İşçi hareketinin seyri sempozyumu: Direnmeden kazanmak yok
Emek Partisi'nin düzenlediği ‘Grev ve Direnişlerin Işığında İşçi Hareketinin Seyri’ başlıklı sempozyumu, farklı iş kollarından işçiler, sendikacılar ve akademisyenlerin katılımıyla devam ediyor.
Fotoğraf: Evrensel
Eren ERGİNE
Hilal TOK
İstanbul
Emek Partisi'nin gerçekleştirdiği “Grev ve Direnişler Işığında İşçi Hareketinin Seyri” başlıklı sempozyum son oturumuyla devam ediyor. 3 oturumda tamamlananması planlanan etkinliğe farklı iş kollarından işçiler, sendikacılar ve akademisyenler katıldı.
Şişli Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi’nde gerçekleşen etkinliğin ilk oturumu, Gazeteci Hakkı Özdal moderatörlüğünde “Direniş ve eylemlerin odaklandığı talepler ekseninde güncel durum” başlığıyla yapılırken, ikinci oturum Gazeteci Bülent Falakaoğlu moderatörlüğünde “Dünyada ve Türkiye’de Emek- Sermaye İlişkisinin Güncel Durumu” başlığı altında yapıldı. Üçüncü oturumda ise Gazeteci-Yazar Nuray Sancar moderatörlüğünde, “Güvencesizleştirme ve ağır sömürü kıskacında işçi sınıfı” başlığı tartışılacak.
"HER ŞEY BU KADAR KÖTÜYE GİDERKEN BİR ÇIKIŞ YOLU, BİR IŞIK YOK MUDUR?"
Etkinliğin açılış konuşmasını Emek Partisi Genel Başkanı Ercüment Akdeniz yaptı. “Muradımız işçi eylemlerini birleşik ve örgütlü hale getirmek için iyi bir tartışma sağlamak” diyen Akdeniz, “Pandemi, ekonomik kriz ve savaşın olduğu bir dönemden geçiyoruz. Pandemide ölümüne çalıştı işçiler. Kapitalizmin sürekli bir biçimde ekonomik krizler üreten vahşi bir sistem olduğunu biliyoruz. Dünya kapitalizmin, emperyalizmin rejimini sürdürmek için yeni paylaşım savaşlarına girdiğini Ukrayna-Rusya savaşıyla da yeniden görmüş olduk. Elbette bu gelişmelerin faturası işçilere yoksullara bindiriliyor. Nedir bu fatura; yoksulluk, yıkım, açlık, rekabet, göçmen ve mülteci işçilerin daha fazla sömürülmesi, şovenizm… Bizlerin bu süreçte çokça tanık olduğu bir tartışma var. Her şey bu kadar kötüye giderken gelecek ne söylüyor? Bir çıkış yolu, bir ışık yok mudur?” dedi.
2022 yılının ocak ayında önemli bir işçi hareketinin başladığını söyleyen Akdeniz, “Örgütlü de olmayan işyerlerinde grevler, direnişler oldu. Bu bir ışık olabilir mi? İşte bunu görmek için bu sempozyumda bir araya geldik. İşçi hareketine mütevazı bir katkı sunması için… Çeşitli işkollarından, akademisyen dostlarımız aramızda onları dinleyeceğiz. Birlikte bir çıkış yolu bulmaya çalışacağız. Bu süreçteki eylemler uzunca süredir pasif ve protestocu tarzdan grev direniş ve işgallere yönelen ve doğrudan üretimi durduran eylemler biçime geçti. Bu önemli bir gelişmedir. Çoğunlukla enformel işyerlerinde, sendikalı, örgütlü olmayan yerlerde, daha önce TİS’lerin bağıtlanmış olduğu işyerlerinde zam talebi oldu. Bir domino etkisi olarak ‘Ek ücret istiyoruz, ücretlerin iyileştirmesini istiyoruz’ diyerek kamu ve sendikalı yerlerde de direnişler gördük. Daha da dibe giden bir ekonomik tablo ile karşı karşıyayız” diye konuştu.
"GREVLERİN ÖNÜNÜ ALMAYA ÇALIŞTILAR"
Bazı fabrikalarda işçilerin büyük işçi dalgasına katılmaması için hükümetin yeni teknikler denediğini söyleyen Akdeniz, “Grevlerin önünü almaya çalıştılar, bunlara devam edecekler. Ana işletmelerin nabzını tutmak için de bu sempozyum araç olacak. Proletaryanın ana gövdesi dediğimiz; ana işletmeler sendikal bürokrasi engeline de takılıyor. Amiral gemiler dediğimiz bu ana işletmeler ayağa kalkmış değil ve buralar ayağa kalkmadan olmuyor. Hükümet tek başına fabrikadaki işçilerin tek tek ücretleriyle uğraşmıyor korkunç bir zam dalgası da yapıyor” dedi.
Akdeniz sözlerini şöyle tamamladı: “TÜİK’i eleştirmek de bir suç kapsamına sokuldu. Burada sendikal bürokrasinin ve burjuva partilerin yaklaşımı yaşananlar karşısında durumu seçime havale etmek oluyor. 1 Mayıs’ta yüzbinlerin, emekçilerin ayağa kalkacağı ve siyaseti de değiştireceği bir 1 Mayıs için, demokratik bir halk seçeneğinin yaratılması için de bu sempozyumun etkisi olacaktır.”
DR. BİRELMA: 108 GREVİN 107’Sİ FİİLİ GREV
Emek Çalışmaları Topluluğundan Dr. Alpkan Birelma, 2022 Ocak ve Şubat fiili grev dalgasına ilişkin sunum yaptı. Birelma şu tespitleri paylaştı: “Biz bu grev dalgasını neden önemsedik? Birincisi burada yasal grevlere katılan 90’ların ortasından beri azalmış ve gittikçe düşmüştü. Yasal grevlerin bu kadar az olma sebebi; şüphesiz sendikasız çalışma. İkinci faktör ise AKP’nin özellikle son yıllarda da artan işçi hareketlerine dönük baskıları.” AKP’nin işçi hareketlerine baskılarını, “KHK ile işten atmalar, sendikacıların tutuklanması, işçi eylemlerine artan engellemeler, kendine yakın sendikalara destek, grevlerin yasaklanması” olarak sıralayarak bu işçi grevlerinin yasaklanma oranını yüzde 70 olarak ifade etti.
"BAĞIMSIZ SENDİKALAR ÖNE ÇIKTI"
Son dönemde Türkiye’de gerçekleşen fiili grevleri analiz eden Birelma şu tabloyu paylaştı: “Ülkemizde işçi mücadelesinin amiral gemisi metal sektörü. Daha sonra inşaat ve tekstil geliyor. Fiili grevler genel olarak bir günden az oluyor. Son dalganın heyecan vericiliği; savunmadan ziyade mevcut haklardan daha fazla hak talebi için yapılmış olması.”
108 grevde 107’sinin fiili, 1’inin yasal olduğunu ifade eden Birelma, “En az 23 bin işçi grevci idi. Bağımsız sendikaların destekleyici olarak bu grevlerde öne çıktığını gördük. En büyük nedenlerde; enflasyon fiili grevlerin arka planı, kuryeler ve sağlıkçılar için özellikle pandeminin etkisi çok bariz. Böyle bir süreçte işçi sınıfının ittifakı, sol sosyalistlerin ittifakı olarak keşke işçi sınıfının da 6’lı masasını kurabilsek” dedi. Birelma’nın ardından işçi söz alarak fabrikalarda yaşadıkları sorunları ve mücadele deneyimlerini anlattı.
DİRENEN İŞÇİLER ANLATTI
Karınca lojistik işçisi eylemlere başlamadan önce asgari ücrete çalıştıklarını belirterek, “Liman-İş Sendikasına gittik, o dönemde kuru maaşımız başka hiçbir hakkımız yoktu. Sendikamıza başvurduk. Fabrika içinde komite kurduk, arkadaşlarımızı örgütledik. Patron öğrenince 1 işçiyi işten attılar. Biz de iş durdurduk. Fabrikayı akşam 19.00’a kadar esir aldık. Onlar da çaresizce arkadaşımızı geri almak zorunda kaldı. Biz sendikal hakkımızın olduğunu söyledik. İlk kazanımımızdı. Sonrasında patron baskılara mobbinge başladı. Sendikanın yetki almaması için işkolu değiştirmek istedi. Tekrar direnişe geçtik. Kirli ellerinizi bizim üzerimizden çekin diyerek direndik. Direnişimizin sonunda yüzde 80’lik bir kazanım elde ettik” dedi.
"İŞÇİLER TOPRAKKEN SENDİKALAR GÜNEŞ OLMALI AMA SUYA İHTİYACIMIZ VAR"
Antep’te işten fabrikada işten atmalar olduğunda BİRTEK-SEN’in destek olduğunu söyleyen tekstil işçisi, “Gaziantep’te bu süreçte 35 fabrikada grev oldu. BİRTEK SEN daha mazbatasını almadığı halde bu 35 fabrikanın 32’sine gitti. Diğerleri zaten çok kısa sürdü. İşçiler çok korkuyordu, ilk yumruğu atmaya korkuyordu, ekmeği için yumruk atmaya korkuyordu. Sendikalı olmadıkları halde Antepli işçiler dışarı çıktılar ve ilk yumruğu attılar. Ekmeği için o yumruğu atıyorsa işçi, artık korkmaz” diye konuştu.
Bu süreçte BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen’in defalarca gözaltına alındığını belirten işçi, “Bir gün baktık BİRTEK-SEN kapısında sıralı araçlar, zaten her fabrika önünde çevik kuvvet, polis, işveren bizi her şekilde sıkıştırıyor. Daha yetmedi bir de sendika başkanını peşine adamlar taktılar. Biz işçiler toprağız, işveren bize ne tohum ekerse, ne hammaddesi koyarsa biz ondan birinci sınıf ürün çıkartırız. Şimdi bir zulüm, bir ahlaksızlık yapılacaksa gölgede yapılır. İşçiler toprakken, sendikalar güneş olmalı ama suya ihtiyacımız var” dedi.
Etkinlikte söz alan bir kurye, “İnsanlar neden kuryelik yapıyor. Öncelikle size iş ortağı olduğunuzu söylüyorlar. ‘Patronunuz yok’ diyorlar. TV reklamları gibi allayıp pulluyorlar. Ama işin arka tarafından yaptığınız işçilik ve işçiye saldırıyorlar. Grevler ücret tartışmalarından başladı ancak bunun yanı sıra hiçbir işçi arkadaşımız işten atılmayacak diye talepler vardı. Ekonomik talep kadar sınıfsal talep de vardı. Şu anda hizmet sektörünün işçileri birbiriyle rekabet ettiren sinsi yanından dolayı ilerlememiz, tam birliğimiz yok. Ama bunları aşabilmek için bu gibi sempozyumlar yapılıyor. Esnaf kuryeliğin yasaklanması, güvenceli, örgütlü çalışmayı daha çok tartışmamız gerekiyor. Bu uzun süreli bir süreç olacak” dedi.
"FİİLİ MÜCADELEYİ KENDİMİZ ÖRGÜTLEDİK"
Xiaomi patronunun daralma gerekçesiyle işten attığı işçiler de etkinlikte söz aldı. Örgütlenme sürecinde olumsuz koşulların işçileri mücadeleye ittiğini belirten Xiaomi/Salcomp işçisi, “Burada Türk Metal örgütlenme faaliyeti yürüttü. İşveren bunu öğrenince işten atmaya başladı tek tek. Bu süreçte 160’a kadar arkadaşımız işten atıldı. Ancak direnişle sendika içeriye girdi. Ama bir de olayın sendikal bürokrasi tarafı var. İşçilerinin hiçbir kazanımı korunmadı, TİS hazırlanmadı, hazırlanan taslağa işçiler dahil edilmedi, işçi temsilcileri atama yoluyla atandı. Maalesef bu süreç Çin sermayesinin yeniden 110 işçiyi atması ile sonuçlandı; küçülmeye gidiyorum diyerek. Biz fiili bir mücadeleyi kendimiz örgütledik. Sendikanın tutumu patronun yanında oldu. Biz atılan arkadaşlarla yan yana gelerek bir komite kurduk ve temsilciler seçerek sendikaya baskı uygulamaya gittik. Atılan işçilere içeriden destek gelmediği için bu mücadelemiz yenilgiyle sonuçlandı. Üretime dokunmayan eylemler yapıldığında, içeride bir örgütlülük olmayınca mücadelenin başarıyla sonuçlanması çok mümkün olmuyor. Önümüzdeki süreç fiili mücadelelere gebe, yine de bu süreç bize çok şey kattı” dedi.
Özgörkey fabrikasında işten atılan kadın işçi ise yaşadıklarını şöyle anlattı: “2018 yılında işe başladım, ben gelmeden sendikal örgütlenme vardı. Bu süreçte yetki alındı işçiye sormadan toplu sözleşme imzalandı. Ocak ayında asgari ücrete zam geldi, ücretlerimiz işçiler asgari ücretin altına düştü. Kabul etmedik eylemler yaptık. Yetkili Öz Gıda-İş Sendikası ne yaparsanız yapın ‘Zam yapılmayacak’ dedi. İşçilerin bir bölümüne zam yapılırken bir kısmına zam yapılmadı. O dönemde sendika arkamızda durmadı, her sendika işçinin arkasında durmuyormuş öğrendik. Gıda-İş sendikasıyla görüşme yaptık onlarda bize her zaman zam talep edebilirsiniz diyerek yanımızda durdular. Dilekçe yazdık, Öz Gıda-İş’i rahatsız etti bu durum. Tabi hemen ardından işten atmalar başladı. Bende onlardan biriyim, bir haftaya gelmeden 4 işçi tazminatsız işten atıldık. Peşini bırakmadık, işten atılan işçiler olarak çalışan arkadaşlarımızla görüşmeye devam ediyoruz. İşçi her zaman birlik olmalı, işçinin işçiden başka dostu yok. Bana ‘Sen atıldın niye uğraşıyorsun hâlâ’ diyorlar. ‘Mücadeleme devam edeceğim’ diyorum çünkü bana yaptıklarını diğer işçilere yapamasınlar diye.”
DOÇ. DR ONGAN: BİZ NE ZAMAN KRİZ DESEK İKTİDAR ÖNÜMÜZE BÜYÜME ORANLARINI KOYUYOR
Bülent Falakoğlu’nun moderatörlüğünde yapılan bir sonraki oturumda Akademisyen Nilgün Tunçcan Ongan, Çalışma ve Toplum Dergisi Yayın Yönetmeni Avukat Murat Özveri, Emek Partisi MYK üyesi İskender Bayhan ve akademisyen Özgür Müftüoğlu konuştu. Bu oturumda ilk konuşmayı yapan Nilgün Tunçcan Ongan, “Bizler, bu ülkenin emekçileri olarak bir bölüşüm krizi yaşıyoruz. Bu kriz seyri ve şiddeti itibariyle de eşine pek rastlanır olmayan nitelikte bir kriz. Biz ne zaman kriz desek iktidar önümüze büyüme oranlarını koyar. Birkaç hafta önce açıklanan yüzde 11’lik büyüme sanki bizim bütün sorunlarımızı, açlığımızı, yoksulluğumuzu geçersiz kılacakmış gibi propaganda ediliyor. Oysaki milli gelirden aldığımız payın azaldığı da ortada ancak bu gündem yapılmadı” dedi. Türkiye’nin sefalet endeksindeki yerinin her geçen gün arttığını belirten Ongan, “Bu bir sonuç. Bu sonucun kökenine bakacaksak; Uluslararası raporlara göre Türkiye işçiler açısından en zor, hakların sistematik olarak ihlal edildiği ülkelerden. Bölüşüm krizinin aslında burjuvazi lehine yürütüldüğünü görüyoruz. Avrupa’nın en uzun çalışma saatlerine sahibiz, Avrupa’daki en kısa hastalık izni bizde var. Bizdeki gibi en düşük ücreti de kimsede bulamayacağımızı da sundu bu raporlar” diye konuştu.
AKP’nin iktidara geldiği günden beri neoliberal çerçevede program sürdürdüğünü söyleyen Ongan, “Bu programın özü kapitalizm önündeki tüm engelleri kaldırmak. Öncelikli olarak işçileri bölmek, parçalamak, dağıtmak, otomize etmek, birbirine rakip hale getirmek, onları tekleştirmek var. Çünkü işçi sınıfı gücünü ortak iradesinden, ortak hareket etme kapasitesinde alan bir sınıf. Siz gücün kaynağını dağıttığınız zaman, sendikaları işlevsizleştirdiğiniz zaman kazanılmış hakları ortadan kaldırarak programın öngördüğü şekilde kapitalizm önündeki engelleri kaldırılması mümkün oluyor” dedi.
AV. MURAT ÖZVERİ: İŞ HUKUKUNDA HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEMİŞTİR
Av. Murat Özveri: “İş hukukunda dün bugündür, bugün de yarındır. Aslında hiçbir şey değişmemiştir. Değişmemiş derken. Bazı tabii değişiklikler var. 3008 sayılı kanun 36’da yürürlüğü girdi. Bugün de iş kanunu rejim kanunu. Bu kanun işçi ile işveren arasındaki ahengi sağlayacak diyorlardı Meclis’te. Şimdi dengeyi sağlayan diyorlar. 1910’a kadar iş hukuku değil, işçi hukuku kavramı var. Nasıl İşçi Sağlığı ve Güvenliği, İş güvenliği olarak değiştiyse, iş hukuku da böyle değişmiştir. Kıdem tazminatı 1950’de 5 yıldan 3 seneye düşürdüler ama bir de haklı fesih getirdiler. Kıdem tazminatında bir adım verip on adım geri döndüler. Sonra makbul sendikalar kurdular. O makbul sendikalarla uzlaşıp, işçi temsilciliğini tarihe gömdüler. Grevsiz sendikalar yasasını çıkarıp temsilciliği gömdüler” diyerek Türkiye’de tarih boyunca işçilerin yasal mevzuatlarla tırpanlanan haklarını hatırlattı. “Bu ülkenin vicdanı olacak sosyalist yok. Sosyalist akademisyen, avukat, doktor yok! Kararlılığa, inatçılığa, disipline sahip sosyalist kadrolar yok. O toprağın yeşerebilmesi, dünün bugün olmaması, yarının farklı olması için gerçekten sosyalist olmak gerekiyor” diyerek “İşçi Nazmi’nin dediği gibi toprak var, güneş var, su yok! O su sosyalistlerdir. Sosyalistler olmazsa o toprak kurur çatlar. Bu ülkeye iktidar olmayacaksa bile vicdan olabilecek sosyalist kadrolar lazım.”
ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU: UKRAYNA-RUS SAVAŞI KÜRESEL DÜZEYDE TÜM YOKSUL EMEKÇİLERİN HAYATINI ETKİLİYOR
“Savaş ahlaksız bir eylemdir” diyen Akademisyen Özgür Müftüoğlu, “Savaşı zaten kimse açıkça istediğini söyleyemez. En başta öldürmeyi, yağmalamayı, katliamları beraberinde getirdiği için savaş ahlaki değildir. Ancak sermaye birikimi, mülkiyete el koymaya dayalı bir sistemdir. Burada diğer devletleri sömürmek, yağmalamayı da gerektirir. Kapitalizmin var olabilmesi, doğaya, emeğe toprağa el koyması için mutlaka savaş başvurur. Savaşın bedeli var. Egemen sınıf, kapitalist sermaye için ulus-devletlerce gerçekleştirilen savaşların iki bedeli; ekonomik yönü, savaşın maliyetidir bir de insani maliyetidir” dedi. “2022 yılı bütçesine baktığımızda Türkiye’de silahlanma, askeri harcamaları için ayırdığı bütçe 350 milyar lira” diyen Müftüoğlu, “Buna karşılık hepimizin karşı karşıya kaldığımız, gıda krizi. Bir yıl içinde buna karşın tarım için ayrılan pay ise 43 milyar lira. Sermayenin amacına uluslar, hedefine savaş ile ulaşılıyor. Bedel bu kadar ağır olduğu halde, yoksul halklar için maliyet bu kadar yüksekken, halkın savaşı kabul etmesi için milliyet, din, mezhep, vatan gibi değerlerle ölmek ve öldürmek meşrulaştırılmak isteniyor. Ukrayna ve Rusya savaşında da küresel ekonominin çok önemli ayakları. Bu savaş sadece Ukrayna ve Rusya yoksul halkını etkilemiyor, küresel düzeyde tüm yoksul ve emekçilerin hayatını etkiliyor” diye konuştu.
İSKENDER BAYHAN: DİRENİŞ BAŞLAR BAŞLAMAZ VALİ, POLİS BÜTÜN GÜCÜYLE ORADA
Müftüoğlu’nun ardından söz alan EMEP MYK Üyesi İskender Bayhan: “Benden önceki konuşmacı arkadaşlar günümüz dünyasının sınıf çelişkileri sınıf savaşlarını temel almadan anlamak imkansız hale geldiğini vurguladılar. 21.yy ilk çeyreğinde önümüzdeki ikinci çeyreğinde de aksi mümkün değil. Emek sermaye çelişkisinin temel çelişki olarak kabul ettiğimizi belirterek başlamak istiyorum. Kalite çemberi toplam kalite yöntemi Hibrit çalışma, Kayzen sistemi, Çin modeli, Bangladeş modeli gibi aslında yine emek ve sermayenin temsilcileri kapitalistler ve işçiler cephesinden baktığımızda anlamları çok karşıt olan organizasyon biçimleri. Sömürünün bir fabrika ya da işyerindeki gerçekleşme biçimleri. İki temel itici güç vardır en yüksek artı değer ve en yüksek kara ulaşmaktır. Diğer itici güç ise işgücünün makinenin itici gücü olarak olabildiğince değersizleştirilmesidir” dedi. Çalışma ve yaşam koşullarında çok ciddi bir geriye gidiş yaşandığını belirten Bayhan, “Açlıktan ölmeyecek kadar bir asgari ücret, genelde asgari ücret açlık sınırı 1 yıl boyunca açlık sınırının üstünde tutulurdu. Şimdi ise 3 ayda 600 küsur lira altında kaldı. Bu çeyrek asırlık süreç emek sermaye çelişkilerini analiz edilecekse bu yüzyılın ilk çeyreğini dikkate alarak geleceğini de buna bakarak konuşmak zorundayız” dedi. Bayhan konuşmasını şöyle sürdürdü: “Genel olarak son dönem işçi sınıfının politik bilinci açısından şöyle kritik bir durum var. İşçilerin önemli bir kısmı haklarını alanlar fabrikalarına döndüler. Sendikal örgütlenmeye uzak durdular. Fabrikaya dönenlere dahi kapitalizm devlet ve demokrasiyi hızla tanıyıp bu nesnel durumla yüz yüze kalıyorlar. Daha direniş başlar başlamaz vali, polis bütün gücüyle orada oluyor. Son olarak bütün emekçilerin kazanması için bağımsız bir politik örgütlenme fikri ile birleşmesi gerekir. Geleceğin kazanılması bakımından ne biliyorsak hızla paylaşmak birliklerinin bir sınıf ve politik birliğe dönüşmesi için gece gündüz çalışmak zorundayız.”
"OFİS İŞÇİLERİNİN TARİHİ ÇOK YENİ DEĞİL ANCAK ÖRGÜTLENME DENEYİMİ YENİ"
Üçüncü oturumda, Nuray Sancar’ın moderatörlüğünde, Plaza Eylem Platformunda Gökçe Tatlısu ve Ahmet Gire, Teori ve Eylem Dergisi Yayın Yönetmeni Arif Koşar, Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Vakfından Nail Dertli ve akademisyen Sibel Karadağ konuşmacı oldu.
"Güvencesizleştirme ve Ağır Sömürü Kıskacında İşçi Sınıfı: Yeni Deneyimler ve Mücadele Arayışı" başlıklı oturumda ilk konuşmayı yapan Gökçe Tatlısu, şunları dile getirdi:
“Pandemi sürecinden sonra çok şey değişti. Ofis işçilerinin tarihi çok yeni değil ancak örgütlenme deneyimi yeni. Hizmet sektöründe bir müşteriye hizmet veriyorsanız, burada sadece hizmetinizi verdikten sonra çıkmak gibi bir şey yok. Örneğin fazla mesaiye kalmamak gibi bir lüksünüz olamaz. Çok fazla duygusal emek sömürüsünün hakim olduğu bir alan. Bugüne kadar gelişen sendikal kavramlar çok işlemiyor bu alanda. Örneğin maaşınızı gizlemek zorundasınız, birinize maaşınızı söylemeniz işten atılma sebebiniz olur. Sürekli yalnızlaştırılan, işte kalabilmek için bile bir başkasının üzerine basmak zorunda kalan bir çalışma sisteminden bahsediyoruz. Dolayısıyla bu yalnızlaşma karşısında, yalnızlığın kırılması için kişinin önce kendini örgütleyebilmesi önemli. İlk önce o psikolojik sınırın kırılması gerekiyor.”
Tatlısu’nun ardından devam eden Ahmet Gire ise, “Yazılımcıyım, yazılımcıların çoğu evden çalışıyorlar şu anda. Yazılımcıların direnişi genelde iş değiştirmektir. Emek ücretinin nasıl fiyatlanacağı, tarihsel konjonktürle de değişebiliyor” diye konuştu.
"Pandemi döneminde bol bol yazılı emeğine ihtiyaç duydu” diyen Gire, "Bir sanat eserinin nasıl satılabilir diye konuştuğumuz zamanlarda, yazılım araçları sürekli bedava, açık kaynak olarak dağıtılıyor. Bu araçların açık kaynak olması, genel zekanın o araç üzerinde geliştirme yapması, tam da şimdi sermaye birikimini hızlandırıyor. Black Friday'ler yapıldığında yüzlerce yazılım dönüyor arkada. Bu tüketimin hızla artmasını da sağlıyor. Madem yazılı üretim araçlarına herkes erişebiliyor, neden yazılımcılar kendileri için çalışmıyor da bunun çoğu ücretli olarak çalışan insanlar? Üretim araçlarından kopuş ve üretim tarzının kendi tarzlarını, normlarını dayatması da ücretli emek olmayı sağlıyor" diye konuştu.
"İŞÇİ SAĞLIĞINA TEKNİK BİR ALAN GİBİ BAKAN ANLAYIŞ VAR"
Nail Dertli ise güvencesizlik ve işçi sağlığı üzerine ise şunları söyledi:
"Sermaye, çalışma süresinin yasal sınırlarını zorlayamaya çalışıyor. İşçi sağlığına teknik bir alan gibi bakan anlayış var. İşçi sağlığına diar kararlar son derece nötr kararlar gibi ele alınıyor halbuki bunun böyle olmadığını, bu alanın emek ve sermaye arasındaki çatışmaların belirgin olduğu bir alan olduğunu görüyoruz.”
Dertli konuşmasına şöyle devam etti:
"İş cinayetleri ortaya çıkıyor ve işverenler işçiler ‘Tehlikelere karşı duyarsızlar ve kusurlu davranıyorlar’ diye gerekçe sunuyor. İş cinayetlerini önlemenin yolu onların davranışını değiştirmek gibi görüyorlar. Bu görüş akademi içerisinde nasıl kabul edilir hale geldi? Birinci Dünya Savaşı'nda mühimmat üretiminde iş kazalarını inceleyen bir araştırmada bazı işçilerin kişisel özelliklerinden kaynaklı iş kazalarına daha eğilimli olduğunu söylüyorlar. Yani endüstri için uygun olmayan işçilerin buradan tasfiye edilmesi gerektiğine varıyorlar. Bu akademik olarak çökertildi ki bunun yerine işçilerin risk alması diye bir kavram kullanılıyor artık. Esas itibarıyla iş kazalarının işçilerin kusurlu davranışlarından kaynaklandığı tezi Çalışma Bakanlığı’nın eylem planında da yer alan bir tez.”
"KAMPLAR KAPANDI, GÖÇMEN EMEĞİ KENTLERE SALIVERİLDİ"
“Üretim süreçlerine dair kurulan herhangi bir cümle, göçmen emeğini katmadığı sürece fotoğrafı tam olarak göstermez” diyen Sibel Karadağ, şunları dile getirdi:
"2010-2020 yılı arası, yerinden edilmenin rekor yılı olduğu bir dönem. Bu insanlar, savaştan, yoksulluktan, açlıktan yollara çıkmış insanlar. Türkiye’nin bu geniş fotoğraftaki özelliği, 3,7 milyon sığınmacının bulunduğu, dünyada en büyük mülteci nüfusunu barındıran ülke. Türkiye birinci olan ülke olarak, Suriyeli sayıları milyonlara varınca kamplar kapandı ve göçmen emeği kentlere salıverildi. 2014 yılı itibarıyla iskan politikasıyla, her Suriyeli gittiği şehirde kaydolacak ve kaydolduğu şehri de terk edemeyecek. Çünkü başka bir şehirde sağlığa ve eğitime erişemeyecek. Bütün illerde böyle bir iskan politikası devreye girdi ama işe yaramadı. Çünkü emek piyasasın talep ve ihtiyaçları bunun tam zıttıydı. Çalışma izni olmayan biri kayıt dışı istihdam edilir."
Türkiye’de kayıt dışı sektörün yüzde 80’den fazlasını göçmenlerin oluşturduğunu söyleyen Karadağ, “Bu kayıt dışılığın ve istihdamın en yoğun olduğu metropellere gelmek zorunda kaldı. Çünkü önünde hukuki kayıtsızlık mı, açlık mı ikileminde elbette aç kalmamayı seçiyor. Türkiye’de birçoğunun konuşmadığı, görmediği, fotoğrafın bir karesi bu. Bu insanlar emek piyasasına neden çekilmek istendi. Bu nüfusu yerli nüfusunun yanına eklemlediğinizde; kayıt dışı çalıştırarak maliyeti indirebiliyorsunuz, ücret hırsızlığını çok rahatça yapabiliyorsunuz, ücretleri çok daha alt düzeyde verebiliyorsunuz, yerli işçi sınıfının bütün kolektif hafızasını, direncini, birliğini kırabiliyorsunuz. Bu politika, sermayenin bir can simidi oldu” diye konuştu.
Karadağ şöyle devam etti:
"2018 yılına geldiğimizde, elinde kimliği olan, göç idareye kayıtlı, hukuki olarak legal statüsü var ama çalışma izni yok. Bu insanlar yavaş yavaş kendi içlerinde pasif direniş mekanizmaları kurmayı geliştirdiler. İşverenlerde ‘Artık Suriyelileri eskisi gibi çalıştıramıyoruz, artık yenilerine ihtiyacımız var’ dedi. Bu dönemde, Suriyeli emeğinin de minimum derecede sömürülemeyeceği anlaşılınca başta Afganistanlı, Pakistanlı, Angolalı pek çok mülteci ülkeye giriş yapmaya başladı. Bütün bu fotoğrafa baktığımızda o kadar tabakalaşmış, parçalanmış bir emek gücü görüyoruz ki. Bu fotoğrafta neden yan yana gelinmediğini anlamış oluyorsunuz. Çünkü kayıtlı ve kayıtsız bir Suriyeli aynı değil. Türkçe bilen ile Peştun bir Afganlı aynı değil. Yerli işçi sınıfıyla göçmen işçinin arasında yarılan bir fay hattı ve sürekli pompalanan parçalanmışlık, bu sömürü ağının yeniden üretilmesini sağlıyor."
"SON 20 YILDA İŞÇİLEŞME ARTTI"
Son konuşmacı olan Arif Koşar, Türkiye’ de son 40 yılda köklü bir değişim gerçekleştiğini belirterek, "Bu değişimin özü, Türkiye nüfusun ve istihdamın büyük kısmının tarımda yer aldığı bir toplumken, artık nüfusunun büyük kısmının tarım dışında yani kentte istihdam edildiği bir toplum haline geldi. Bu dönüşümü nüfus dağılımından da görebiliriz. Nüfusun yüzde 80’den fazlası artık kentlerde yaşıyor" dedi.
Kentsel nüfusun artmasıyla birlikte toplumsal hizmet alanının genişlediğini söyleyen Koşar, "İstihdam açısından önemli sonuçlardan biri de ücretli çalışmanın, işçileşmenin artmasıdır. Milyonlarca köylünün, küçük mülk sahibi esnafın, zanaatkarın kendi mülklerini kaybederek işçi sınıfına katılması anlamına geliyor. Son 20 yılda Türkiye çok daha kentli, çok daha ücretli hale geldi ve işçileşme radikal bir biçimde arttı. İşte bu işçileşme yeni işçi kitlelerinin toplumda daha görünür hale gelmesine sebep oldu” diye konuştu.
Bu yeni işçi kitlelerini açıklayan Koşar, "Türkiye bağımlı bir ülke ve ihracata ve dış sermaye girişine dayalı bir büyüme stratejisine sahip. Bu ihracat yapan sanayi sektörlerinde istihdamın artması anlamına geliyor. Yeni işçi kitlelerinin bir kısmı bu alanlarda istihdam ediliyor. Kentsel istihdam geniş bir hizmet sektörünü gerekli kılar. Yeni sektörlerle birlikte işçi sınıfının bileşiminde de kaçınılmaz değişiklikler yaşanıyor. Türkiye’de son otuz yılda dünyada ise 2. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan hizmet sektöründeki genişleme ile yeni kavramsallaştırma girişimleri oldu” dedi.