06 Nisan 2022 05:54

Vebanın düşündürdükleri…

"Şair Francesco Petrarca’nın gelecek kuşakların daha mutlu olacağı, kendi yaşadıkları kadar ağrı ve ıstırap görmeyeceği, kötülüklere tanık olmayacakları yolundaki iyimser öngörüsü tutmamıştır."

Fotoğraf: Pixabay

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

Tarihin en büyük pandemisi kabul edilen ve “Kara Ölüm” olarak bilinen büyük veba salgınını yaşamış olan Orta Çağ’ın ilk hümanist şairi Francesco Petrarca: “Oh, mutlu gelecek kuşaklar! Bizlerin tanığı olduğumuz, ancak masallarda olabilecek acıyı, elemi sizler görmeyeceksiniz. Ne mutlu sizlere…” demektedir. Petrarca, bir yandan 200 milyon insanın öldüğü veba trajedisindeki acıları vurgularken, bir yandan da olanca iyimserliği ve tarihin hep iyiye gideceğine olan inancıyla, gelecek kuşakların acı ve ıstıraptan ari, mutlu kuşaklar olacaklarını düşünmektedir.

Kara Ölüm doğudan gelmiş, 1320’lerde ilk önce Çin’de görülmeye başlanmışken, bir süre sonra da tüm uzak doğu coğrafyası ve Hindistan’a sıçramıştır. Hem ticari gemilerle denizden hem de İpek Yolu ile karadan Avrupa’ya ulaşmıştır. Ancak 1346’daki şimdiki Ukrayna içinde yer alan ve Cenevizler’e ait olan Kefe kalesinin kuşatması, vebanın Avrupa’ya yayılmasında önemli etkenlerden biri olmuştur. Doğudan gelerek kaleyi kuşatan Altınordu Devleti ordusunda veba patlak verince, komutan Cani Bey, ölen askerlerin cesetlerini mancınıkla kalenin içine gönderilmesini emrederek dünyada ilk biyolojik savaşı da başlatmıştır. Kaleyi terk ederek deniz yolu ile Avrupa’ya kaçan halk heybelerinde vebayı da taşımıştır. 1347 Ekim ayında İtalya ve Fransa limanlarından başlayarak Avrupa içlerine giren veba, birkaç yılda kıta nüfusunun üçte birini silip süpürüp büyük bir kırıma yol açmıştır.

Çaresizlik içinde, en büyük otorite olan kiliseye koşan halka, din adamları tarafından, tanrıya ibadet ve dua etmek önerilmiş ancak kara yazgı değişmemiştir. Rahipler, vebanın, günahkar kullar için tanrı tarafından gönderilen bir ceza olduğunu söyleyerek, kalabalıkların katıldığı ayinlerle toplu ibadetler yapmışlar, ne var ki bu hareketler durumu daha da vahim kılmıştır. Kalabalıklara girenler hızla vebaya yakalanmış hem başkalarına bulaştırma hem de birkaç gün içinde ölüm olmuştur. Din adamları “vebanın tanrısal ceza olduğu” iddialarıyla aslında kendi ayaklarına sıkmışlar ve her durumda kaybedecekleri bir dikotomiye sürüklenmişlerdir. Çünkü, vebanın şehre yayıldığı haberleri geldiğinde, rahiplerin önünde iki yol kalmıştır: Ya bekleyip vebaya yakalanacaklar ya da kaçıp gideceklerdir. Her iki durum çok güvenilen baş tacı edilen bu insanların günahkar olduklarını gösterecektir, bu da, dinsel açıklamaları, kuralları sorgulama ve yüzlerce yıllık güvenin sarsılması anlamına gelecektir.

Ölümler öylesine fazlaydı ki mezar kazacak, cesetleri gömecek birini bulmak epey güçleşmişti, bu durum arz-talep dengesi içinde mezar kazıcılığını yüksek gelirli bir meslek haline getirmişti. Ömürlerinde görmedikleri paraları kazansalar da ne yazık ki pek çoğu vebaya yakalanmış ve kazandıklarını harcayamadan “her ihtimale karşı kazdıkları” kendi mezarlarına gömülmüşlerdir.

Bu dönemde toprağı işleyecek yeterince insan bulunamayınca, emeği kıymetlenen bir başka grup da köylüler olmuştur. Yüksek kazanç elde ettikçe çiftlikler, araziler satın alıp kendi yararına çalışmaya başlayan köylüler adeta sınıf atlamıştır. Hem özgürlük hem para kazanan köylüler, “haddini aşarak” aristokratların giydiği kıyafetlerden de satın alıp, refahın tadını çıkarmışlardır. Tüm bunları içlerine sindiremeyen aristokratlar, veba salgını azaldığında ilk iş olarak köylülerin emeğini ucuzlatmak ve vergisini artırmak için yöneticilerle işbirliği yapsalar da, kazanımlarından vazgeçmeyen köylüler isyan ederek karşı durmuşlardır. Avrupa, veba sonrası pek çok yerde patlak veren köylü isyanlarıyla sarsılmıştır. “Hiç olmazsa köylüler gibi giyinmeyelim, farklılıklarımızı ortaya koyalım” diyen aristokratlar terzilerinin yolunu tutmuş ve abartılı kıyafetler diktirme yarışına girmişlerdir. Veba sonrası giyimde modanın doğuşu bu şekilde başlamıştır.

Veba nedeniyle zengin toprak sahibi erkeklerin ölmesi eşlerini dul, kızlarını da yetim bırakmıştır. Ancak bir süre sonra “iş başa düştü artık” diyerek, kocalarının işlerini üstlenen kadınlar iş yaşamına atılmış, ticareti öğrenmiş ve toplumsal statülerini görece yükseltmiştir. Baba otoritesinden, koca otoritesine giren kadın imajı yerine, kendi kararlarını verebilen, eşini seçen, iş anlaşmaları yapan kadın figürü ön plana çıkmıştır. Bu yaşananlar fiili durum olsa bile, kadına karşı toplumsal toleransın artması söz konusu olmuştur.

Veba döneminde başka bir gelişme de hasta kadınlara hizmet verecek kadın bakıcıların bulunamaması nedeniyle, erkek bakıcıların kadın hastalara hizmet vermesi olmuştur. Bu şekilde, evlilik dışında erkeğe tamamen kapalı olan kadın bedeni, sağlık nedeniyle de olsa ilk kez açılmıştır. Erkek bakıcılar, kadın hastaların yeme içme dışında, banyo, tuvalet, giyim gibi öz bakımlarına yardım etmiştir.

Veba döneminde herkes can derdine düşmüşken, dünya malına tamah eden toprak sahipleri ve tüccarlar sayesinde yıldızı parlayan bir başka meslek de noterlik olmuştur. Malı mülkü çok olup ölümü yakın gören zenginler, vakitsiz bir ölümle varlıklarının ortada kalmasına tahammül etmeyerek mirasçılarını belirlemek için noterlere koşmuşlardır. Şair Petrarca’nın babası Ser Petrarca da bir noterdir. Noter babanın en iyi arkadaşı olan şair Dante’nin Francesco Petrarca üzerinde büyük etkisi olmuştur. Ustası Dante’nin Beatrice aşkı gibi Petrarca’da kilisede çalışırken Laura’yı görür ve aşık olur. Ancak veba salgını sırasında platonik aşkı Laura’nın ölümü şairi derinden sarsar: "Ruhu artık ondan ayrılmış bulunduğu için gözlerinde, budalaların ‘ölüm’ dedikleri tatlı bir uyku hali vardı. Güzel yüzünde, ölüm bile güzel görünüyordu.”

Francesco Petrarca, Susanna Tamaro’dan 600 yıl kadar önce “Yüreğinin götürdüğü yere git ve mutlu ol!" diyerek Avrupa’yı dolaşmaya başlamıştır. Vebadan kaçtığı için uzaklara gittiğini söylese de gezmek, görmek, antik kültürü araştırmak amacıyla yaptığı geziler nedeniyle Petrarca tarihteki ilk turist olarak da anılmaktadır.

Şair Francesco Petrarca’nın gelecek kuşakların daha mutlu olacağı, kendi yaşadıkları kadar ağrı ve ıstırap görmeyeceği, kötülüklere tanık olmayacakları yolundaki iyimser öngörüsü tutmamıştır. Şairin 70 yaşında ölümünden, günümüze kadar geçen 700 yıllık dönemde, insanlar, yüzlerce büyük savaş, onlarca pandemi ve insan eliyle yaratılan sayısız felaket görmüştür. Dünyanın, insanlığın ve tüm canlıların varlığı hiç olmadığı kadar tehlikededir.

Ahmed Arif’in “….uzay çağında bir ayağımız,/ Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri...” dizeleriyle vurguladığı yoksulluk, eşitsizlik ve sömürü, dünyanın barış içinde insanca yaşanabilir bir mekan olmasının önünde, hâlâ en büyük engeldir.

Şair Francesco Petrarca yaşadığı çağın felaketlerinden sonra onlarca eser kaleme aldı, şiir yazdı. Ancak Thedor Adorno’ya göre "Auschwitz'den sonra, şiir yazmak (bile) barbarlıktır.”

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI