6 Nisan 2022 01:00

Yılgınlığı değil özgürlüğü örgütleyelim!

Elimize bir anket alsak ve Türkiye gençliğinin çoğunluğuna dünyanın ve ülkenin gidişatına ilişkin basit birkaç soru yöneltsek büyük ölçüde mevcut dünyanın gidişatından memnun olmayan, bu koşullarda kendi gelecek planlarını/hayallerini gerçekleştirecek bir zeminin oluşmayacağını ifade eden karamsar ve umutsuz cevaplar alırız. Peki, savaş, göç, artan yoksulluk, salgın, kriz, ekolojik yıkım vb. bir dizi felaketin ortasında “başka” bir geleceği inşa etmek için harekete geçmenin engeli nedir? Birlikte hareket etmenin, organize olmanın, benzer gelecek hayalleri ve planları olanlarla birlik olmanın önüne geçen nedir?

En genel düzeyde, “ne yapmalı da bu dünya bizim için dönmeli?​” tartışmalarında “örgütlü mücadele” sorunu bir çırpıda seçenekler arasından çıkarılıyor, “sorunlu” varsayılan yanları işaret ediliyor. Bireysel yaşamın bir bütün içinde anlam kazanmasından başka bir şey olmayan “örgütlülük”, bireysel yaşam için çeşitli “kesintilere” ve “zorluklara” yol açan bir “fazlalık”, altından kalkılamayacak bir “yük”, yerine getirilemeyecek bir “külfet”, insanı “kısıtlayan” bir engel olarak tarif ediliyor. Bu görüşlerle birleşen örgütsüzlüğün “tarafsızlık” değil dolaylı olarak bir “taraf olma” tutumu olduğunu geçen sayıdaki rotada tartışmıştık. Dolayısıyla burada, bu ana-akım “örgütlülük” karşıtı anlayışın neden yersiz olduğunu açıklamalıyız.

ÖZGÜRLEŞME YOLUNDA

Fransız filozof Sartre’ın ilk edebiyat eseri “Bulantı”, çağdaş edebiyatın en sarsıcı kitaplarından biridir. Kahramanımız Roquentin’in kendi varoluşuna ve dünyaya duyduğu tiksintiyi konu alan roman, dergimizde bir süredir farklı düzeylerde sürdürdüğümüz özgürlük-zorunluluk tartışmasına dair de önemli ipuçları veriyor. Romanı önemli kılan, sıradan bir olayın, çamura bulanmış bir çakıl taşının, romanımızın baş karakterinde yol açtığı “bulantı”nın herhangi bir duyusal etkinin ötesine geçmesi, bu hissin bir tür “gerçeklik” ve “özgürlük” kavrayışına doğru genişlemesidir.

Roquentin çakıl taşlarını denizde sektirerek eğlenmektedir. Yeni bir taş almak üzere eğilir. Taşın bir yüzü kuru ama diğer yüzü nemli, çamurlu ve yapışkandır. Roquentin bir bulantı hisseder ve taşı atıverir. Bulantı yalnızca öznel bir duygu değildir. Çünkü dünya düzensizdir, pistir ve eğretidir. “Dünyada iyi gitmeyen bir şey var’’dır, insana göre uyumlu bir şekilde kurulmamış, acımasız ve düşmancadır. Birçok insan taşta açığa çıkan “yapışkanlık” içinde yaşar. Ancak ve ancak “bulantı” duygusu bizi bu yapışkanlıktan kurtarır, bu yapışkanlıktan tiksinti duymak bizi gerçekçi bir varoluşa götürebilir.

Sartre’a göre gerçek özgürlük ancak “sorumluluk” almakla mümkün olabilir. Kendi eyleminin sorumluluğunu alabilmiş insan özgür olabilir. Kendi “kısıtlanmış”, “sınırlanmış” ya da romandaki gibi “yapışkan” varlığına, bu yapışkanlığın müsebbibi olan “dünyaya” düşman olmak özgürleşmeyi mümkün kılabilir. İnsanın özgürleşmesinin yolu, kendi eyleminin hem öznesi hem de sorumlusu olmasıdır. Bu harekete geçme süreci, eylem ve sorumluluk üstlenme, insan ile etkinliğinin sonuçları arasında doğrudan/kaynaşmış bir ilişkinin kurulma sürecidir.

Sartre, insana “dünyanın ağırlığını” yüklemiştir. Dolayısıyla kendi yaşamımızı çok önemsiyorsak ideallerimize/özlemlerimize sadık kalmaktan, özgürlükten bahsediyorsak sorumluluk almaktan da bahsetmek zorundayız. Böyle bir sorumluluk ise yalnız başına değil, “başkalarıyla” hareket etmekle, “organize” olmakla alınabilir. Dolayısıyla bilinen tarihin “özgürlük” adına yürütülen mücadelelerin tarihi; toplumların, örgütlü olanların, organize olmuşların kendi yaşamının eğretiliklerini düzeltmek üzere aldığı “sorumlulukların tarihi” olduğunu bilmeliyiz.

ÖRGÜTLÜLÜK MÜ BİREYCİLİK Mİ?

Kendi yaşamının sorumluluğunu almaktan uzak, geleceğini kurtarmaktan yoksun, güçsüz ve çaresiz bireyciliğin, “örgütlü mücadelenin” zarar vereceği varsayılan “özgürleşme” pratiklerine verdiği zarar bin kat daha fazladır. Yalnız ve birlikten yoksun olanlarımız, kendi geleceğiyle ilgili kararları vermekten uzaktır. Verdiğimiz istisnai kararlar ise tam bir “sınırlanmışlık” içinde, bize dayatılan ve kuşatılan, yönlendirilen bir “geleceği”, sahte bir “mutluluğu” arzu etmemizin başkalarınca, yine örgütlü birilerince, koşullanmasından ibarettir. Yalnız olanlarımızın yaşamı verdiği kararların sorumluluğunu almaktan değil, sınırlı seçeneklerin hangisinde daha “mutlu” olacağını tahmin etmeye çalışmaktan ibarettir. Yalnız olanlarımız, kararlarının sonuçlarını ve sorumluluğunu üstlenme savaşında sadece kendisine güvenmek zorundadır. Organize olmanın/örgütlülüğün öbür ucundaki bireyciliğin bu sığınağında korku, şüphe ve umutsuzluktan başka bir şey yoktur.

Bugün, insanlığın önünde kapitalizmden, onun yerli/yabancı işbirlikçilerinden, devletlerinden ve siyasi hükümetlerinden kurtulmaktan daha önemli, daha öncelikli, daha görkemli bir hedef yoktur. Bütün enerjimizi ve yeteneğimizi yeni bir dünyanın, yeni bir uygarlığın temellerini inşa etme mücadelesinde harcamaktan daha gerçekçi bir özgürlük yoktur. Burada esas olan bu çabanın “bütün” içindeki anlamıdır. İnsan yaşamı “örgütlü” toplamlar içinde anlam kazanabilir. Çünkü taşı delen suyun gücü değil aynı noktayı döven damlacıkların sürekliliğidir.

Dolayısıyla ne “özgürlük” ne de “sorumluluk” tartışması bir kişisel denklem sorunu değildir. Kendi kararlarının sonuçlarını yalnız başına karşılamaktan, kısıtlanmış ve tecrit edilmiş bireycilikten fazlası da vardır. Bugün bunun için bir yanındakinden, sıra arkadaşından, atölye tezgahındaki kardeşinden güç alan yüzlerce, binlerce “örgütlü” genç de vardır. Başka türlü karar verebilme imkanının, kendi geleceğinin sorumluluğunu üstlenebilme iradesini gösterenler de vardır. Çok daha onurlu, çok daha sahici bir yaşamın peşinde enerjisini harcamaktan çekinmeyen, bu çabadan öğrenen ve geleceği inşa etme gücünü eline alanlar da vardır. Böyle bir yaşam, varsayılanın aksine epey “özgürleştirici”dir.

Evrensel'i Takip Et