Prof. Dr. Ayşe Betül Çelik: Barış süreçleri liderlerin iki dudağı arasına sıkıştırılamaz
Türkiye’nin en baskıcı dönemlerinde bile barış gündemine destek yüzde 30. Bu kadar kötü dönemlerden geçtikten sonra bile hala yüzde 30’luk bir destek varsa, bu iyi bir şey diye okuyoruz.
Ayşe Betül Çelik | Fotoğraf: Kişisel arşiv
Serpil İLGÜN
Barışın imkan ve olanaklarını yaratma yolundaki çalışmalar geçmiş yoğunlukta olmasa da sürüyor. Bu çerçevede Prof. Dr. Ayşe Betül Çelik, Prof. Dr. Evren Balta ve Prof. Dr. Mehmet Gürses, Friedrich-Ebert-Stiftung (FES) Derneği Türkiye Temsilciliği’nin desteğiyle Barış Vakfı için “Kürt Sorununa Toplumsal Bakış (2010-2022)” başlıklı bir rapor hazırladı. KONDA Araştırma’nın verilerinin analizinden yararlanılarak hazırlanan rapor 2010 ile 2022 arasındaki on yılda Türkiye toplumunun Kürt sorununa ve çözümüne bakışını ve bu bakışa etki eden faktörleri ele alıyor.
Konuyu, Kürt Sorununun Kökeni ve Endişe Siyaseti, Ayrımcılık ve Toplumsal Kutuplaşma, Kürt Sorununda Kültürel Haklar, Kürt Sorununda Siyasal Haklar, Dış Politika ve Kürt Siyaseti, Kürt Sorununa Çözüm Yaklaşımları ve Müzakere Gündemi olarak altı başlıkta irdeleyen rapor, geride kalan müzakere süreçlerinin eksik ve yanlışlarını da irdeliyor. Rapora göre Türkiye’nin otoriterlik sarmalından çıkmamasının en temel nedenlerinden biri Kürt sorununa kalıcı bir çözüm bulunamaması ve sorunun içinde bulunduğumuz seçim sürecinde olduğu gibi, müzakere süreçlerinde de araçsallaştırılması.
Kürt sorununda güvenlikçi/askeri seçeneğe geri dönüş partiler ve seçmenler düzeyinde ne kadar destek görüyor? Kürt halkının eşitlik talebine nasıl bakılıyor? Barışçıl seçeneğe verilen destekten umut mu çıkarılmalı, umutsuzluk mu?
Yanıtlar için, raporu hazırlayan isimlerden, çatışma çözümü alanlarındaki çalışmalarından da tanıdığımız Sabancı Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Ayşe Betül Çelik’le konuştuk.
TOPLUMSALLAŞTIRILAMAYAN BARIŞ SÜREÇLERİ BAŞARILI OLAMAZ
Kürt sorununa toplumsal bakış raporunu hazırlatan itki ne oldu?
Herkesin bildiği üzere Kürt sorunu Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri. Zaman zaman göreceli olarak gündemde alt sıralara düşebiliyor ama sonuçta hepimiz yakın zamanda bu sorunun çözümüne dair içimizde umut yeşerten önemli bir süreçten geçtik, arkasından da hemen çok hızlı bir şekilde çatışmalı döneme geçiş yaptık. Biz bu sürecin başlangıcı ve bitiminden sonrasına, 2020’lere kadar olan sürecin resmini çekmek istedik. Barış sürecinin neden bittiğine dair birçok çalışma oldu ama genel olarak bu süreç topluma nasıl yansıdı ve 2005 sonrası gelen kutuplaşmış ortam, demokrasinin daralan alanı, barışa dair toplumsal duruşta nasıl bir etki yarattı? Özellikle toplumsal barış adına yapabileceğimiz bir şeyler var mı? Barışın aşağıdan yukarı yeşertilmesi adına bir giriş noktası var mı diye bakmaya çalıştık. O yüzden de bu çalışmada toplumsal algılara, Kürt sorununun önemli başlıkları olan haklar ve güvenlik eksenlerinin toplumca nasıl tanımlandığına dair farklı görüşlerin nedenlerini anlamaya çalıştık.
Kürt sorununa toplumsal algımızı belirleyen belli başlı unsurlar neler?
Bunu ikiye bölerek yanıtlamayı tercih ediyorum. Çünkü Kürt sorunu Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli sorunlarından biri ama kökenleri çok daha eskiye giden bir sorun. Özellikle Cumhuriyet döneminde hakim olan bir Sevr paranoyası var. Yine 2000’lerin başına kadar olan dönemde sorunun inkarı var. Dolayısıyla bu tür tarihsel bir kök bu bakışı etkiliyor. Özellikle kendisini etnik olarak Türk olarak tanımlayanlardaki korkular, sorunun tanımlanmasını ve bu tanımdan yola çıkarak sorunun çözümüne dair bakışı etkiliyor.
Bir de bağlamsal olarak belli başlı unsurlardan bahsedebiliriz. Bu da daha çok toplumsal ve siyasi ortamla ilgili bir şey. Elbette ki barış süreci devam ederken bir yumuşama görüyoruz, ama tekrar çatışmalı ortama geçildiğinde barış süreçlerine yaklaşımda daha katı bir duruş görüyoruz. Bir de raporumuzun en çok gösterdiği şey, bu sorundaki siyasi kutuplaşmanın, toplumsal kutuplaşmayı da tetiklediği ve çözüme dair algılarımızı şekillendirdiği.
Hatırlamak için soralım, gerek “Kürt açılımı”, “Milli Birlik Kardeşlik Projesi,” gibi adlarla anılan 2009-2011 arasındaki süreç, gerekse 2013-2015 arasındaki çözüm/müzakere sürecinde Türkiye toplumu Kürt sorunu ve sorunun barışçıl çözümü konusunda nasıl yaklaşımlar göstermişti?
Bu sürece başlandığında çok yüksek bir toplumsal destek yoktu. Ama özellikle AK Parti ve o zamanki BDP çok etkin şekilde kendi seçmenlerine barış süreçlerini iyi anlattı ve destek zaman içinde yükseldi. Raporumuzun gösterdiği önemli bir bulgu şu, Türkiye’de vatandaşlar siyasi söylemlerden ve siyasi ortamdan çok etkileniyor. Liderlerin kullandığı dil, barışa desteği arttırdığı gibi tam tersi önemli ölçüde zarar da verebiliyor. Nitekim, 2015’ten sonra kutuplaşmış, çatışmanın hakim olduğu ortamda AK Partili seçmende barışa destek düşüyor. AKP’nin kurmuş olduğu koalisyon ve tarihsel olarak kendini milliyetçi olarak tanımlayan MHP seçmeninde de zaten destek düşük.
2015 sonrası yaşananlar Kürt meselesini öncelikler sıralamasında aşağıya itiyor. Çünkü dediğim gibi liderin dilinden çok etkileniyor toplum. Kürt sorunu, özellikle kendini etnik olarak Türk olarak tanımlayanlar arasında önemini yitirmeye başlıyor.
Kürt sorunun çözümünün gündemin arka sıralarına düşmesi, çatışma çözümlerinde nasıl bir kısıt oluşturur?
Kürt sorunu, enflasyon, eğitim, göçmenler, demokratikleşme, kadın erkek eşitliği gibi birçok sorunun altına düşmeye başlıyor ama bu, sorunu gündemden çıkarmaz. Raporda da bahsedilen eğitim, ekonomik, demokrasi, kurumsallaşmayla ilgili sorunlar aslında Kürt meselesiyle iç içe geçmiş sorunlar. Ancak bu sorunları konuşabileceğimiz bir ortam yok. Ve önyargılar, varsayımlar üzerine şekillenen toplumsal bir kutuplaşma var. Bu özellikle seçim öncesi ortamda iyice gergin bir siyasi ortam yaratıyor.
Geçtiğimiz günlerde “Sevr’de gizli maddeler var mı?” manşetleriyle yine gündeme getirilen Sevr Antlaşması, ülkenin bölüneceği korkusunun yaygınlaşması konusunda en çok başvurulan konu başlığı. Sevr, Kürt sorunun çözümsüzlüğü ya da güvenlikçi politikaları sürdürme konusunda nasıl bir işlev görüyor?
Korkular, endişeler, bu konudaki olumsuz duygular daha çok askeri güvenlikçi politikaların desteklenmesine yol açıyor. Rapora da bu nedenle Kürt sorununun nedenleri başlığıyla başladık ve bu korkulara endişe siyaseti dedik.
Akil insanlar -ki, çok önemli çalışmalar yaptılar- raporlarında barış karşıtları çeşitli kategorilerde verilmişti, en büyük kategori de Sevr paranoyasına sahip insanlardan oluşuyordu. Raporda bu sorunun nasıl tanımlandığına baktığımızda, Kürtler arasında “Bu sorun Kürtlerin bir devlet kurma isteğinden kaynaklanıyor” sorusuna katılımın çok az olduğunu görüyoruz. Yine başka verilerle baktığımızda Kürtlerin bu sorunu uzlaşı ve demokrasi yoluyla çözülmesi istediğini görüyoruz. Ama bu sorun ve korkular demokratik bir ortamda konuşulmadığı, önyargılar ve varsayımlarla hareket edildiği için Sevr paranoyası bir şekilde araçsallaştırılmış oluyor. Mesela Ocak 2020’de katılımcıların “Türkiye’nin bölünmesinden korkuyorum” ifadesine katılıp katılmadıklarına baktığımızda özellikle kendini Türk olarak tanımlayanların bu ifadeyi desteklediğini görüyoruz.
YÜZDE 30, KÜRTLERİN VATANDAŞLIK HAKLARINI DESTEKLİYOR
KONDA’nın Nisan 2010’da gerçekleştirdiği araştırmada kendini Türk olarak tanımlayanların yaklaşık yüzde 35’i anadilde eğitim hakkını doğru buluyor. Eylül 2012’de yapılan bir diğer araştırmada kendisini Türk olarak tanımlayanların büyük çoğunluğu (yüzde 65’i) Kürtlerin anayasal varlığının tanınmasına karşı çıkıyor. 10 yıl sonra yeniden sorulan sorulara verilen yanıtlarda nasıl bir değişim görülüyor?
Evet, Ocak 2020’de benzer bir soru yine soruluyor, anadilde eğitime verilen desteğin tıpkı 2010’da olduğu gibi yüzde yine yüzde 35-40’lar seviyesinde seyrettiğini görüyoruz. Olumlu yandan bakarsak on yıllık zaman sürecinde anadilde eğitim konusunda bir değişim yaşanmamış, bu da 2020 gibi birçok siyasi badire atlatılan ve hala süren bir dönemde aslında olumlu bir nokta. Anadilde eğitim bence toplumsal olarak ilk konuşmaya başlayabileceğimiz daha kolay bir alan olarak duruyor.
Ama eşit vatandaşlık meselesine bir direnç var.
Evet. Ama yine tersinden okursak değişmeyen yüzde 30’luk bir kesim var vatandaşlık haklarını destekleyen. Ve yine aynı yüzde 30, sorunun uzlaşı yoluyla çözülmesini destekleyen bir kesim. Yani rapor nereden baktığınıza göre iyi veya kötü bir resim çizebiliyor.
GENÇLER, ÇATIŞMAYI FARKLI BOYUTLARIYLA GÖREN JENERASYONDAN FARKLI DÜŞÜNEBİLİR
Kürt sorununun demokratik yollarla çözümü konusunda gençlerden verilen desteğin düşük olması dikkat çekici. Gençlik neden beklentilerin aksine Kürt sorunun çözümünde demokratik bir çözüme yakın durmuyor?
Bu raporumuzun toplantısında da konuşulan bir şeydi. Yanlış anlaşılmaması için burada da belirtmekte fayda var. Öncelikle sorunun nasıl sorulduğu sonuçları da etkiliyor. Bundan yola çıkarak gençlerin barış istemediğini söyleyemeyiz. Birçok çalışma gösteriyor ki, aslında gençlerin bir barış tahayyülü var. Ama mesela belki sizden, bizden, bu çatışmayı farklı boyutlarıyla görmüş, farklı evrelerden geçmiş jenerasyonlardan farklı düşünüyor olabilirler, daha yapısal sorunlara odaklanıyor olabilirler, bu demek değil ki barışa yakın durmuyorlar. Ama mesele şu; bu farklılıkları konuşabileceğimiz bir demokratik ortamda yaşamadığımız için gençlerin de sorunun çözümüne dair yaklaşımları hakkında fazla çıkarımımız olmuyor. Mesela gençlerin nelere ihtiyacı var, bu konuyla başka konuları nasıl ilintilendiriyorlar bunlara da bakmak gerekiyor.
KÜRT İLLERİNE KAYYUM ATANABİLİR!
Kayyumlar konusundaki bulgular da önemli. Seçilmiş yöneticilerin görevden alınamayacağını söyleyen toplum, seçilmiş yöneticiler Kürt olduğunda görevden alınabileceklerine onay veriyor. Bu sonuç bize ne söylüyor?
Bu meselenin sıcak olduğu dönemde yani 2019’da yapılan KONDA araştırma verisine göre seçilmiş yöneticilerin görevden alınmasını yanlış bulan kişilerin oranı yüzde 63. Yani soruyu genel olarak sorduğumuzda çok büyük bir kesim kayyım atanmasına karşı. Yine parti aidiyetinin ve etnik kimliklerin soruna yaklaşımda farklılık oluşturduğunu görüyoruz. En çok destekleyenler MHP’liler, en çok karşı çıkanlar Kürtler. Ama bu soru Diyarbakır, Van, Hakkari gibi illerdeki seçilmiş belediye başkanının yerine kayyım atanması olarak sorulduğunda durum değişiyor. Kayyım atanamayacağını düşünenler yüzde 18’e geriliyor. Tam da bu nokta Türkiye’nin temel demokrasi sorununda Kürt sorununun bir kördüğüm oluşturduğunu gösteriyor. Bence bu veriyi yine sorunun liderler tarafından güvenlik ekseninde tanımlanmasıyla bağlantılı okuyabiliriz. Bu aynı zamanda demokrasinin, adalet, barış kavramlarını toplumsal olarak içselleştirilemediğimizi gösteriyor.
KRİTİK AKTÖR CHP SEÇMENİ
CHP’li seçmenin Kürt sorununun çözümünün güvenlikçi politikalarla sağlanabileceği görüşüne verdiği yanıtlardaki dağınıklık raporda öne çıkan bir diğer bulgu. Örneğin belediyelere kayyum atanmasına destek konusunda HDP seçmeninden sonra en düşük oranlar CHP’lilerden geliyor. CHP yönetiminin “Demokrasinin yolu Diyarbakır’dan geçer” söylemiyle, Pençe harekatına sunduğu destek, bu ikircikli pozisyon CHP’li seçmenin kafa karışıklığını ne kadar besliyor?
CHP seçmeni, AK Parti ya da MHP seçmeni kadar homojen bir seçmen değil. Dolayısıyla CHP’nin işi seçim anlamında daha zor. Çünkü mesela helalleşme gibi bir söz CHP içindeki bir kesimi mutlu ederken, bir kesimi mutsuz ediyor. Ama bardağın dolu tarafından bakarsak, CHP seçmeni ikircikli ama kritik bir aktör olarak duruyor. CHP seçmeninin Kürt sorununun güvenlik odaklı çözümlere verdiği destekte bölünmüş olması, bu kesimin barış süreci konusunda sanıldığından daha kolay ikna edilebileceğini gösteriyor. Ama diğer yandan iş demokratik haklar konusuna gelince daha MHP çizgisine kayacak bir duruşu olduğunu gösteriyor. Güvenlik politikalarına karşı duran CHP seçmeni, konu haklara gelince daha sert bir duruş sergiliyor. Burada görev CHP kadrolarına düşüyor. Bu konuda kendi seçmenini daha çok bilgilendirmesi ve destekleri için çalışması gerekiyor.
Raporda bununla bağlantılı bir diğer tespit de şu: “2015 sonrasında Cumhur İttifakının Kürtlere yönelik dış politika hamleleri etrafında neredeyse bir ulusal mutabakat vardır ve muhalif partilerle iktidar partileri arasındaki farklılıklar bu politika söz konusu olduğunda göze çarpmamaktadır.” Şu günlerde üçüncüsü düzenlenen Pençe Operasyonu’na Millet İttifakı partilerinden verilen destekte de bu görülüyor. Kürtler nezdinde kurulan bu mutabakat, oransal olarak yansımasını nasıl buluyor?
Raporumuz son operasyonlar konusunda soru sormadı ama en son 2019 “Hükümetin Suriye’ye harekatına nasıl bakılıyorsunuz” sorusuna sadece yüzde 19’luk bir kesimin destek verdiğini, yüzde 66’sının bu politikaya karşı çıktığını görüyoruz. Ve bu destek AK Parti seçmenlerince bile çok düşük. Buradan yola çıkarak, bu tür operasyonların halk nezdinde çok fazla desteklenmediğini çıkartabiliriz. Ama daha önce haklar, müzakereler konusunda gördüğümüz resim burada da ortaya çıkıyor. Çünkü bu konu Suriye’de Kürtlerin devlet kurması ve bunun engellenmesi olarak sorulduğunda, bu operasyonlara destek yükseliyor.
SÜRECİ DAHA BAŞINDA TERK ETTİK
Bardağın dolu tarafından bakarak soralım; gerek, Kürtlerin buralardaki kazanımlarını da ortadan kaldırmak üzere Irak ve Suriye’de yeniden başlatılan sınır ötesi harekatlar, HDP’ye yönelik süreklileşen operasyonlar, Kürtçe şarkı söyledi diye vatandaşın gözaltına alınması gibi Kürt sorununu derinleştiren pratikler sürüyor. Buna rağmen Kürt halkının en son Newroz alanlarından da demokratik barışçıl çözüm talebini yükseltmesinin nasıl bir anlamı var?
Yine iki türlü bakabiliriz. Birincisi, bu söylediğiniz şeyler tarihsel olarak hep vardı. Yani “sorun daha kötüleşti mi” sorusuna “zaten bu sorunu hiçbir zaman çözemedik” şeklinde cevap verebilirim. Barış sürecimiz bazı şeyleri düzeltti, umutları yeşertti ama biz çok başında o süreci terk ettik. Dolayısıyla hiçbir zaman bu yakıcı sorunları oturup konuştuğumuz, düzelttiğimiz bir sürece giremedik. Müzakere öncesi aşamada, müzakereye geçmekten hemen önce biten bir süreçten bahsediyoruz. Ama onun dışında tabii ki 2015 sonrası her alanda daralmış bir demokratik ortamdan, özellikle Kürt siyasetine zarar veren bir kısıtlamadan bahsediyoruz. Buradan okuduğumuzda da bardak gerçekten çok boş görünmeye başlıyor. Çünkü bugün saydıklarınızın yanına HDP’nin kapanma olasılığı da geldiğinde Kürt sorunun demokratik yollardan konuşulmasına dair yaklaşımlar çok daha kısıtlanmış olarak karşımıza çıkacak.
LİDERLERİN DURUŞUNDAKİ YUMUŞAMA TOPLUM NEZDİNDE KARŞILIK BULABİLİR
Raporda, barış çalışmalarının aynı zamanda “tedbirli bir iyimserlik”le yapılması gerektiğini söylüyorsunuz. Ne demek tedbirli iyimserlik ve Kürt sorunun barışçıl çözümüne direnç gösteren yüzde 55’lik kesim nasıl ikna edilebilir?
Veriler bize diyor ki, Türkiye’nin en baskıcı dönemlerinde bile barış gündemine destek yüzde 30. Bu kadar kötü dönemlerden geçtikten sonra bile hâlâ yüzde 30’luk bir destek varsa, bu iyi bir şey diye okuyoruz. Ama büyük bir kesim de kimlik farklılıklarından, kutuplaşmadan, siyasi tercihlerden, liderlerin dilinden etkileniyor. O yüzden de tedbirli bir iyimserlikle bakmak gerekiyor. Türkiye siyaseti, seçmeni lider dilinden çok etkilendiği, Türkiye’de siyasi ortam çok hızlı değişebildiği için liderlerin duruşundaki herhangi bir yumuşama toplum nezdinde karşılık bulabilir, yine iyimser okursak.
Bu bağlamda da özellikle CHP kadrolarına görev düştüğünü söylüyorsunuz.
Evet. CHP kadrolarının toplumsal dönüşüm için çalışmasının barış adına önemli bir katkı sağlayabileceğini söylüyoruz. Bir de şunun altını çizmek isterim, çünkü barış sürecinde de, öncesinde de, sonrasında da diğer toplumlarla benzer şekilde Türkiye toplumunda da barışın ancak liderlerin diyaloğundan geçtiğine dair bir kanı var. Belirttiğim gibi rapor da liderlerin dilinin önemli olduğunu destekliyor. Ama bu demek değildir ki, barış sadece liderlerin iki dudağı arasında bir mesele. Yukarıdan aşağıya kurulan barış süreçleri toplumda bir karşılık görmezse zaten bozulmaya mahkum. Toplumsallaştırılamayan barış süreçleri başarılı olamaz. Bizim 2009-2011 ve 2013-2015 döneminde yaşadığımız süreç yukarıdan aşağıya bir süreçti. Bu modeller yanında, aşağıdan yukarıya modeller de var. Toplumun bir araya getirildiği, konuşulduğu, önyargıların masaya koyulduğu, iyileşme, yakınlaştırma çalışmalarının yapıldığı, gruplar arası ilişkilerin düzeltilmesine yönelik çalışmalar. Elbette ki bunların ne zaman yapıldığı da önemli. Mesela şu an seçim süreci öncesi ve seçim süreçleri zaten bu meselenin araçsallaştırıldığı dönemler olduğu için zorlu bir dönem olabilir. Ama barışı sadece liderlerin üzerine yıkılan bir süreç olarak görmemek gerekiyor. Barış çalışmaları yapan, Kolombiya barış sürecinin danışmanlarından akademisyen Lederach, barış aktörlerini üç seviyede tanımlıyor. Liderler sadece bir seviyesi. Orta seviye akademisyenler, gazeteciler, sivil toplum örgütleri ikinci seviye ve halk nezdinde yapılan bir araya gelme çalışmaları da üçüncü seviye. Dolayısıyla bunu ne kadar büyük bir kesim sahipleniyor ve çalışılıyor olursa, barış adına da o kadar büyük bir adım atılmış olur.
Malumunuz, zaman zaman “Çözüm süreci yeniden başlayacak” türünden iddialar öne sürülerek, yorumlar yapılır. Çatışma çözümleri çalışan bir akademisyen olarak Türkiye’de böyle bir zemin görüyor musunuz?
Burada yine Lederach’a referans vereceğim, elbette ki bazı zamanlar barış çalışmalarını başlatmak için daha önemli olabilir ama Lederach diyor ki, biz çoğu zaman bu zamanlar geçtikten sonra biliyoruz, “A, o zaman bu başlatılsaydı çok daha iyi olurdu” diye. Eğer böyle görürsek barış çalışmalarına başlamanın her zaman söz konusu olduğunu ve her zaman barış için çalışmamız gerektiğini görürüz.
Böyle bir zemin var mı? Şu an gördüğüm sadece güvenlikçi politikaların olduğu. Bu politikalar böyle devam ettiği sürece zaten böyle bir zemin olmayacak. Ama aynı şekilde, seçim zamanlarını siyasi aktörlerin kendilerine daha çok oy kazandıracak hamlelere girebilecekleri dönemler olarak da ele aldığımızda, bunun için her zaman bir olasılık olduğunu ama o olasılığın zayıf olduğunu görüyorum.
Dolayısıyla şu an baktığımızda çok kötü bir resim çıkıyor. Ama biz çalışmaya devam edersek bir noktada bu çalışmalar göz ardı edilmeyecek bir safhaya gelebilir. Diğer yandan barış o kadar kriminalleştirildi ve o kadar demokrasinin daraldığı bir noktadayız ki, bu çalışmaları yapmak zor. Kötü resim de bu yüzden ortaya çıkıyor.