ODTÜ’den bir araştırma görevlisi: Üniversitelerdeki güvencesizlik ve piyasalaşma
Rektör Yardımcısı sıfatlı kişi “Eğitim bu! eğitim bu!” diye bağırarak kendisini protesto edenlerin üzerine yürüyordu. Hayır eğitim bu değil, hiçbir zaman da olmayacak.
Fotoğraf: Pixabay
ODTÜ’den bir araştırma görevlisi
“Ah, bir sürekli olsa şu iş. Gerçi parası fazla değil ama yine de bitmesin de isterdim. El ilanlarının çağırdığı külüstürler otoyoldan gelmeye devam ediyor. Pamuk çantan var mı? Hayır. Öyleyse bir dolar. Yalnızca elli kişi olsaydık bir süre burada kalabilirdik. Ama beş yüz kişi var. İş hemen biter. Bir zamanlar bir adamla tanışmıştım. Hiçbir zaman çantaya verdiği parayı çıkartamamış. Her işe girişinde yeni bir çanta alıyormuş ama o çanta parasını çıkartamadan tarla bitiyormuş.” (Steinbeck, 2012, s.431)[1].
“ONLARA GÖRE AKADEMİSYENLER ÜCRETLİ KÖLE”
John Steinbeck ünlü romanı Gazap Üzümleri’nde 1929 krizinin gölgesinde ABD’de yaşayan emekçilerin yaşam mücadelesini, oradan oraya iş bulmak için savruluşlarını anlatır. Bugün bu güvencesizlik ve savrulma duygusu Türkiye’de yaşayan emekçilerin de ruh haline dönüşmüş durumda. Nişantaşı Üniversitesinden onlarca araştırma görevlisi ve hoca üniversite içinde yaşadıkları haksızlıklara karşı bir araya geldikleri ve aynı işi yaptıkları devlet üniversitesindeki akademisyenlerle eşit ücret talep ettikleri için işten atıldılar. Bu işten çıkarmalar üniversite eğitiminin ticarileştirilmesinin akademik bilgi üretiminin de piyasaya endekslenmesinin bir sonucu. Onlara göre akademisyenler bu ticarethanenin ucuz iş gücü, ücretli köleleri olmak zorunda. Bunu reddedenler de kapı önüne koyulmalı.
Bu durum yalnızca vakıf üniversiteleri için geçerli değil, devlet üniversitelerinde çalışan bizler de benzer sorunlarla yüz yüzeyiz. Araştırma görevlileri 50d adı verilen güvencesiz bir kadro altında çalıştırılıyor. Sözleşmeleri yıllık olarak yenileniyor ve en iyi ihtimalle (eğer arada akademik başarısızlık, disiplinsizlik gibi sebeplerle atılmazlarsa) doktoralarını tamamladıklarında işten atılıyorlar. Sosyal ve Beşeri bilimler piyasaya yeteri kadar entegre olamadıkları için yani “iyi para getirmedikleri için” üniversite içerisinde ayrımcılığa uğruyor, istedikleri hoca ve asistan kadroları verilmiyor, konferanslara gitmeleri zorlaştırılıyor, ödenek alamıyorlar. Fakülte yönetimleri, üniversite yönetimleri gibi üniversite bileşenlerinin iradesi hiçe sayılarak yukarıdan atanıyor. İtiraz edenler soruşturmalarla, işten atılma tehditleriyle yüzleşiyor.
“EĞİTİM BU DEĞİL”
Akademisyenleri güvencesizliğe iten, onları değersizleştiren üniversitelerdeki piyasalaşma öğrencilere ve çalışanlara da geleceksizlik ve mutsuzluktan başka bir şey vadetmiyor. Üniversitemizdeki yemekhane sorunu bunun en güncel örneklerinden biri. Yemekhane çalışanları yetersiz personel nedeniyle ağır çalışma koşulları altında binlerce öğrenciye yemek çıkarmak için çabalarken öğrenciler uzayan sıralarla, lezzetsiz yemeklerle ve artan yemekhane fiyatlarıyla karşılaşıyorlar. Bunları protesto ettiklerinde fişleniyor ve soruşturmaya uğruyorlar. Birçok öğrenci derslerinde başarı olma kaygısının yanında mezun olduklarında iş bulamama tehlikesinin de stresini üniversite yıllarının başından itibaren yaşıyor. Ülkedeki ve üniversitedeki piyasalaşma hepimizin hayatlarını cehenneme çeviriyor. Nişantaşı Üniversitesinde işten çıkarılan asistanlar kendisini protesto ettiğinde Rektör Yardımcısı sıfatlı kişi “Eğitim bu! eğitim bu!” diye bağırarak kendisini protesto edenlerin üzerine yürüyordu. Hayır eğitim bu değil, hiçbir zaman da olmayacak. Biz bu piyasa düzenini hep beraber değiştireceğiz.