Prof. Dr. Aslıhan Aykaç: Örgütlenmek her şeyin anahtarı
"Devlet toplumsal talepleri talepte bulunan kitlelere maddi bir şeyler vererek ya da baskıyla kontrol eder. Şu an baskı aracı o kadar kuvvetli ki, emekçilere bir şey vermesine gerek kalmıyor."
Fotoğraflar: Kişisel arşiv
Dinmeyen zam sağanağı, yüksek enflasyon, işsizlik, esnek ve güvencesiz çalışma gibi oldukça yakıcı koşullarda karşılanan 2022 1 Mayıs’ının değerlendirmeleri sürüyor. Son yıllara kıyasla Türkiye’nin pek çok ili ve ilçesinde daha yaygın ve coşkuyla kutlanan 1 Mayıs’a asıl öznelerin, örgütlü, örgütsüz işçi ve emekçilerin katılımının zayıflığı masaya yatırılıyor.
Cumartesi Söyleşisi’nde bu hafta çalışma alanları arasında, siyaset sosyolojisi, çalışma ilişkileri, sosyal politika ve turizm sosyolojisi yer alan Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aslıhan Aykaç’la 1 Mayıs’ın bu yönünü konuştuk.
Aykaç, şu günlerde yeniden tırmandırılan sığınmacı/mülteci karşıtlığı, 1 Mayıs alanlarında da protesto edilen Gezi davası kararının siyasetteki yansımaları üzerine sorularımızı da yanıtladı.
Aslıhan Aykaç’ın, “Yeni İşler, Yeni İşçiler”; “Dayanışma Ekonomileri” ve “Devletin İşçisi Olmak: Nazilli Basma Fabrikası’nda İşçi Sınıfı Dinamikleri” başlıklı kitapları bulunuyor.
1 Mayıs’ı nasıl değerlendirdiğinizle başlayalım. Yaşam koşullarının ağırlaştığı, kutuplaşmanın, kriminalleştirmenin yoğunlaştırıldığı bir dönemde karşılanan 1 Mayıs alanlarının mesajı ne oldu?
Sendikalı işçi sayısı göz önüne alındığı zaman bence 1 Mayıs biraz hayal kırıklığıydı. İçişleri Bakanlığının verdiği rakamlara göre yaklaşık 140 binlik bir katılım bence çok düşük. Üstüne üstlük belirttiğiniz gibi içinde bulunduğumuz ekonomik kriz, yüksek enflasyon, düşük ücret döngüsü göz önüne alındığında bu durum daha da vahim. Neden insanlar tepkilerini böyle bir günde ve kurumsal bir hareket aracılığıyla dile getirmediler? Burada herkesin bir parça şapkasını önüne koyup düşünmesi gerekiyor. Kimin düşünmesi gerekiyor, bence evet işçiler de “Bizim aidiyetimiz nerede ve biz neden böyle güne sendikalı olduğumuz halde katılmadık, onu düşünmesi lazım. Sendikalar “Neden üyelerimizi mobilize edemedik, nerede stratejik hata yapıyoruz, başka bir yöntem mi denemeliyiz…” bunları sormaları gerekiyor.
Edemedik mi, etmedik mi? Zira örneğin üç büyük konfederasyon 1 Mayıs’ta yer almadı, basın açıklamasıyla geçiştirdi.
Türk-İş veya Hak-İş’in tavrında şaşırtıcı bir şey bulmadım. Tepeden inme, belli bir takım politik saiklerle yine birtakım kurumsal inisiyatiflerle kurulmuş sendikalardan kalkıp tabanını mobilize etmesini beklemek gerçekçi değil. Bu konfederasyonlardan çok, diğerlerinin neden yapamadığı sorusu önemli.
Neden konusunda sizin çıkarımlarınız neler?
Türkiye’deki emek sömürüsü, emek üretkenliği müthiş sorunlu alanlar, biz bir çalışan yoksullar ordusu yaratmış durumdayız ve örgütlenme bu insanların durumlarını, taleplerini karşılayacak durumda değil. Dolayısıyla benim çıkarımlarım daha yapısal, bir takım tarihsel süreklilikleri takip eden çıkarımlar. Türkiye’de sendikacılık çok geleneksel, çok muhafazakar bir yapıda seyrediyor. Maalesef yeni kitleleri, yeni iş kollarını yakalamak konusunda zayıf kalıyor. Birinci problem bu. İkinci problem, yeni işçiler, gençler başka biçimlerde mobilize oluyorlar. Ben 20-30 yaş aralığındaki işçilerin, hizmet sektöründe, bakım hizmeti sektöründe çalışan, mesela AVM’lerde çalışan insanların 1 Mayıs sloganlarıyla, halayla, davulla mobilize olacağını düşünmüyorum.
Mobilize etmek için nasıl yollar kullanılmalı?
Örneğin plaza çalışanları internet üzerinden örgütleniyor veya kahve zinciri Starbucks çalışanları internet üzerinden örgütleniyor, bu insanlar başka bir görünürlük peşindeler. Kuryeler nasıl örgütlendiler, sendikalar mı örgütledi onları? Hayır, birbirleriyle konuşarak örgütlendiler, sokakta örgütlendiler. Burada kitle iletişiminin çok büyük bir rolü var. İnternet ve sosyal medyanın da çok araçsal bir katkısı var. Sendikaların paylaştığı bilgi biçimi, yaptıkları internet siteleri, yaptıkları aktarımlar gençlere ne kadar ulaşabiliyor? Dolayısıyla sendikayla kitle arasında bir kopuş olduğunu düşünüyorum. Onları yakalamaları gerekiyor. Birkaç ay önce direnişe geçenler kimlerdi? Depo işçileri, kuryeler, çağrı merkezi çalışanları; bunların dışında baristalar var, mağaza çalışanları var, şu anda Starbucks Amerika’da hızlı ve yaygın bir biçimde örgütleniyor. Şirket buna karşı 1 milyar dolar para ayırdı, işçilere verilen ücret ve hakların güçlendirilmesi için kullanılacak bu para. Ama bunu öyle bir biçimde kullanıyor ki, sendikalı işçilere vermiyor aynı hakları. Sendikalı olmayanlara veriyor, yani bir nevi rüşvet veriyor. Ama bütün bunlar bizim öğrenmemiz gereken deneyimler. Aynı şekilde Amazon işçileri Amerika’da örgütleniyor, birtakım haklar kazanıyorlar ve bu devrim niteliğinde. Vahşi kapitalizmin en damar yerinde böyle bir hareket ortaya çıkabiliyor.
Saydığınız iş kollarında günler süren direnişler, fiili grevler gerçekleştiren işçiler 1 Mayıs’ta neden yer almadılar?
Çünkü o işçiler o talepleri sendika aracılığıyla dile getirmediler. Kazanımlarını da sendika aracılığıyla kazanmadılar. Şöyle bir şey var, esnek çalışma düzeninde sendikalaşma çok mümkün değil. Buna yönelik bir takım yasal kısıtlar var. Aynı şekilde esnaf kurye modelinde bu insanlar işçi sayılmıyorlar, kendi işlerinin patronu sayılıyorlar ve şirketle sözleşme yaparak o üretim sürecine dahil oluyorlar. O zaman ne oluyor, bu bir istihdam alanı değil, kişisel şirketler ve büyük şirketler arasında bir taşeron bağı olarak formüle ediliyor. Böyle olunca o insanlar bir sendikal düzenin bir parçası haline gelememiş oluyorlar. Dolayısıyla mevcut yasal ve kurumsal yapılar böyle bir örgütlenmeye izin vermiyor. Temel sıkıntı buradan da kaynaklanıyor. Ama sendikalar bu insanlarla bağ kurmak için yan yollar deneyebilirler mi, deneyebilirler.
Nasıl?
Mesela sendika olmaz ama bir dernek olur, işçi merkezi olur. Sonuç itibariyle o kurumsal çerçeve başka biçimlerde formüle edilerek yasal kısıtların önüne geçebilir. Ya da biçim değiştirebilirler. Biçim değiştirmek sendikanın özünden bir şey kaybetmek anlamına gelmez, çünkü önemli olan işlevdir. Bunu doğrudan yapmanın önünde birtakım kısıtlar varsa, kayıt dışı olanı örgütleyemiyorsun, parça başı çalışanı örgütleyemiyorsun, sezonluk çalışanı örgütleyemiyorsun, o zaman onları örgütleyecek modeller geliştireceksin. Örgütlenmek her şeyin anahtarı çünkü.
Sendikaların çok ciddi bir tarihsel birikimi, birtakım kaynakları var. Sendikaların bu kaynaklarını, birikimlerini etkin kullanmaları gerektiğini düşünüyorum. Emek tarihi alanında araştırma yapmak tabii ki çok kıymetli ama güncel emek konusunda da araştırma yapmak, sahaya hakim olmak önemli.
BASKI ARACI O KADAR KUVVETLİ Kİ İŞÇİ VE EMEKÇİLERE BİR ŞEY VERMESİNE GEREK KALMIYOR
Erdoğan 1 Mayıs akşamı işçilerle yaptığı iftarda, “Maalesef ülkemizde bazı kesimlerde bir şükürsüzlük, bir tatminsizlik, bir karamsarlık hali aldı başını gidiyor” ifadesini kullanarak, işçileri bir kez daha sabırlı olmaya davet etti. Daha da sıklaşan şükredin, sabredin telkinleriyle geçim sıkıntısı çeken milyonlar nasıl bir zemine çekilmek isteniyor?
Tevekkül! Hakikaten insanların bu koşullar altında, böyle bir yoksullaşma altında şükretmesini beklemek, bunu istemek bana çok acımasız geliyor. Çünkü enflasyon oranları ortada, markete, pazara gittiğimiz an zaten durumun vahametini anlıyoruz, ki bunun asgari ücretle veya altında bir gelirle geçinmek zorunda olanlar için ne ifade ettiğini düşünün. Bu insanlarda, sürekli “Şükredin, bir süre sonra bu geçecek, yıl sonunda düzelecek” gibi beklentiler yaratmak, bir politikasızlığın göstergesi.
Aynı bağlamda, Çalışma Bakanı Vedat Bilgin, “En düşük emekli aylığını arttıracağız, müjdeyi 1 Mayıs’ta açıklayacağız” demişti ancak o açıklama halen yapılmadı. İktidar medyasında asgari ücretin yükseltilmesinden EYT’lilere, beklentiyi diri tutacak haberler yapılsa da pratik bir adım yok. İktidar neden bu adımı atmaktan kaçınıyor?
Birtakım toplumsal talepler ortaya çıktığında bu bir çatışma kaynağı olacaktır. Devlet bunu iki şekilde kontrol eder. Bir tanesi talepte bulunan ve bir toplumsal huzursuzluk potansiyeli taşıyan kitlelere maddi bir şeyler verir, müzakere eder ve onları susturur. İkincisi, bunu baskıyla yapar. Bizim karşı karşıya kaldığımız durumda baskı aracı o kadar kuvvetli ve o kadar etkin ki, işçi ve emekçilere bir şey vermesine çok da gerek kalmıyor. Yani devletin hakemlik konumunu, ara buluculuk konumunu ve toplumsal uzlaşıyı sağlamak için kullanacağı araçları belirlemesinde iki seçenek var. Ya bölüştürerek uzlaşıyı sağlayacaksın ya da üzerlerinde baskı kuracaksın.
Gezi davası kararı da buna mı denk geliyor? 1 Mayıs alanlarından da protesto edilen karar için Erdoğan “Bu karar vicdanlarımızı rahatlamakla kalmamış aynı zamanda benzer niyetleri taşıyanlara da hukuk ve adalet dersi vermiştir” açıklamasını yaptı. Erdoğan iktidarı nasıl bir seçim süreci planlıyor?
Kararı ayrı, seçim sürecini ayrı değerlendirmek istiyorum. Kararla ilgili olarak açıkçası ben şaşırdım. Çünkü AB Konseyinden gelecek yaptırımların dikkate alınacağını, kararın da buna uygun şekilde çıkacağını düşünmüştüm, öyle olmadı.
Ama Erdoğan Avrupa’dan gelen tepkileri uzun zamandır önemsemiyor ve bunu “Kararlarınızı tanımıyoruz” diye açık açık söylüyor, keza AB de göz yumuyor…
O benim yanılgım da olabilir ama açıkçası ciddiye alır diye bekliyordum çünkü gelen yaptırım bu kez hem ekonomik olacak hem de Türkiye’nin AB Konseyindeki oy hakkının dondurulması ya da üyelikten çıkarılmasına varacak bir süreç söz konusu. Ancak bunu göze almış görünüyorlar. Çıkan karar bir güç gösterisi olarak okunabilir. Az önce söylediğim kavramsal düzeyde, uzlaşı mı baskı mı seçeneğinde Türkiye daha çok baskı yönünde hareket ediyor. Bunun için burada yargıyı kullandı, başka yerde yasamayı da kullanabilir. Çünkü sonuç itibariyle mutlak güce dönüşmüş durumda ve kuvvetler ayrılığı diye bir şey de yok. Gezi davası kararı, seçim sürecinde iktidarın elindeki tüm güç kaynaklarını etkin bir şekilde kullanma eğiliminde olduğunu gösteriyor. Bunu Seçim Yasası’ndaki değişikliklerle de birleştirdiğimizde yürütme, yasama ve yargıyı en etkin biçimde kullanarak, seçim sürecini kendi faydasına çevirecek şekilde sürdüreceğinin işaretleri olarak okunabilir.
MUHALEFETİN ŞU SORUYU SORMASI GEREKİYOR, ‘İNSANLAR BANA NEDEN OY VERSİN?’
Gezi davası kararına Kılıçdaroğlu ve Akşener tarafından verilen tepkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Mahkemenin verdiği kararın iki lider açısından bir kırılma oluşturduğu, Kılıçdaroğlu’nun kavgaya davetine, Akşener’in 1908 Devrimi’ne gönderme yaparak “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” sloganını kullanmasına bakılarak artık etkin bir muhalefet yürütecekleri çıkarımı yapılabilir mi, yoksa bir retorik olarak mı kalır?
Söylenmesi gerekeni söylediler, ama yeterli bir tepki verdiler mi bundan emin değilim. Liderlerin tek başına konuşması örgütü ne kadar temsil eder ondan da emin değilim. Dolayısıyla daha güçlü, daha kurumsal yanıtlar verebilirler, daha çalışılmış analizler sunabilirlerdi.
Giderek daha fazla kesim tarafından eleştirilen CHP başta olmak üzere resmi muhalefetin “Nasıl olsa gidecekler” yaklaşımı ataleti meşrulaştırma çabası mı?
Muhalefetin kesinlikle rehavete kapılmak gibi bir lüksü yok, daha fazla çalışmaları gerekiyor, ne yapacaklarını sadece kendi seçmenlerine değil, asıl onları seçmeyenlere anlatmaları gerekiyor. Bunu nasıl başaracaklar merak ediyorum. Evet muhalefette ciddi bir gecikme problemi var, ne adayı açıklıyorlar, ne politikalarını açıklıyorlar. Barış akademisyenlerini işe geri alacaksınız peki ama bu üniversiteleri ne yapacaksınız? Çalışan yoksulları ne yapacaksınız, kadın istihdamındaki problemleri nasıl çözeceksiniz? Bunlar yok mesela. Belki kendi içlerindeki iş birliğine de çok güvenmiyorlar, politikalarına da güvenmiyorlar. Bana şöyle geliyor, tek atımlık kurşunları var onu da en uygun zamanda atmak istiyorlar, o zaman da henüz gelmedi gibi görünüyor. Somut politika önerileri yapması gerekiyor. İkincisi, muhalefetin sürekli ve sürekli kendine şu soruyu sorması gerekiyor, “İnsanlar neden bana oy versin? Beni tercih ettikleri için mi, AKP’yi istemedikleri için mi?” Onların peşine düşmeleri gereken birincisi, ikincisi değil. İkincisi çok riskli.
Neden?
Çünkü bir seçimlik. Oysa değişimi gerçekleştirebilmek için yeni iktidarın bir seçimden fazlasına ihtiyaç duyduğunu görüyoruz. Siyasi sistemi yeniden yapılandırmak, kurumlardaki erozyonu geriye çevirmek, liyakati yeniden getirmek için zaman lazım. Evet bunlar konuşuluyor ama somut olarak bize göster, mesela hangi genelgeleri değiştireceksin, hangi yönetmelikleri yenileyeceksin? YÖK Kanunu için ne yapacaksın mesela, çalışma kanununda ne yapacaksın ki insanlara güvence vereceksin? Eğitim politikanla iş gücü piyasası politikan ilişkili olmak zorunda, bunu yapmıyor. Bu olmadığı için herkes ara elaman olarak kalıyor, eğitimini aldığı işte çalışmıyor. Bunları değiştirmek için ne yapacak, halk onları neden tercih etsin? Bu sorunun cevabını vermek zorundalar. İnsanlar AKP’den kurtulmak için değil, gerçekten bir politik gündem inşa edebildikleri için oy vermeli ki süreklilik arz etsin.
EKONOMİK KRİZ DÖNEMLERİNDE MİLLİYETÇİLİK VE DİN YÜKSELİŞE GEÇER
Bayram günlerinde özellikle Suriyeli göçmenlerin varlığı yine nefret söylemiyle gündemleşti. Geri gönderme tartışmaları yoğunlaştı. Erdoğan 1 milyon Suriyelinin dönüşü için yeni bir proje hazırladıklarını söylerken, Kılıçdaroğlu yanıt olarak “Gerisini iki yıl içinde biz göndereceğiz” dedi. Sığınmacılar sorununun siyasetteki bu kullanımı nasıl sonuçlar üretir?
Bu insanlar buraya geleli 11 yıl oldu. Bir kısmı vatandaşlık aldı, bir kısmı geçici koruma aldı, bir kısmı Türklerle evlendi, iş kurdular, bir kısmı burada doğdu. Dolayısıyla hepsini gönderemezsiniz. Kazanılmış haklar var, bir kısmı kalacak. Türkiye dünyanın en yüksek mülteci nüfusuna sahip. Doğru olan şey bu insanların en başta Uluslararası Cenevre Sözleşmesi gibi sözleşmelere uygun bir şekilde alınmasıydı. Ama tabii Türkiye kendi bildiğini okudu, kamplar yaptı, büyük bölümünü de bir başına bıraktı. Dolayısıyla yanlış baştan yapıldı. Şimdi sen 10 yıl sonra “Ben bunu tersine çevireyim” dediğinde yapılanları geri alamazsın, öğrenilmiş olanı belleklerden silemezsin. Bu ne demek; birincisi mülteciler burada bir deneyim yaşadı, bunu geri çeviremezsin. İkincisi, sen dış politikada Suriye’ye karşı yaptığın işlerde de birtakım yanlışlar yaptın, Davutoğlu’nun da bunda epey bir etkisi var, oradan da kaybettin. Şimdi buna çözüm olarak sunduğun şey de sakat. Nasıl göndereceksiniz, sınır dışı mı edeceksiniz? Ne oldu Cenevre Sözleşmesi, ne oldu Yabancı Uyrukluları Koruma Kanunu? Dolasıyla bunun çok kolay olduğunu düşünmüyorum. Bunlar karşılığı olmayan söylemler, vaatler gibi geliyor. Bunun kısa, orta ve uzun vadede planlamalarının yapılıp, bu insanların insani, ekonomik, sosyal güvencelerinin sağlanıp öyle gönderilmeleri gerekiyor. Bu da bir maliyet, bunu da unutmayalım.
Dolayısıyla, seçim sathı mailinde sığınmacılar konusu kutuplaştırıcı bir enstrüman olarak kullanılacak.
Evet. Ama bu söylemleri çok tehlikeli buluyorum. “Bizi kızdırmayın açarız kapıları” hikayesinde olduğu gibi. Bu insanlara da haksızlık. Ben bunu biraz da ekonomik krize bağlamak istiyorum çünkü ekonomik kriz dönemlerinde yükselişe geçen genellikle iki tip yaklaşım olur. Bir tanesi milliyetçilik, bir diğeri de dindir. Neden, çünkü milliyetçilikle bir günah keçisi yaratırlar ve derler ki, “Bunların yüzünden ekonomik kriz oldu, bizden olmayanlar yüzünden!” Bunlar Suriyeliler olabilir, Afganlar olabilir, Afrikalılar olabilir. “Bizden olmayanlar yüzünden işimizden olduk, yoksullaştık, geldiler ekmeğimizi yediler” vs. Din meselesi de yine ekonomik kriz dönemlerinde yükselişe geçer. “Allah bizi sınıyor, o yüzden tevekkül edelim, azla yetinelim çünkü bu dünyada çektiklerimiz öbür dünyada bize sevap olarak geri dönecektir, cennetin kapılarını açacaktır!” Dolayısıyla ekonomik krizi, yoksulluğu ve yoksunluğu meşrulaştıran yaklaşımlar söz konusudur. Suriyeliler de, ya da genel olarak mülteciler de hedef olarak birincil günah keçisi haline geliyorlar.
Bütün bunlar Türkiye’nin çok kritik bir dönemeçte olduğunu düşündürüyor. Bu dönemeç sadece seçimle ya da sadece ekonomik krizle ilgili değil; toplumun bir arada yaşama isteği ve yeni bir toplumsal sözleşme için harekete geçip geçmeyeceğiyle de ilgili. Geleceğe dair bir öngörü için bugün gözlemlediğimiz işaretleri doğru okumamız gerek.