Prof. Dr. Fikret Adaman: Yapısal sorunlar palyatif önlemlerle çözülemez
Yapısal problemler böyle o an akla gelen cin Ali, cin Ayşe fikirleriyle düzeltilemez, dolayısıyla uzun soluklu bakmak lazım. Mevcut iktidarın da böyle bir bakışı yok.

Fotoğraf, Fikret Adaman'ın kişisel arşivi / Kolaj: Evrensel
Serpil İLGÜN
Gıdadan elektriğe, doğal gazdan ulaşıma gün gün altında ezildiğimiz pahalılığın gündelik alışkanlıkları nasıl değiştirdiğine dair birbiri ardına araştırmalar yayımlanıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin İstanbul Barometresi 2022 mart ayı raporuna göre İstanbulluların yüzde 45.6’sı kırmızı eti, yüzde 36.5’i ayçiçeği ve zeytinyağı ürünlerini artan fiyatlardan sonra hiç alamadığını ifade etti. Bu ürünleri süt ve süt ürünleriyle sebze, meyve takip etti. Rapora göre İstanbulluların yüzde 53.3’ü Türkiye ekonomisinin yakın dönemde daha da kötüleşeceğini düşünüyor.
Yakın günlere kadar güzel günlerin kapıda olacağını propaganda eden iktidar da artık ikna edici söylemlerde bulunamıyor. Enflasyonun önce ocak, sonra da nisan ayında tepe yapıp düşeceğini iddia eden Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, şimdi de aralık ayını işaret etti. “Güvenin”, “Sabredin”, “Sorunu çözeceğiz” soyutluğu, işe yaramayan KDV indirimleri, sorumlu gösterilen stokçular ve marketçiler başta AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, iktidar sözcülerinin konuşmalarının değişmeyen kalıpları haline geldi. Asgari ücretin arttırılması, gıda ve temel ihtiyaç ürünlerindeki zamların geri alınması gibi talepler göz ardı edilirken, istihdam, enerji, tarımsal destek “müjdeleri” ısıtılıp ısıtılıp yeniden tedavüle sokulmakta.
Türkiye neden yüksek enflasyon, işsizlik, pahalılık sarmalında? Kur korumalı mevduat hesabı propaganda edildiği gibi ilgi gördü mü, maliyeti kime yüklendi? Tavan fiyat uygulaması fayda sağlar mı? Güvenlik tehdidi, geçim derdinin üstünü örtebilir mi?
Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fikret Adaman’la konuştuk.
Önce arka planda ne olduğunu hatırlamak için soralım; Türkiye neden gün gün daha da kötüye giden yüksek enflasyon, yoksulluk, pahalılık, işsizlik sarmalının içinde?
Öncelikle yapısal sorunlarımızı ortaya koyalım. Bunların bir kısmı 1985’li yıllarda uygulamaya konan neoliberal politikalara kadar gidiyor, bir kısmı son 20 yıldaki süreçle açıklanabilecek işler. Öncelikle ekonomimizin yaklaşık 1/3’ü kayıt dışı. Çok ciddi bir oranda kayıt dışı çalışan işçimiz var. Bu ne anlama geliyor? Bir, vergi toplayamıyoruz bu sektörlerden. İki, kayıt dışı çalışan işçilerin iş güvencesi yok, sigortası yok, emekliliği yok. Bu işyerlerinin büyük kısmı kötü çalışma koşullarına sahip. Yani emek Türkiye’de çok uzun yıllardır kötü koşullarda, önemli bir kısmı da güvencesiz çalışmakta. Bir diğer önemli nokta, Türkiye’deki iş kazaları, iş hastalıkları dediğimiz çalışma hayatıyla ilgili sıkıntılarda oran çok yüksek. Günde yaklaşık dört işçi ölüyor ve artık bunu kanıksadık maalesef. Oysa buna isyan etmemiz lazım. Azalan gelirimiz artar veya pahalılığı düşürürsünüz ama giden can geri gelmiyor. Ve Türkiye’de sayı ikili, üçlü rakamlara çıkmayınca artık haber değeri bile olmuyor. Halbuki biliyoruz ki, yılda 1200’ler civarında -ki, bunlar kaydı tutulabilenler- emekçimiz ölmekte. Bunun yanında yine çok ciddi oranda sakatlanan var, işten kaynaklanan hastalık durumu var. Ve bu tablo artık yapısallaştı. 300 kişiyi kaybedeceğiz öyle gündeme mi geleceğiz? Ki bunlara da iş kazaları değil, iş cinayeti demek lazım.
Evrensel de iş cinayeti kavramını kullanıyor…
Hakikaten cinayet demek lazım. Tamam bunu sıfıra indirmek mümkün değil ama Türkiye gibi ülkelerdeki oranlar çok can yakıcı.
Üçüncüsü, Türkiye uzun zamandır düzgün vergi toplayamıyor. Topladığı vergi oranı oldukça düşük. Topladığı verginin de aşağı yukarı 2/3’ünü dolaylı vergi dediğimiz vergiler. Serpil Hanım da, Fikret Bey de, Ayşe Hanım da aynı oranda veriyor gelirinin ne olduğuna bakılmaksızın. Kayıt dışı sistemi vergileyemeyen devlet gidiyor herkesten aynı oranda vergi alarak vergi gelirlerini toplamaya çalışıyor. Düşük vergi; sosyal harcama, eğitim, sağlık gibi alanlarda daha düşük kaynak anlamına geliyor.
Burada tercih söz konusu değil mi? Elde edilen kaynağın nereye, nasıl harcandığı önemli, ne dersiniz?
Toplanan yüz birimlik vergi nerelere gidiyor bu daha siyasi bir konu, bunu yapısal problemlerin biraz daha dışında görmek gerekiyor ama son derece haklısınız.
Üçüncü başlık, emek piyasasına baktığımız zaman çok ciddi bir toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunu görüyorsunuz. Kadınların emek piyasasına katılımı oldukça düşük. Bunun çok ciddi toplumsal karşılığı var, kadınların emek piyasasında oran olarak çok daha az bulunuyor olmasının getirdiği problemleri de Türkiye yaşamakta.
Bir diğer konu tarım. Türkiye’deki tarım kesimi giderek erimekte. Şu an kırsal kesimde toprakla, hayvancılıkla uğraşan genç kesim neredeyse yok gibi. Tarımı eritmekteyiz ve bu devam etmekte. Bu konu da Türkiye gündemine gelmiyor. Üstüne üstlük Türkiye giderek iklim krizinin olumsuz sonuçlarını hissetmeye başladı, en fazla etkilenen sektör tarım sektörü ve bu giderek artacak. Türkiye’nin su sıkıntısı yaşayacağını da biliyoruz. Yani önümüzde karanlık bir gelecek var ve bununla ilgili çabalarımız çok çok az.
Sorunlar böyleyken iktidarın da sıklıkla propagandada kullandığı büyüme meselesi var. Nitekim geçen yıl yüzde 11 büyüme kaydedildi. Ekonomi büyürken, nasıl oluyor da giderek yoksullaşıyoruz?
2000’lerden sonraya baktığımız zaman Türkiye büyüdü ama Türkiye büyük ölçüde borçlanarak büyüdü. Türkiye’nin gerek iç, gerek dış, gerek özel sektörün, gerek hanelerin, gerek kamunun borçlanmasına baktığınızda ciddi bir sıkıntı görmektesiniz.
Bir diğer nokta, büyüme hep işsizlikle birlikte giden bir büyüme oldu. Bu Türkiye’ye has bir durum değil, benzer ülkelerde de bunu gözlemlemekteyiz, özellikle genç işsizlik daha yüksek bir oranda seyretmekte.
Büyürken yoksullaşma konusunda bir diğer yapısal soruna geliyoruz, o da Türkiye’deki gelir dağılımı hususu. Türkiye’deki gelir dağılımı oldukça kötü. Ve bu özellikle son bir iki yıldır daha da bozulma eğilimi içinde. Bunu GİNİ diye bir katsayıyla ölçüyoruz.
Nasıl hesaplanıyor?
GİNİ 0’la 1 arasında bir katsayıdır, sıfır olursa tüm haneler eşit gelir alıyor, 1 olursa bir hane tüm geliri alıyor, toplumun geri kalan haneleri sıfır alıyor diye düşünün. Türkiye’nin rakamı 0.4’lerde, yani oldukça kötü. Bu orana dünya açısından baktığımız zaman, gelir dağılımı bozuk bir ülkeden bahsediyoruz demektir. Ve bu son bir iki yıldır bozulma eğilimi içinde. Şunu da biliyoruz geliri düşük kesimlerin durumunun son zamanlarda daha da bozulduğunu görüyoruz.
Grafik: Fikret Adaman
Bir başka yapısal sorun sosyal politikalar. Son 20 yıla baktığımız zaman çok fazla sayıda, çok bölük pörçük sosyal politika aracı ile müdahale etmeye çalışıyor devlet. Ve inanılmaz bir işlem maliyeti getiriyor. Hak temelli uygulamaların da sayısı çok az. Mesela bir vatandaşlık geliri uygulamasına geçmediği için Türkiye, hak temelli bir uygulamanın gündemde olmamasının getirdiği ciddi sıkıntılar var.
Bu yapısal problemlere son dönemde çok ciddi bir risk artışı, güven sorunu eklendi. Gerek yurt içinde, gerek yurt dışında Türkiye’nin algısı açısından.
Güven sorunu neden kaynaklanıyor?
Güven sorununun oluşmasında kurumsal yapıların erozyona uğraması, örneğin Merkez Bankasının normalde 4-5 yıllığına getirilen yönetiminin sık değiştirilmesi, daha teknik konulara siyasi erkin çok sık müdahale etmesi gibi hususlar etkili oldu ve bu Türkiye’nin risk primini arttırdı. Bu da sanki ve korkarım ki yapısal bir probleme dönüşmüş durumda.
Büyüme konusuna şunu da eklemek istiyorum, Hükümet cephesinde büyümeyi inşaat sektörü üzerinden değerlendiren çok dar bir bakış var. İnşaatın beşeri sermaye anlamında geri dönüşü yok ki. Borç aldık eğitime yatırım yaptık, insanları eğittik, Türkiye’nin araştırma geliştirme kapasitesini yükselttik, beş yıl sonra ülkenin verimliliği arttı, öyle bir şey yok inşaatta. Siz yol yaptınız, havaalanı yaptınız, Kanal İstanbul yapacaksınız, ki böylece İstanbul’a gelecek olan gıdanın önemli bir kısmının üretildiği yerleri bitiriyorsunuz. Bu mantığı anlamakta zorlanıyoruz. Bu işlerin bir de çok ciddi bir ekolojik maliyetleri var.
Nasıl maliyetler?
Kötümser senaryolar çizerek moralleri bozmak istemiyorum ama gerçekleri de bir akademisyen olarak söylemek gerekiyor. İşler giderek daha kötüleşecek ve bununla ilgili kapsamlı ve uzun soluklu planların yapılması lazım. Türkiye’nin çok hızlı bir şekilde tarım konusunu masaya yatırması lazım ama maalesef bunların maliyeti daha sonra çıkacaktır diye iktidarıyla muhalefetiyle (Evrensel gibi gazetelerin hakkı ödenmez onları tenzih ederek söylüyorum) dikkate almıyoruz. Tarım hepimizi ilgilendiren bir konu ve 2030’lara geldiğimizde Türkiye’deki iklim krizinin etkisi çok daha ciddi olarak tarım sektörünü vurmaya başlayacak.
SORUNLARI BİRLİKTE DÜŞÜNMEK GEREKİYOR
Erdoğan, pahalılığı bir süredir kabul etmekle birlikte küresel faktörlerden, fırsatçılardan, stokçulardan söz ediyor, sabır telkin ediyor ve bir sürü retoriğe başvuruyor. Erdoğan’ın “eEnflasyon üzerindeki köpüğü alacağız” lafına gönderme yaparak soralım, Erdoğan retorikleri üzerindeki köpük alındığında yoksullaşmaya müdahale konusunda ne çıkıyor?
Sanki Mars’tan gelmiş, birtakım kötü, şeytan aracılar var, “5 liralık şey oluyor 20 lira, bunları asalım, keselim bu işleri düzeltiriz”le olmuyor bu işler. Bunu anlamak lazım. Niye aracı var, aracı olmazsa nasıl yürüyecek sistem, dünya bu işi nasıl çözmüş? Aracılık, depolama tarımda kaçınılmaz, pantolon üretip satmıyorsunuz, tarım ürünü dediğimiz ürünler, iki üç gün içinde, bilemediniz dört beş gün içinde tüketilmesi gereken ürünler. Şunu da unutmayalım, Türkiye’de 1/3 gıda çöp oluyor, Türkiye’de bir kısım belki açlıktan ölmüyor ama yeterli ve kaliteli besin alamıyor. Bütün bunları birlikte düşünmek gerekiyor. Şunu da vurgulayalım, Türkiye’deki toprağın kalitesi giderek düşmekte. Türkiye olarak maalesef tokadı yedikten sonra hareket eden bir toplumsal yapımız var. İktidarın da bu konuda gerekli adımları atmadığını müşahade etmeliyiz. Muhalefet bu konuda çok mu canla başla çalışıyor hayır, sivil toplumun ve sizler gibi gazetelerin yaptıkları dışında bu konu gündemde değil.
MALİYET BÜTÇEYE
Daha dört ay önce 2021 aralık ayında, kur korumalı mevduat sistemine geçilmiş, temelini ihracatın arttırılmasının oluşturduğu yeni ekonomik modelle enflasyon, pahalılık ve işsizliğin düşeceği vadedilmişti. Bunlar gerçekleşmediği gibi cari açık, enflasyon, işsizlik rakamları yukarı seyrediyor. Bakan Nebati enflasyonun düşeceği tarihleri sürekli revize ediyor. Kur korumalı sistem iddia edildiği gibi işliyorsa sorunlar neden büyüyor, modelin maliyeti kimlere yüklendi?
Maliyeti biz vergi verenler ödüyor! Çok ciddi rakamlardan bahsediyoruz, bunun da adalet açısından şöyle bir sıkıntı getirmesi söz konusu, faizle oynamadınız ama garantili sistemi getirerek bütçe üzerinden bu farkı ödüyorsunuz, dolayısıyla vergisini verenlerden bu parayı alıp mevduata parasını yatıranlara farkı ödüyorsunuz. Bunların bir kısmı da iş dünyası. Sabit ve dar gelirli kesimler üzerinde reel anlamda ciddi bir gelir kaybı olacak. Türkiye’nin kısa döneminde gelir dağılımının çok ciddi şekilde bozulacağından endişe ediyorum bu politikalar izlendiği takdirde, ki gündelik hayata baktığımız zaman bunun fotoğraflarını görmeye başladık.
Kur korumalı mevduat sistemiyle murat edilen ne?
Buradaki argüman şu, ben düşük faiz tutacağım, düşük faiz kurda yükselmeye neden olacak ama olsun. Kurdaki yükselme beraberinde ihracatımızın artmasını getirecek, artınca ne olacak cari açık düşecek, cari açık düşünce enflasyon düşecek. Mantık silsilesi bu. Tamam ama minik bir ayrıntı var ve bu minik ayrıntı Aşil’in topuğunda olduğu gibi en zayıf halkaya işaret ediyor, o da şu; Türkiye, ciddi miktarda yurt dışından ara mal ve enerji getirmek durumunda. Dolayısıyla kurunuz yükselince bu maliyetlere yansıyor. Maliyetlere yansıdığı anda da bu maliyet enflasyonu olarak karşınıza çıkıyor. Tabii ki ihracat artsın. Türkiye’de ihracat yapan kesim nemalanıyor olabilir bu durumdan. Diğer taraftan faizlerin düşük olması sayesinde gidip kredi alabiliyorsunuz, ama şu bağlantı kaçırılmış durumda: eğer bugün için resmi olarak mart ayı itibariyle yüzde 61 olan yıllık enflasyonunuzda siz resmi faiz rakamı olarak yüzde 15’leri veriyor, tüketiciye de yüzde 30’lar civarında kredi açıyorsanız, bu tüketimi pompalıyorsunuz, dolarizasyonu teşvik ediyorsunuz demek. Kurun alıp başını gittiği bir noktada kalkıp düşük faizle paramı yatırır mıyım, yatırmam. Yatırmayınca ne olur dövize, altına yönelirim, böyle olunca da maliyet enflasyonu artar çünkü Türkiye çok fazla dolar üzerinden ara mal kullanmak zorunda. Bunu kırmak için direndiler, direndiler garantili hesabı açtılar ama burada en önemli sıkıntı, bunun maliyetinin bütçeye yansıması. Sonuçta faizi arttırmış oldular bu sistemle.
TÜRKİYE HEM YÜKSEK ENFLASYON HEM DE RESESYON RİSKİ ALTINDA
İktidar pahalılığın ateşini düşürmek için KDV indirimlerine gitti ancak bir etkisi olmadı. Şimdi bir de yağ, şeker, bebek bezi gibi temel ihtiyaç ürünlerinde tavan fiyat uygulamasına gidileceği söyleniyor. Tavan fiyat bir rahatlama sağlar mı? Diğer yandan burada da bir maliyet söz konusu, yine cebimizden mi çıkacak?
Rahatlama sağlayabilir ama diyelim siz üreticisiniz aradaki farkı ya yine devlet ödeyecek ya da diyeceksiniz ki “ben 100 liraya üretiyorum, bana 70 liradan sat diyorlar, ben üretmem, kapatırım!” Siz yapısal problemlere daha palyatif önlemlerle çözüm getirmeye kalkarsanız bu çalışmaz. “Bunlar biriktiriyor” diye soğan depoları basıldı, zaten biriktirmek zorundasınız bu ürünleri! Yapısal problemler böyle o an akla gelen Cin Ali, Cin Ayşe fikirleriyle düzeltilemeyecek denli, tanımı gereği yapısal problemler, dolayısıyla uzun soluklu bakmak lazım. Mevcut iktidarın da böyle bir bakışı yok. Günü kurtarmaya yönelik, seçimler de yaklaşıyor, seçime endeksli bir zaviyeden bakıyor, bunun da tabii ki ciddi maliyetleri olacak.
O fikirlerden bir diğerini Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati açıkladı, enflasyon korumalı tasarruf hesabı üzerinde çalışıyoruz dedi. Bundan ne anlayalım, nasıl bir fayda umuluyor?
Bu yine biz devlet olarak enflasyonun maliyetini üstleniyoruz demek. Bu bir çözüm mü çözüm, ama uzun soluklu mu değil, kısa soluklu bir çözüm. Bunun maliyeti yine genel bütçeye yansıtılacak ve maliyet vergi ödeyenlerin omuzuna bindirilecek. Dolayısıyla ya yine enflasyonu kamçılayacak bir hareket ya da bir takım harcamaların kısılması anlamına gelecek. Nerelerden kısacaklar harcamaları bunu bilmiyoruz, eğitimden mi, askeri harcamadan mı, bilmiyoruz. Burada IMF’ye gidip, “Durum kötü gel bu işe çözüm getir” demek de mümkün ama onun siyasi maliyeti çok fazla, ona gitmeyeceklerdir. Fakat Türkiye ciddi bir stagflasyon yani hem yüksek enflasyon hem de resesyon riski altında, o da beraberinde ciddi işsizlik sorunları getirebilir.
Rusya-Ukrayna savaşının etkileri için ne öngörüyorsunuz?
Savaş nedeniyle enerji, gıda fiyatları üzerinde bir baskı var. Diğer taraftan savaşın getirdiği bir etki olacak, örneğin turizm gelirlerinde. Zor günlere giriyoruz dünya ve bölge olarak. İklim krizini hep gözardı ediyoruz ama vurmaya başlayacak. Merkez Bankası büyük ölçüde rezervlerini eritti kura müdahaleden dolayı, dolayısıyla bir sıkışmışlık var. Bu sıkışmışlık kaçınılmazdı ama bir iki hata yapıldı da bunlar oldu değil, yapılan tercihlerin, izlenen politikaların, borç üzerinden yapılan büyümenin getirdiği sıkıntılar. Bunun maliyetlerini kimin üzerine yıkıyoruz, kimler bunun yükünü çekiyor, bunu değerlendirmemiz lazım.
İktidar bloku ekonomik krize karşı güvenlik söylemi geliştiriyor ve “Vatan olmadıktan sonra az yesek ne olur, çok yesek ne olur” gibi retorikler kuvvetlendiriliyor. Güvenlik tehdidinin yeniden üretimi beklenen faydayı sağlar mı?
Bu daha çok siyaset bilimcilerin vereceği bir cevap. Bu tür politikalarla bir açıklama yapılıyor, bunu kim ne kadar alır, ne kadar kabul eder bilemiyorum. Uzmanlığım değil, ama tabii buna oynayacak. Sonuçta Türkiye’deki oy vermenin arkasında ekonomik saikler dışında başka saikler de var bunu biliyoruz. Dolayısıyla ekonomik sorunların etkisini hafifletmek isteyecekler.
Rusya-Ukrayna savaşının etkileri için ne öngörüyorsunuz?
Savaş nedeniyle enerji, gıda fiyatları üzerinde bir baskı var. Diğer taraftan savaşın getirdiği bir etki olacak, örneğin turizm gelirlerinde. Zor günlere giriyoruz dünya ve bölge olarak. İklim krizini hep gözardı ediyoruz ama vurmaya başlayacak. Merkez Bankası büyük ölçüde rezervlerini eritti kura müdahaleden dolayı, dolayısıyla bir sıkışmışlık var. Bu sıkışmışlık kaçınılmazdı ama bir iki hata yapıldı da bunlar oldu değil, yapılan tercihlerin, izlenen politikaların, borç üzerinden yapılan büyümenin getirdiği sıkıntılar. Bunun maliyetlerini kimin üzerine yıkıyoruz, kimler bunun yükünü çekiyor, bunu değerlendirmemiz lazım.
İktidar bloku ekonomik krize karşı güvenlik söylemi geliştiriyor ve “vatan olmadıktan sonra az yesek ne olur, çok yesek ne olur” gibi retorikler kuvvetlendiriliyor. Güvenlik tehdidinin yeniden üretimi beklenen faydayı sağlar mı?
Bu daha siyaset bilimcilerin vereceği bir cevap. Bu tür politikalarla bir açıklama yapılıyor, bunu kim ne kadar alır, ne kadar kabul eder bilemiyorum. Uzmanlığım değil, ama tabii buna oynayacak. Sonuçta Türkiye’deki oy vermenin arkasında ekonomik saikler dışında başka saikler de var bunu biliyoruz. Dolayısıyla ekonomik sorunların etkisini hafifletmek isteyecekler.
RİSK FAKTÖRÜNÜN ARTMASININ ARKASINDA POLİTİK ORTAM VAR
Bir yandan asgari ücretin, emekli maaşlarının, genel olarak ücretlerin arttırılması talebi var ama bu karşılanmıyor. Diğer yandan istihdamı arttırma “müjdeleriyle” patronlara yeni teşviklerden veya garanti ödemelerden geri adım atılmıyor vs. Bu şartlarda çubuğu halkın yararına bükmek için ne yapılmalı?
Bir kere bunların konuşulup tartışılabiliyor olması lazım. Teknik tartışmalar önemsiz değil ama insan hakları, demokrasi, özgürlükler temin ve tesis edilmediğinde, insanların korku içinde yaşamaya başladığı noktada, iktisadi hayat da ilerlemiyor. Enflasyonun üç nedeni vardır, talep, maliyet bir de Türkiye’nin risk faktörünün artması. Risk faktörünün artmasının arkasında da bu politik ortam var, bunu görmek lazım. Bunun altını çizdikten sonra oturup konuşmak lazım, bu sıkıntıları orta, yakın, uzun vadede nasıl aşabiliriz? Bu konuda muhalefetin de kapsamlı bir çalışması yok maalesef. Muhalefetin bu problemleri kitleleriyle tartışması lazım. Günlük tartışmaların ötesine geçip, sorunların kökenine, sorunların hangisi daha yapısal, hangisi daha güncel bunları tartışmadan, bunlara kısa, orta uzun dönemli çözümler getirmedikçe Türkiye ekonomisinin daha adil, daha sağlıklı, insana, çevreye daha duyarlı bir patikaya girme şansı yok.
Evrensel'i Takip Et