30 Nisan 2022 13:48

Dr. Erdem Çolak: Devlet üniversitesi olması, şirket gibi yönetilmediği anlamına gelmiyor

Vakıf üniversitelerindeki akademisyenlerin devlet üniversitelerinde çalışan akademisyenlerle eşit ücret için başlattıkları mücadele ışığında, Dr. Erdem Çolak ile akademinin geleceğini konuştuk.

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Sıla ALTUN
Ankara

Vakıf üniversitelerindeki akademisyenlerin devlet üniversitelerinde çalışan akademisyenlerle eşit ücret almak için başlattıkları mücadele sürerken, başta Nişantaşı Üniversitesi olmak üzere gerçekleştirilen işten çıkarmaların akademinin geleceği açısından nerelere tekabül ettiğini ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden Öğretim Görevlisi Dr. Erdem Çolak ile konuştuk. Vakıf üniversitelerindeki öğretim elemanlarına devlet üniversitelerinden daha az ücret verilmemesi düzenlemesinin çıkar ilişkilerini daha görünür kıldığını belirten Çolak, “Ayrıca bir üniversitenin devlet üniversitesi olması, oranın bir şirket gibi yönetilmediği anlamına gelmiyor. Türkiye’deki birçok üniversite özerk bir üniversite mantığı benimsemeyen yönetimlere sahip. Bu bazen siyasi bir ayaktan, bazen piyasa ayağından, bazen de ikisinden birden kaynaklanıyor” diyor.

Vakıf üniversitelerindeki akademisyenlerin devlet üniversitelerinde çalışan akademisyenlerle aynı ücret almasını sağlayan bir düzenlemenin bugüne kadar yapılmamış olması neyi işaret ediyor?

YÖK’ün vakıf üniversitelerindeki akademisyenlerin devlet üniversitelerinde çalışan akademisyenlerden daha az ücret alamayacağını içeren son düzenlemesinin bugüne kadar yapılmamış olması, vakıf üniversitelerinin çalışma prensibini işaret ediyor. Vakıf üniversitelerinin ana kazanç kaynağının öğrenciler olduğu biliniyordu ama bir başka önemli kazanç kaynağı olan akademisyen emeği de bu vesileyle daha görünür oldu. Tabi ki böyle bir düzenleme önemli, bir kazanım yaratabilir. Ama işte tam da böyle bir düzenleme, vakıf üniversitelerinin birçoğunun işleyiş mekanizmalarını derinden sarsıyor. Vakıf üniversiteleri bu duruma kâr payının azalması olarak bakıyor. Son kertede kâr maksimizasyonu üretilen bilginin önüne geçmiş oluyor. Mantık olarak çok farklı olmasa da kurumsal yapısı oturmuş birkaç vakıf üniversitesini dışarıda bırakacak olursak, mahalle üniversiteleri, tek binalı apartman üniversiteleri gibi üniversitelerde böyle bir sorunun ayyuka çıkması çok önemli. Yani bu durum bize en temelde bu ortaklığın, bu çıkar ilişkisinin nasıl sürdüğünün çok temel bir görüntüsünü sunuyor.

Üniversitelerin ucuz işgücü sömürüsü hedefiyle akademik kadrolarının niteliksizleştirilmesi neye yol açıyor?

Akademik niteliğin olabilmesi için o kurumda özgürlüğe, akademisyene ciddi anlamda bir güvene ve akademisyenin akademiyle daha sadık bir ilişki kurabilmesinin önündeki her türlü engelin aşılmasına dönük bir şey olmak zorunda. Devlet ya da vakıf üniversitesi fark etmeksizin, bunların olmadığı bir iklimde kişiden özgün eser yaratması beklenemez. Çünkü en temelde özgün olan şeyin şöyle bir handikabı vardır. Bir şeyin özgünlüğü için ondan önceki bilgi birikimine hâkim olmanız gerekir ve bu bir zaman ister. Bu tek başınıza oturup masa başında ya da laboratuvarınızda zaman geçirmenize bağlıdır. İkincisi mevcut olanın üzerine katabileceğiniz şeyin kaçınılmaz olarak bir deney, deneyim, deneme süreci olduğunu gösterir. Bu da ortaya çıkan sonucun kesin doğru olmadığını; belki on, yirmi denemeden birkaç doğru distile edebileceğinizi gösterir. Dolayısıyla buradan nitelikli bir ürün çıkarabilmeniz için uzun zamana ve kimsenin size müdahale etmediği bir sürece ihtiyacınız var. Akademide bu sürecin korunması problemi var ve bu sadece Türkiye’ye ait bir sorun değil. Piyasa mantığının akademiye uydurulmaya çalışıldığı bütün toplumlarda yaşanan durumlar bunlar. Avrupa’da, Amerika’da da gerçekleşen durumlar. Daha çok piyasaya dönük iş yapan üniversitelerin hayata daha az dönük iş yapmaya başladığı bir paradoksal bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Bence temel problemlerden birisi bu. Akademisyenlerin özelinde söylersek de tüm bunların üzerine özellikle vakıf üniversitelerinde, piyasa koşullarını da gözeterek, daha fazla öğrenciyi tatmin etme mecburiyeti, öğrencilerle normalden farklı olarak ticari bir ilişki kurma mecburiyeti, iş tanımı olmayan araştırma görevlileri üzerine her türlü yükün yüklenmesi, araştırma görevlilerine askeri tabirle bir “emir eri” muamelesi yapılması ve aynı zamanda bu insanlardan daha az ücretle çok iş yapmaları beklenmesi bu paradoksun sonuçları.

Peki devlet üniversitelerinde çalışma koşulları nasıl?

Öncelikle şunu belirtmek lazım: Vakıf üniversitelerindeki akademisyenler hepimizin bir parçasını oluşturduğu bir akademik sisteme dahiller. Üniversitelerimizin devlet veya özel olması, yaptığımız işi ve bizlerin yaptığımız işle olan ilişkimizi değiştirecek bir statü getirmemesi gerekiyor. Bugün benim devlet üniversitesinde çalışmamla yarın vakıf üniversitesinde çalışmamın bir şeyi değiştirmemesi gerekiyor. Benim kitapla kurduğum ilişkinin sürekli olması gerekiyor. Ama mecburiyetler, kıstaslar ya da özel sebepler beni devletten vakıf üniversitesine, vakıftan devlet üniversitesine geçirebilir. Bu yüzden vakıf üniversitesinde çalışan akademisyenleri özel sektörün bir temsilcisi gibi okumanın kategorik olarak doğru olmadığı kanaatindeyim. Önceden de belirttiğim gibi bu insanların hepsi çeşitli akademik süreçlerden geçmiş insanlar. Doktorasını bitirmemiş olan asistanlar da bir şekilde bir üniversiteden diplomasını almış ve lisansüstü eğitimlerini tamamlamaya çalışan insanlar. Haliyle bu insanların hepsi üniversitenin bir parçası. Niteliksiz ya da liyakatsiz akademisyen sorunu ise hem vakıf hem de devlet üniversitelerinde görülebilen bir durum ve bambaşka bir tartışmanın konusu.

Devlet üniversitelerinde çalışanların farkı bugüne kadar maddi anlamda daha fazla ücret alıyor olmaları ve kamuda çalışmanın getirdiği birtakım özlük halklarından kaynaklanıyor. Öte yandan bu durumu benzer emeği verdiğiniz başka bir ülkedeki durumla karşılaştıracak olursak aslında devlet üniversitelerinde çalışanların da emeğinin karşılığını almaktan çok uzak olduğunu görebiliyoruz. Eşit işe eşit ücret önemli bir slogan. Ancak bu eşitlik sağlandıktan sonra da aslında bizim mücadeleye devam etmemiz gerekiyor. Hele bugünkü kur farkını düşününce devlet üniversitelerindeki akademisyenlerin dünyadaki meslektaşlarına kıyasla aldığı ücretler çok komik rakamlar. Aynı emeği başka bir yerde yapma imkânı varken burada kalmış olmak maddi olarak desteklenmiyor. Üniversitelere ve bilimsel projelere ayrılan sınırlı kaynak da durumu zorlaştırmakta. Öte yandan bunun gerçek olması, bunun bu şekilde sürmesi gerektiğini göstermiyor. Buna dair itirazların ciddi anlamda dile getirilmesi gerekiyor.

Ayrıca bir üniversitenin devlet üniversitesi olması, oranın bir şirket gibi yönetilmediği anlamına gelmiyor. Türkiye’deki birçok üniversite özerk bir üniversite mantığı benimsemeyen yönetimlere sahip. Bu bazen siyasi bir ayaktan, bazen piyasa ayağından, bazen de ikisinden birden kaynaklanıyor. Yeni kurulan birçok devlet üniversitesindeki keyfi uygulamaları hatırınıza getirin. Bazen de üniversiteler arası sıralamalarda öne çıkabilmek için üniversitelerin uyguladığı çeşitli mobbingler oluyor. Özel hayata dair uygulanan mobbingler var, akademik hayatın içinde uygulanan mobbingler var... Bu durum Türkiye açısından kurum kültürünün eksikliğiyle de alakalı biraz.

Bu işten çıkarmalar ve akademinin geldiği mevcut durum biz üniversitelilerin demokratik, bilimsel bir üniversite talebi açısından sizce nerede duruyor, ne anlama geliyor?

Yönetici belirleme kriterinin YÖK tarafından sınırlandırılmış olması ve bazı eksik, kötücül, problemleri uygulamaların bütün devlet üniversitelerini bağlaması kaçınılmaz olarak başka türlü bir kurumsal kültüre sahip olan ya da olabilecek üniversitelerin önüne ket vurmuş oluyor. Yakın zamanda bu sorunun en kristalize olmuş örneğini Boğaziçi Üniversitesi’nde görmüş olduk. Uzun zamandır devam eden ciddi bir mücadele var. Oranın kendi kurumsal kültürünün çok dışında olabilecek ve kendi atama yükseltme kriterlerine uygun olmayan bir kişinin dışarıdan dayatılmasına karşı akademisyenlerin, öğrencilerin ve diğer üniversite bileşenlerinin verdiği bir mücadele. Aslında Boğaziçi Üniversitesi’nin başına gelenler uzun yıllardır Anadolu üniversitelerinin de başına zaten geliyordu. Yarın öbür gün başka üniversitelerin de başına gelebilir. Buna dur diyecek olanlar da akademisyeniyle, öğrencisiyle, personeliyle üniversitenin kendi öz dinamikleri.

 

ÖNCEKİ HABER

Cumhurbaşkanı Erdoğan, BM Genel Sekreteri Guterres ile telefonda görüştü

SONRAKİ HABER

"Pençe-Kilit Operasyonu"nda yaralanan asker hayatını kaybetti

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa