13 Nisan 2022 04:44

Hekimlik kutsal mıdır?

Hekimliğin tarihinde mistik döneme vurgu yapan kutsallık söylemi günümüzde geçersiz, hatta kutsal olması da gereksiz, ayrıca “kutsalın eleştirilememesi” nedeniyle de riskli bir ifadedir.

Fotoğraf: Pixabay

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

Sağlıkla ilgili mesleklere genel olarak “kutsal” denilse de bu söz, özellikle de hekimlik mesleği için kullanılan yaygın bir sıfattır. Hemen herkesin peşinen kabul ettiği bir söylem olan “Hekimlik kutsal bir meslektir” sözü üzerinde pek de düşünülmemiştir. Peki kutsal ne demek? Bir mesleği kutsal yapan şey nedir? Kolaylıkla anlaşılacağı gibi “kutsal” kavramı, Tanrı ile kurulan bir bağdan doğmakta ve “Tanrı’ya adanmış” ya da “tanrısal olan” anlamına gelmektedir. Manevi açıdan değerli inanç veya dinsel anlayışlar “kutsal” olarak nitelenmektedir. Kutsal sözcüğünün kökü olan “kut” Türk, Moğol, Altay Şamanizmi’nde ve halk inancında Tanrı’dan kaynaklanan ilahi enerji ve yaşam gücü anlamlarına gelmektedir.

Hipokrat dönemine kadar hastalıkların nedeni, insan bedeni ile ilgisi olmayan, ilahi güçlerden kaynaklanan tanrısal bir ceza idi. Dolayısıyla asıl odaklanılması gereken hasta insan veya onun bedeni değil, ilahi güçler/tanrılar olmalıydı. Tedavinin anahtarı, hastalığı veren tanrıların elindeydi. Tanrılara, onların istediklerini yapacağımıza dair söz verip, iyi niyetimizi de onlara adakta bulunarak gösterirsek, Tanrıları ikna edebilir ve hastaları iyileştirebilirdik. İşte, dönemin hekimi, Tanrı ile hasta arasında “arabulucu” gibidir, aynı zamanda, hastanın tanrıların yolundan gideceğinin de “garantörü”dür. Hekimin temel becerileri, tanrılarla bağ kurabilmesi, dualar, adak ve kurbanlarla onları ikna edebilmesi ve hastalara bu süreçte rehberlik etmesi gibi ağırlıklı olarak inançsal becerilerdir. Kendisi de bu gelenekten gelen Hipokrat, “Hastalıkların doğal ve rasyonel nedenleri vardır” diyerek, hekimlik etkinliğini, hekim-Tanrı ilişkisinden, hekim-hasta ilişkisine taşımıştır. Hastalıklar, gökten inen bir ceza değil, insanın bedeninde oluşan bir bozukluktur. Peki ne bozulmaktadır? Hipokrat’a göre vücuttaki “doğal denge” bozulmaktadır ve bu da çoğu kez bizim yaşam tarzımızla ilgilidir. Hipokrat ile başlayan hekimliğin dünyevileşmesi süreci, Orta Çağ atmosferinde yeniden tersine dönmüş, özellikle İsa peygamberin iyileştiriciliğinin rol model alınması, hekimlik etkinliğinin ilahi/kutsal kabul edilmesine yol açmıştır. Hatta hekim olmayan ve “aziz” denilen önemli din adamları belli başlı hastalıkların iyileştiricileri olarak kabul edilmiştir. Örneğin; Aziz Etienne, ateşli hastalıkları; Aziz Meen, uyuz hastalığının; Aziz Roche, vebanın; Aziz Claire ise göz hastalıklarının iyileştiricisidir. Öyleyse bu azizlere dua ederek, mucizevi iyileşmeleri beklemek gerekir. Orta Çağ'da bir yandan da hekimlik, dinin bir gereği gibi görülüp, manastırlarda hasta ve yoksullar için mekanlar inşa edilerek, din temelli hekimlik yaygınlaştırılmıştır. Hastalar için manastır bahçelerinde yetiştirilen şifalı bitkilerle de desteklenen manastır tıbbı, en büyük başarısını rahip Gregor Mendel ile göstermiştir. Mendel manastır bahçesinde yetiştirdiği bezelyeler üzerinde yaptığı çaprazlama deneyleri ile genetik biliminin temellerini de atmıştır. 

Rönesans ile başlayan özgürleşme süreci, hekimliğin sadece dinsel dogmalardan uzaklaşması ile değil, Hipokratik tıbbın sorgulanıp, geçersizleşmesi ile de sonuçlanmıştır. Dönemin yükselen hekimlik anlayışı olan deneysel tıpta, her şey somut ve test edilebilir olduğu için dinsel kavramlara yer yoktur. Sigmund Freud’un psikanalitik teorisiyle, hastalıkların biyolojik boyutu yanında, ruhsal boyutunun da hekimlik alanına dahil edilmesiyle bütüncül bir hekimlik anlayışı ortaya çıkmıştır. Ancak 19. yüzyıl sonlarına kadar dönemin tıbbında sadece dinsel argümanlar değil, sosyal bilimler hatta etik bile, hekimliğin dışında kabul edilmiştir. Etiğin hekimliğin dışında görülmesi, hekimliğin değer dışı gelişmesine yol açmış ve hekimliği büyük çıkmazlara sürüklemiştir. Özellikle, insanlar üzerinde yapılan kontrolsüz ve tehlikeli tıbbi deneyler, bu yaklaşımın trajik yansıması olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi doktorların, büyük çoğunluğu Yahudi olan esirler üzerinde yaptığı korkunç deneyler, bırakın hekimliğin kutsallığını, tam tersine tehlikeli bir savaş aracı olabileceğini de göstermiştir. En az 100 bin esir bu deneyler nedeniyle can vermiştir. Savaş sonrası Nazi hekimlerin yargılandığı Nürenberg Mahkemesi’nde ifade veren kurbanlar: “Askerlerin bize düşmanlığını biliyorduk ama bize ilaç veren, deneye alan hekimlerin bize bir zarar verebileceğini aklımızdan bile geçirmemiştik… Bir hekim insana nasıl zarar verir ki?” Mahkemede yargılanan 23 hekimden 7’sine “insanlığa karşı suç işlemekten” ölüm cezası verilmiştir. Amerikalı biyoetikçi Arthur Caplan bu durumu “tıbbın çıldırması” olarak değerlendirmiş ve konu ile ilgili yazdığı kitabına: “Tıp Çıldırdığında: Biyoetik ve Holokost” adını vermiştir. 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, genel olarak modernite ile birlikte, dönemin çağdaş tıp anlayışı da postmodern eleştiri fırtınasından nasibini almış ve hastaların korunması ve güvenliği temel kaygılardan biri olmuştur. Özellikle insanlar üzerinde yapılan deneyler etik kurulların iznine ve denetimine bağlanmış, deneye katılan insanın yararı ve esenliğinin, toplumun, bilimin ve tıbbın yararından önce geldiği kabul edilmiştir. 

Tıpta gerçekleşen bilimsel ve teknolojik ilerlemeler, devasa sağlık endüstrisinin ortaya çıkması, ulusal sağlık politikaları ve sosyo-ekonomik etmenler, hekim-hasta ilişkisini tümüyle dönüştürmüştür. Hekim bu bileşenlerin bir parçası olmuş ve hekimlik alanı üzerindeki kontrolü oldukça sınırlanmıştır. Maaşı ve özlük haklarıyla bağlı olduğu sistemin bir parçası olan hekimin sorumlulukları, hastayla sınırlı kalmamış, kurumuna, işverene, topluma vs. sorumlulukları da gündeme gelmiştir. Hekim, görece statü kaybı ile birlikte, kendi mesleki bağımsızlığını korumanın çabası içine düşmüştür. 

Klinik tıpta da standartları belirleyen ve “liste tıbbı” olarak da tanımlanan, tanı ve tedavi kılavuzları, hekimliğin merkezine yerleşmiştir. Hasta haklarının önce uluslararası metinlerde tartışılması, sonrasında ulusal düzenlemelere konu olması da bu dönemde gerçekleşmiştir. Bu düzenlemelerle, herşeyi bilen ve karar veren gelenesel paternalistik (babacıl) hekimlik anlayışı yerine, hastanın desteklendiği, güçlendirildiği ve karar verdiği paylaşımcı hekimlik anlayışı baskın olmaya başlamıştır.

Hekimliğin tarihinde mistik döneme vurgu yapan kutsallık söylemi günümüzde geçersiz, hatta kutsal olması da gereksiz, ayrıca “kutsalın eleştirilememesi” nedeniyle de riskli bir ifadedir. Hekimlik, özünde seküler ve dünyevi bir uğraş alanıdır, dolayısıyla semantik olarak “kutsal” nitelemesi doğru değildir. Bir metafor olarak “kutsal” sözcüğü, hekimliğin insana yarar sağlayan, acı ve ıstırabını dindiren özelliğine vurgu yapıyor olsa da gerçekçi bir tanımlama değildir. Ayrıca, 152 sözcükten oluşan Hekimlik Andı’nda kutsal sözcüğü yer almamaktadır.

Ahlaki bir varlık olarak insan, bilim, sanat, kültür ve teknik gibi insani değerleri ortaya koyma, gerçekleştirme olanağını taşıdığı için değerlidir. Bu değerin ifadesi de insanın sahip olduğu onurudur. Hekimlik, onur sahibi bir varlık olan insanın, değerini koruyan/koruması beklenen bir meslektir. Bu mesleğin uygulayıcıları olan hekimler de “insanın değerini” bilmeli ve her zor durumda, insanın değerini koruyan eylemi keşfetmelidir.

Hekimlik kutsal değil, değer koruyan bir uğraş alanıdır.

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI