadan okuyan Afşar Timuçin’in sunu yazısında, “Dış dünyayla iç dünyanın bu kadar güzel bağdaştırıldığı, geçmişle şimdinin bu kadar güzel kaynaştırıldığı yapıtlar gerçekten çok azdır,” saptaması da bu kanımı doğrular niteliktedir. Hemen eklemek gerekir ki; şimdiyle gelecek arasındaki köprüleri de büyük bir ustalıkla kurduğunu görüyoruz. Hücredeki Mustafa, geçmişle şimdiyi, iç dünyayla dış dünyayı irdelerken geleceği de örtülü veya açık biçimlerde ama birlikte sorgulamaktadır. Şişirilmiş kahramanlıklar yerine gerçek insanın var oluş durumunu, gelecek kaygılarıyla bütünleyerek irdelemektedir.
ÖZGÜRLÜĞÜNE EL KONULAN İNSANLARIN ÖYKÜSÜ
Hep düşünmüşümdür; neden dünya klasiklerinden Thomas E. Gaddis’in “Alkatraz Kuşçusu”, Victor Hugo’nun “Bir idam Mahkumunun Son Günü” veya Tolstoy’un “Diriliş” gibi eserleriyle birlikte anılan klasiklerimiz yeterince yoktur, diye. Bunun bir nedeni kültürel gelişmişlik düzeyimiz ise, bir diğer nedeni de gerilikten, gericilikten beslenen ve bunu besleyen merkezi yönetimlerdir. Eğer Kültür Bakanlığı ve dış dünyadaki ataşelikleri bu tür eserlere tanıtım desteklerini sürdürse, edebiyatımızın sınır ötesi bilinirlikleri kolaylaşacaktır. Öylelikle bir eserin klasik yeterliliğe sahip olup olmadığı, birazda yeterli okurla buluşabilme fırsatı sağlandığı oranda test edilebilecektir. Bu nitelikte eserlerin verilebilmesini, sadece toplumun ortalama kültürel birikim düzeyi ile sınırlamak olası değildir. Her ülkede o toplumun kültürel düzeyini aşan eserler veren yazarlar çıkabilir, çıkmalıdır da. Buna Filistinli Şair Mahmut Derviş ve Meksikalı Yazar Gabriel García Márquez gibi bir çok örnek bulabiliriz. Gadds’in, Hugo’nun, Tolstoy’un andığım eserleri, tutuklu veya özgürlüklerinden alıkonulma benzerliğindeki insanlık durumlarını kendi koşullarında farklı açılardan irdeler. Daha çok benzerliklerde yansıyan evrensel yüz, öykü ve karakterlerin şahsında yerel değerlerle bütünleşerek demlendikçe eserin kendine has doğası belirginleşir. Kemal Bekir’in “Hücre 1952” romanı da özgürlüğüne el konulan insanların öyküsüdür ama serüven ve karakterlerde yerelle evrensel mükemmel demlenmiş. Karakterleri, toplumsal koşulları çerçevesinde sosyolojik, psikoloji ve felsefi yönleriyle anlamamızı sağlıyor. Benzer iklim içindeki okurun, kendisini keşfetmesine ışık tutuyor. Kurgudaki ustalık, anlatının yetkinliğini daha da etkinleştiriyor. Ne bir eksik cümle, ne bir fazlalık bulmak olanaksız.
Ocak 1924 de Denizli’nin Çivril ilçesinde doğan Kemal Bekir’in ilk romanı “Yabancılar”ı 1958 de Varlık; “Kaçaklar” adlı romanını 1961 de Remzi Kitabevi yayımlar. Öykülerini ise 1970 ve 1975 yıllarında Yücel ve Habora yayınevleri okurla buluşturmuştur. Son iki romanından “Kanlı Düğün” Ceylan, “Hücre 1952” ise Pencere yayınlarınca 1997 yılında yayımlanır ve Orhan Kemal roman ödülüne değer görülür. Sanatla ilişkisi romanla değil, 1944 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümüne girişiyle başlayan Kemal Bekir, 1947 yılından itibaren aynı zamanda nesir türünde eserler de verir. Öyküleri edebiyat dergilerinde yayımlanmaya başlar. Toplu oyunları 2011 ve 2013 de kitaplaştırılan yazar; Hüseyin Rahmi Gürpınar, Nahit Sırrı Örik, Kemal Tahir gibi yerli ve kimi yabancı yazarların eserlerini de radyo için oyunlaştırır. Ankara Sanat Severler Derneği, “Düşüş” adlı eserini 1975-1976 sezonunun en iyi oyun yazarlığı ödülüyle taçlandırır. Hangi türde yazmış olursa olsun eserleri, bireyin ve toplumun sorunlarını konu edinir. “Yabancılar” adlı ilk romanı, toplumsal değer yargılarından kaynaklanan sorunlara karşı psikolojik bir direniş öyküsüyken, 1997’de yayımlanan “Kanlı Düğün” ve “Hücre 1952” de, farklı toplumsal kesimlerden insanların toplumsal ve siyasal dalgalanmalar karşısındaki durumlarını işler.
56 GÜN SORGU, 2 YIL HAPİS
ABD’nin üç kuruşluk ünlü Marshall Planı’ndan yararlanma uğruna, zerre tehdit oluşturmadığı halde tek parti rejiminin komünizm umacısı uydurarak 1946’da başlattığı tutuklamalar, 1950’li yıllarda da hız kesmez. Kemal Bekir, bu sürecin mağdurlarındandır. O tarihlerin namı yürümüş işkencehanesi, Sirkeci’deki Sansaryan Han’dır. Kemal Bekir oradaki hücrelerde 56 gün sorgulanır. Ardından iki yıl hapis yatar. “Hücre 1952” bu günlerin öyküsüdür. Geri dönüşlü kısa yan öyküler, önünde sonunda şimdiye bağlanır. Romanın ana kahramanı Mustafa’nın bu günleri, kendiliğinden kendi kendine bir tür iç hesaplaşmaya dönüşür hücresinde. Şöyle der Mustafa: “(...) gerçeğin görünümü, içinde bulunulan koşullara göre değişiyordu. Örgüt’e girmeden önce komünist olmadığına inanıyordu; o günün bir gerçeğiydi bu. Örgüt’e girdikten sonra Ergun’un küçüklüklerini, bencilliklerini görmemek de, o koşulların gereği bir başka gerçekti. Şimdiyse bu hücredeki gerçek büsbütün başkaydı artık. Gerçek ayrıntılarından arınmış, elle tutulur, gözle görülür olmuştu.”
Romanın iddialı kahramanlarından Ergun’un “Aklı erip de sessiz kalanlar en büyük düşmanımızdır,” dediğini anımsayarak “aynı Ergun Halk Partisine göre Demokrat Partinin siyasal özgürlükçü görünümüne bakıp o partiye girmeye kalkışmadı mı,” diye sorar. Anlarız ki “Yetmez ama evet” deneyimi, yarım asır önce yaşanmış bile. Her cümlesi, dünden bugüne düşen ışık gibi...
İç konuşmalarının çoğunu, hücrenin tavanına yazacak kadar uzun ve daha yaşlı varsaydığı hayalindeki devrimciyle yapmaktadır. Ona, esinlenmeye çalıştığı Valantin Katayef adlı bir öykücünün “1905 Modeli” öyküsünü anlatır: 1905 ayaklanması sırasında göz altına alınan sıradan bir adamcağız, polisin bir tokadıyla korkudan bayılır. Öylece “1905 model” namıyla otuz yıl bir müzede sergilenir. Kapısının açık kaldığı bir an uyanıp evine gitmek için sokağa çıktığında; fiyatını çok bulduğu arabacının “Çar devrinden mi kaldın” sözüne içerler ve defterine not eder. Az sonra İzvestiya ve Pravda satan gazeteci çocuğu görür; “... Hele bak sen şuna, gizli gazeteleri açıktan açığa satıyor” diye onu da not eder. Köşeyi dönünce Bolşevik Parti tabelasını görür. İyice çıldırır ve gördüklerini suçlayarak bağırmaya başlar. Bu sayede müze müdürü onu bulur zorlukla durumu anlatır. Bir süre sonra parkta “1905 modelin” yanındakine heyecanla bir şeyler anlattığı görülür. 1905’de silahlarla nasıl ayaklandıklarını anlatmaktadır sıradan kahramanımız. Askeri rejim dönemlerinde ayakkabılarını boyatmaya gidip de dönmeyenleri anımsatır öykücük bize. Yaşlı devrimci şaşırmamıştır; “Düzen adamını yetiştiriyor,” der.
HER ZAMAN ARAMIZDA
Mustafa saygılıdır uzun yaşlı devrimciye. Yine de geçmişe ilişkin kanısını gizlemez ondan ve ilk fırsatta “Sen benden daha yaşlı bir devrimcisin, bu da belli. Ama bana öyle gelir ki, sizin kuşağın hıyarlığı da az değilmiş. Bizim kuşağın hıyarlığı kadar, en azından,” der. Gerçek ayrıntılarından arınıp, elle tutulur, gözle görülür olunca kendini de örgütünü de eleştirirken nesnel davranır Mustafa. Devrimci kişilik de bunu gerektirmez mi? Dinlediği şu anıyı asla unutmaz: “Bir devrimciyi yanlışlıkla hırsızlık masasına götürmüşler. Rastlantıyla orada bulunan siyasal polisten bir yetkili tanımış, savunmuş onu: ‘Bırakın, bunlardan hırsız çıkmaz...’” Dürüstlük hayatın her alanında gereklidir. Kendine karşı dürüstlüğü de bu yüzdendir Mustafa’nın. Onun da bir yazısı kalacaktır hücrenin duvarında ama bu Hamlet’in bir repliğidir: “Eğer özünüz doğru yüzünüz de güzelse doğruluğunuz güzelliğinin alışverişini kessin. Çünkü doğruluğun kudreti güzelliği kendine benzetinceye kadar, güzelliğin kuvveti doğruluğu kaç kez kendine alet eder.” Evet, 13 Ocak 2014 de doğaya dönen Kemal Bekir’in her zaman aramızda yaşadığının ve yaşayacağının belirtileridir bunlar.