30 Mart 2022 05:27

Diyarbakır-Frankfurt hattı

12 Eylül’ün hiç konuşulmayan yüzü belki de ülkeden kaçışlarla birlikte, gidilen ülkelerdeki kültürel şoklar, sancılı dönüşümler, değerlerine yabancılaşmalar, sosyal ve ailesel travmalar…

Fotoğraf: Pixabay

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

“Sevgili oğlum…. Nasılsın iyi misin? Halin keyfin nasıl? Almanya’dan oturum alabildin mi? Çalışıyor musun? Annen kaç defa seni rüyasında görmüş, çok meraklanıyor… Buraları biliyorsun, sıkıyönetim…. Kimselere göz açtırmıyorlar... Bizim de durumlar biraz sıkışık, kardeşlerinin okul zamanı, üst baş, kitap defter, masraflar çok arttı, yetiştirmek zor, perişanlık diz boyu, elin yetebiliyorsa biraz para gönder... Bizler iyiyiz, tek derdimiz sensin… Bizi habersiz bırakma, gelenle gidenle havadislerini gönder… Gözlerinden öperim… Baban”

Mektubu yazıp tamamlayan küçük oğlan, zarfa koyup, alıcı olarak da başka bir akrabanın adını yazarak zarfı kapattı.
“Zarfın üzerine neden Almanya değil de Batı Almanya yazıyorsun? İlla mektuba Almanya’nın hangi tarafına gideceğini yazmak mı gerekiyor?”
“Yok baba, iki Almanya devleti var, abim gibi Türkiye’den gidenler Batı Almanya’ya gidiyor. Diğeri zaten komünist Doğu Almanya, orası işçi veya turist almaz.”
“Anladım da nereden bileyim bunu, okula mı gittim okuryazarlığımı dışardan aldım zaten.”

Darbe öncesi hukukun kör topal işlediği dönemde, Diyarbakır’da duruşmasına gittiği oğlu tahliye edilmiş ve ilk trenle memlekete dönmek için gara gelmişlerdi. Küçük bir memuriyet ile 6 çocuğunu okutuyor ve yaptığı ek işlerle de kıt kanaat geçinip gidiyorlardı. Ancak oğlunun meşhur TCK 141,142’nci maddeden tutuklanması, avukat parası, gel-git yol paraları ve bu olay nedeniyle de başka bir şehre sürgün edilip yerleşme çabaları vs. derken aile ekonomisi tam anlamıyla çökmüştü. Oysa resmi söylemlerde dillerden düşürülmeyen “şanlı tarihimizin” Osmanlılar döneminde, padişahın buyruğu ile vezirin kellesi gider, ama hemen, geride kalan ailesine ölene kadar devletten aylık bağlanır ve aile yokluk ile cezalandırılmazdı. Ancak babanın sürgün edilmesi, ailenin altı yaşındaki çocuğuna kadar herkesin yönetim eliyle cezalandırılması demekti.

Baba-oğul treni beklerken garda volta atarcasına yürüyorlardı.
“Baba, bir yolunu bulup Almanya’ya gidersem hepinizi kurtarırım, tüm kardeşlerimi oraya çekerim. Yeter artık, bu ülkede bir kez bile gün yüzü görmedik!”
Baba yarı şaka yollu: “Sen Almanya’ya gidersen bizi unutursun oğlum, gidenler kalanların türküsünü çağırmaz, bak unutma bunu, Diyarbakır tren istasyonunda söylüyorum.”
“Baba yahu nasıl söz bu, üzme beni, nasıl unuturum sizleri, kardeşlerimi…”
“İyi bakalım, göreceğiz.”

Mühim şahsiyetlere el altından verilen paralarla alınan pasaport ve darbeye sayılı günler kala ülkeden mucizevi çıkış… Darbeyle birlikte her şeyin alt üst olması, eski mimlileri yakalama kararları…
Karakol komutanı: “Gominis oğlun nerde?”
“Oğlumun Almanya’da olduğunu biliyorum ama hiç haberim yok, ne yapar ne eder, hangi şehirdedir bilmem.”
“Mektuplaşıyorsunuz ama, gözümüzden kaçar mı?”
“Ara sıra, ayda yılda bir bayram tebriği falan gönderiyor, adresini yazmıyor.”
“Devletimiz senin oğlun gibileri istiyor, ama Almanya vermiyor, yok insan haklarıymış, yok sığınmaymış. Kardeşim, sen elin belalısını alıp da ne yapacaan? Düzgün olanlar işçi olarak gidiyor zaten, bu vatan hainlerini bize ver ki kökünü kurutalım. Ama bunlar orada da boş durmazlar, Almanya’yı da karıştırır, bölerler.”

Oğlundan öğrendiği bilgiyi satmanın tam zamanı: “Almanya zaten doğu batı diye bölünmüş!” Komutan bu cevaba şaşırmış, babanın cüretine biraz da kızmıştı ama bozuntuya vermeden: “Bunlar daha da böler! Dinime imanıma, ortada Almanya kalmaz!.. Neymiş, bunlar bir de devrimciymiş! Ulan neyi deviriyorsunuz? Kavak mı deviriyorsunuz? Hay boyunuz devrilsin.” Babanın omzundan tutup sarsarak: “Bana bak, iyi bak! Bari küçüğüne sahip çık, ağabeysi gibi yoldan sapmasın, vatana millete hayırlı evlat olsun!”

“…. gidebilir miyim, müsaade var mı?”
“Bir haber, bir bilgi adres falan öğrenirsen hemen bize bildir, takipteyiz, canınızı okuruz!”

12 Eylül darbecileri yaklaşık 30 bin kişiye “oralarda perişan olmayın gelin de burada özgürlüğün ve eşit yurttaşlığın tadını çıkarın” anlamında, isim isim şefkatli bir davet yaparak “Yurda Dön” çağırısında bulunmuştu. Ancak yurda dön listelerinde adı geçen Selda Bağcan, “İki yıldır zaten yurttayım bir yere gitmedim, hemen resmi makamlara başvuruyorum” dese de “yasaklı türkü” söylemekten soluğu Metris Cezaevi’nde almıştı. Çağrının amacının cezaevlerindeki boş kontenjanları doldurmak olduğunu sağır sultan bile biliyordu, zaten çağırıya icabet eden de pek çıkmamıştı.

Yurt dışında olanlarda, kalabalık çağrı listelerinde isim bulma telaşı vardı: “Benim adım var… benim de... hanımın adı var benim niye yok? … kaçak geldiğim içindir…”

“Sevgili Annem, Babam, canım kardeşlerim, … vatandaşlıktan çıkarıldım… artık bir “haymatlosum=vatansızım” Ama bereket bu halim uzun sürmedi, sizlere açıklayacağım güzel ve mutlu bir haberim var: Evlendim! … gelininiz bir Alman ve çok iyi biri, ne yazık ki Nazi kılıklı annesi evlenmemize şiddetle karşı çıktı… bizi polise şikayet edince, 1 hafta mezarlıkta yattık… sonra bizi kabul etmek zorunda kaldı… Keşke sizlerin de olduğu bir düğün olsaydı, kısmet böyleymiş…. Hepinizi öpüyorum ve bu düğün fotoğrafını gönderiyorum…”

Evde karmaşık duygular, herkeste bir burukluk, bir düşünce halleri…Gelinin sol köşede ve önde olduğu, damadın sağ tarafta olduğu ve arkadan gelinin omuzlarına dokunduğu renkli bir fotoğraf… 
Bir yıl sonra gelen mektup “Baba bebeğimiz doğdu ve oğlumuzun adını Deniz koyduk, Almanlar Denis diyor...”
Bir sonraki yıl yine “Baba bu fotoğraflar da kızımızın, iki isim koyduk: ilki en küçük bacımın adı, diğeri Alman ismi…”

Anne: “İyi güzel maşallah da artık çocuk yapmasa bari ... bir oğlan bir kız yeter işte ... şimdiki aklım olsa altı çocuk neyime lazım! Millet, Almancı oğlumuz var, bolluk içindeyiz sanıyor, ben akşama ne pişireyim diye kıvranıyorum, yok ki sebze, nohut, fasulye alalım, eti unutalı çok oldu zaten. Herhalde çocuklarının masrafı yüzündendir ki artık para da gönderemez oldu!”

“Baba, Alman vatandaşlığını aldım, ama Türkiye’ye gelmeye çekiniyorum, malum eski meseleler. Bunlar Almanım falan dinlemez, direk içeri alırlar. Bu arada üçüncü çocuğumuz da doğdu. Torununa, senin ve kardeşimin ismini verdim.”
“Akşam merkez postaneye gidiyoruz, herhalde 6-7 büyük jetonla Almanya’yla epeyce konuşuruz. Daha fazla jeton alamayız, pahalı gelir.”
“Alo oğlum! Hepimiz buradayız, onlar da konuşacak, ama jetonumuz az. Oğlum, biraz sıkışık durumdayız, hiç olmaz bir harçlık …”
“Baba bel fıtığı oldum, yatıyorum, maalesef maddi durumum iyi değil, bu defa da para gönderemiyorum, siz bir yerlerden temin edin, ilerleyen aylarda duruma bakacağım.”

Benzer konuşmalar tekrarlandıkça, telefon görüşmeleri azalmaya başlar. “Şimdi arasam para için sanacak, o da sıkıntıya giriyor.”

“Baba 10 yıl oldu, ben gelemiyorum bari uçak biletini göndereyim de sen gel, çocuklar seni merak ediyor! Kardeşimin tıbbiyeyi bitirmesine çok sevindim, anatomi atlasını ben göndermiştim, ne güzel işe yaramış. Kendisi, Almanya’da doktorluk yapmak istiyordu ama buralar eskisi gibi değil, artık çok zor. Bacım da buraya gelsin istemiştim ama bir Alman vatandaşı ile evlilik yapmadan mümkün değil oturum alamaz, ona da kimi bulayım ki, çok zor.”

Frankfurt Havaalanı’nda torunların dedeye sarılmak için yarışmalarıyla başlayan coşkulu karşılama, evde zengin bir akşam yemeği ile dedenin gelişinin kutlanmasıyla devam ediyor. Küçük bir sorun var, torunlar Türkçe, dede Almanca bilmiyor, işaretler veya bakışlarla anlaşma. Ancak bir süre sonra çocuklar, bu durumdan sıkılıp uzaklaşıyor, hatta öfkeleniyorlar: “Dede neden bizimle konuşmuyor?” Dede düşünceli: “Keşke bir Türkle evlenseydi, çocuklarla konuşabilirdim” ya da “Kız kardeşlerinden birini yanına alabilseydi hem çocuk bakımında destek olur hem de onun da hayatını kurtarırdı. Bakıcılara da bir sürü paralar vermezdi” sonrasında “Evin kontrolü ve harcamalar tamamen Alman gelinin kontrolünde, bize o zor günlerde neden para gönderemediği anlaşılıyor.” Huzursuzluğunu hemşerilerin ziyaretleriyle bir nebze giderirken, onlardan duydukları ile hayal kırıklığı büyüyor: “İlk geldiğinde bize liderlik edecek bir devrimci gibiydi, zamanla hepimizden koptu, bizlerle pek görüşmez oldu, artık onun dostları Almanlar.”

12 Eylül’ün hiç konuşulmayan yüzü belki de ülkeden kaçışlarla birlikte, gidilen ülkelerdeki kültürel şoklar, sancılı dönüşümler, değerlerine yabancılaşmalar, sosyal ve ailesel travmalar… Bazıları ülkeden kaçarak darbecilerin zindanlardan kurtuldu, ama onlar uzak memleketlerde zindan hayatlara mahkum oldular, geride kalanlar da yaşadıkları acılarıyla, iki taraf da ağır bedeller ödediler.

Ülke çapında büyük kutlamalar, iki Almanya resmen birleşiyor. “Baba ne uğurlu adamsın, geldin iki Almanya’yı birleştirdin, gidiyorsun!”
Almanya birleşirken, oğlunun aileden kopuşuna tanık oluyordu, burası Frankfurt Havaalanı değil de Diyarbakır tren istasyonu gibiydi. Yüreğinde derin acılar ve içine akıttığı göz yaşları ile gülümseyerek: “Zaten onun için gelmiştim. Sağlıcakla kalın!”

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI