Kaldırım taşlarının altında kumsal var
Unutmamak gerek, saldırılarını gittikçe arttıran tek adam yönetimi karşısında kaybedecek vaktimiz yok; kaldırım taşlarının altında ise kumsal var.
Fotoğraf: Özcan Yaman/Evrensel
Bilge Su YILDIRIM
İstanbul Üniversitesi
Gezi Davası, geçtiğimiz günlerde yıllar sonra sonuca bağlandı. Osman Kavala, dört buçuk senedir tutuklu olduğu “casusluk” suçlamasından beraat edip “Hükümeti kaldırmaya teşebbüs” suçlamasından ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özderen, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ali Ekmekçi’ye ise 18’er yıl hapis cezası verildi.
Kamusal alanların birer birer yitirildiği, çok şiddetli depremler yaşanabildiği bir konumda olmasına rağmen acil toplanma alanlarına teker teker AVM ve plazaların dikildiği, sırtınızı gövdesine verip gölgesinde oturabileceğiniz ağaçların yalnızca birkaç park ve iki sahil şeridine sıkışmaya başladığı İstanbul’da, deyim yerindeyse şehrin kalbinde geriye kalan tek yeşil alanın “içinde AVM de olacak bir kışla”ya çevrilmesi fikri, “Siz yokken burada olan ağaçlar siz giderken de burada selam duracaklar!” sesinin yükseltilmesinin kıvılcımını yakmaya yetmişti. Ancak Gezi’nin yalnızca İstanbul hatta Beyoğlu halkının parklarına sahip çıkma refleksinden çıkıp (Burayı elbette küçümse mahiyetinde söylemiyorum) başta gençlik olmak üzere Türkiye halklarının en acil talepleri ve en derin özlemlerinin yankı bulduğu, 81 ilin 79’unda gerçekleşecek bir halk direnişine dönüşmesinin yolunu döşeyen bir dizi olayyaşanmıştı, yaşanıyordu. O dönem de iktidarda olan AKP hükümeti, çeşitli dinci ve şovenistpolitikalarla halkı ayrıştırıyor, “makbul olan”ı hâkim kılma gayesiyle diğer yaşam tarzları şeytanlaştırarak sosyal hayata dair belli başlı “düzenlemeler”e gidiyordu. Eğitimi her kademede dinselleştirerek “dindar ve kindar” nesiller yetiştirmek hedeflerken o dönem de başka bir koltuğa, Başbakanlık koltuğuna, oturan Erdoğan kürsülerden “İçki içen ayyaştır!” diye bağırıyordu. Nitekim bu açıklamasından bir hafta kadar önce de gece 10’dan sonra alkol satışı yasaklanmıştı. Bir halkın kamusal alanlarına, yaşam tarzlarına, hak ve özgürlüklerine, nefes alabildikleri tek tük alanlara yönelik saldırılar karşısında “Artık yeter!” diyerek parklarda, meydanlarda, alanlarda birbirine kenetlenip “Korkma la biziz, halk!” sesini yükselterek yürümesi üstüne üstüne celladın*, bugün 9 yıl sonra hâlâ Gezi’nin iktidar bileşenlerince intikam alınası bir yerde durmasına sebep oluyor. İçişleri Bakanlığının verilerine göre “bile” 2,5 milyon insanın katıldığı bir halk direnişinin iktidar nezdinde kesilmesi gereken faturasının sekiz insana çıkarılması da şüphesiz bundan. Zira Gezi,“paranın padişahlığı” ile “yobazın karanlığı”***ndan aldıkları güçle oturdukları koltukların sarsılmaz olduğunu düşünen egemenlere, bir halkın öfkelerini örgütledikleri takdirde neleri başarabileceğini, üstelik bunun da tarih sahnesinde parlayacak tek bir kıvılcıma baktığını en aydınlık, en dolaysız yoldan hatırlatmıştı.
GEZİ’DEN BU YANA NELER DEĞİŞTİ?
Gezi’yi dokuz senedir dillerinden düşür(e)meyecekleri bir korku miti haline getiren, halk kesimlerinin bütün unsurlarının bir araya gelerek “Bu ağaçlar, bu parklar, bu meydanlar, bu memleket bizim!” şiarını yükseltmeleriydi. Hayatlarının akıbetini yalnızca belli aralıklarla bir pusulaya mühür basmanın ellerine terk etmeyen irade, Erdoğan’a, “Ne yaparsanız yapın, biz kararımızı verdik” dediği kışlayı yaptırtmamış, her şeye rağmen “artıp eksilmemiş”**, parkına sahip çıkmıştı.
Gezi’den bu yana Türkiye’de çok şey değişti, parlamenter sistemden tek adam yönetimine geçiş de buna dahil. Eğitimin içi her anlamda boşaltıldı, üniversitelerde akademik kadrolar KHK’ler aracılığıyla bir bir tasfiye edilirken liselerdeyse mesele Evrim Teorisi’ninmüfredattan çıkarılmasına kadar vardı. Demokratik, özerk üniversite talebi bütün yakıcılığıyla önümüzde durmaya devam ederken üniversiteler sermayenin ve en büyük iş ortağı iktidarın arka bahçesi haline getirildi, İstanbul Üniversitesi bölündü, ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesinin Rektörlük koltuklarına gece yarısı kararnameleriyle kayyumlar atandı.
Medya ve basına yönelik saldırılar hiç olmadığı kadar arttı. Gazeteler, kanallar, dergiler birer birer kapatıldı. Yüzlerce gazeteci yargılandı, cezaevine girdi.
Bir sürü “mega proje” çizildi, sayısız yeşil alan imara açıldı, sahil şeritlerindeki ağaçlık alanlar birer birer tam da beş yıldızlı otel planları şeklinde yandı. Salda Gölü millet bahçesi yapma hevesiyle kurutuldu, Kaz Dağları’nın altı üstüne getirildi, 12 bin yıllık Hasankeyf bir baraj uğruna sular altında bırakıldı. Halihazırda inanılmaz bir sansür ortamında en kılcal damarlarla icra edilmeye çalışılan sanat, pandemi süreciyle birlikte adeta, bilinçli bir şekilde, ölüme terk edildi. Yüzden fazla müzisyen yaşamına son verdi, onlarca tiyatro sahnesi birer birer kepenk indirdi. Öyle ki 2022 ile birlikte Moda Sahnesi, fahiş elektrik faturasını ödemeyi reddettiği için oyunlarını birkaç ay boyunca ışıldaklar ve telefon flaşları eşliğinde oynamak zorunda kaldı; Cumhurbaşkanı, Sezen Aksu’yu yazdığı bir şarkı sözü üzerinden cami avlusundan “O dili kopartmak görevimiz!” diyerek tehdit etti.
TEMAS ETTİĞİMİZ HER ALANDA MÜCADELEYE
Ülke, tarihinin en derin ekonomik krizini yaşıyor. İnsanlar en temel ihtiyaçlarına dahi erişemez durumda. Hak ve özgürlüklere yönelik tek adam yönetimi cephesinden gelen bütün bu saldırıların yanında geleceksizlik, büyüyen diplomalı genç işsiz ordusu, hayat pahalılığı ve düşük alım gücü gençlerin yaşamlarını çepeçevre sarmış vaziyette. İşte bütün bu baskı ve şiddet ortamında muhalefet kanadından kulağımıza usulca fısıldanan “Sakin olun, ilk seçimde gidecekler” ninnisinin karşısında Gezi Davası sonucu bir kez daha gösterdi ki tek adam yönetiminin nefes alabildiğimiz her alana yönelik saldırıları her geçen gün el arttırarak büyüyor, biz karşısına toplumun her alanına sirayet edecek, ayakları yere sağlam basan örgütlü bir mücadele hattı koyamadığımız ölçüde de bizzat bu dava sonucundan kerteriz alarak şiddetlenerek devam edecek. Uzun lafın kısası, üzerimize düşen nerede olursak olalım temas ettiğimiz her alanda; evde, işte, okulda bir yanımızdakinin sesini sesimize katarak büyüyüp ayağımızın bastığı her yeri haklarımız ve hayatlarımız için sürekli bir mücadele alanına çevirerek “dalga dalga aydınlık olabilmek”**** Unutmamak gerek, saldırılarını gittikçe arttıran tek adam yönetimi karşısında kaybedecek vaktimiz yok; kaldırım taşlarının altında ise kumsal var. Biliyoruz, “En uzun gecelerin de bir sabahı var”*****
*Ahmed Arif-Anadolu
**Ruhi Su-Mahsus Mahal
*** Nazım Hikmet Ran-Türkiye İşçi Sınıfına Selam
****Nazım Hikmet Ran-Hürriyet
****Shakespeare – Macbeth