09 Mayıs 2022 00:55

Faşizm: Dün, bugün | Doç. Dr. Cenk Saraçoğlu: Belki faşizm çağında değiliz ama bir faşistleşme sürecinin içindeyiz

“Faşizmi biçimsel özellikleri ya da sonuçları üzerinden ele almak onu doğuran sınıfsal/toplumsal süreçleri onun tanımının dışına atıyor.”

Cenk Saraçoğlu

Fotoğraf: Harun Özalp

Paylaş

Erdi TÜTMEZ

‘Faşizm: Dün, bugün’ dosyamızın ikinci gününde faşizme dair bir kavram tartışması yürütüyoruz. Bugüne kadar faşizme dair çok tanım yapılırken bazı görüşlere göre faşizm sermaye sınıfından kopuk olarak da değerlendirildi, birkaç kişinin kişisel hırslarına da indirgendi. Peki faşizmin tanımı nasıl olmalı? Faşizmin sermaye düzeniyle bağı nedir?  Ankara Üniversitesinden Doç. Dr. Cenk Saraçoğlu “Sermaye sınıfı, mevcut üretim tarzını sürdürebilecek başka araç olmadığında faşizm kabarmasının ve mobilizasyonun önünü açar” derken dünyadaki genel durumu da şu sözlerle açıklıyor: “Belki bir faşizm çağında yaşıyoruz diyemeyiz, ama bir faşistleşme sürecinin içerisinden geçiyoruz diyebilirim.”   

Faşizmin nasıl tanımlanması gerektiğine dair bugüne kadar uzun tartışmalar yürütüldü. Bazı liberal yaklaşımlarda faşizmin sanki gökten indiği, rastlantısal olarak ortaya çıktığı ifade ediliyor. Siz bu tartışmaları genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şuradan başlayalım: Faşizm kendisini farklı düzeylerde gösteren bir olgu. Faşizm bir zihniyet kalıbı olarak bireysel düzeyde, bir hareket olarak kolektif eylem düzeyinde, bir siyasi örgütlenme olarak parti düzeyinde ve nihayetinde bir siyasal iktidar olarak devlet biçimi düzeyinde kendisini gösterir. O yüzden faşist aktörlerden, faşist hareketlerden, faşist partilerden ve faşist devlet biçiminden bahsedebiliriz. Faşizm bunların biri, birkaçı ya da hepsi olarak ortaya çıkabilir. Öyleyse faşizm olgusunu bütün bu görünümlerini ortak kesen bir soyutlama düzeyinde tespit ettiğimiz özelliklerle anlamamız gerekiyor. Bu çaba içerisindeki bazı liberal yazar ve düşünürler faşizmi tanımlarken İtalya’daki Mussolini ve Almanya’daki Nazi döneminde kendisini ortak olarak gösteren bazı biçimsel özellikler dizisini sunma eğiliminde oldular. Buna göre faşizm baskıcıydı, otoriterdi, kitle mobilizasyonu ve şiddetine dayanıyordu, antikomünistti, şovendi, yayılmacıydı vs. Bu liste uzayıp gidebilir. Böyle bir düşünce çizgisini takip edenler günümüzdeki kimi sağ-ırkçı-şoven hareket, partilerin ya da iktidarların faşist olup olmadığını bu özellikleri ne kadar taşıdığı üzerinden değerlendirme eğiliminde oluyor.  Ben bu yaklaşımın sorunlu olduğunu düşünüyorum. Öncelikle faşizmi biçimsel özellikleri ya da sonuçları üzerinden ele almak onu doğuran sınıfsal/toplumsal süreçleri onun tanımının dışına atıyor. İkincisi ise böyle bir eğilim seçtiği ölçütlerin kapsamına göre faşizmi ya diğer sağ, otoriter hareket veya iktidarlardan ayırt edemeyeceğimiz kadar genel ya da Nazi Almanyası ve Mussolini İtalyası dışında hiçbir harekete/iktidara faşist diyemeyeceğimiz kadar özel niteliklerle tanımlıyor. Ben faşizmi onu doğuran özgül koşulları, yani onun nasıl oluştuğunu içeren ve onun diğer otoriter-baskıcı ve şoven yönelimlerden ayrıksılığını ortaya koyan bir tarifin gerekli olduğunu düşünüyorum.

O zaman faşizmin özgüllüğünü ortaya çıkaran böyle bir tanımlama nasıl yapılabilir?

Öncelikle faşizmi; onun parti, hareket ve devlet biçimi formlarında da görebileceğimiz ayrıksı bir siyasal ve ideolojik program üzerinden teşhis edebileceğimizi düşünüyorum. Faşist hareketler ve/veya iktidarlar; mevcut durumun devam etmesi halinde halkın/milletin yok olacağına dair bir “alarm” duygusunu kitlelere aktarırlar. Buna bu yok olma tehlikesinin ancak ve ancak mevcut zamandaki bütün kurumların, anlayışların aşılması ve içerideki/dışarıdaki düşmanların yok edilmesi ile bertaraf edilebileceği iddiası eşlik eder: Bu da milletin bir zamanlardaki altın çağının, mevcut andan bir an önce kurtulup gelecekte yeniden canlandırılmasıyla mümkün olabilir. Yani faşist hareketler “mevcut zamanda” gerilemekte ve çürümekte olan milletin geçmişten alınan güçle gelecekte yeniden canlandırılmasına yönelik bir mite yaslanırlar. Yani faşizm mevcut durumla senkronize değildir. Nazi Almanya’sında bu yeniden canlanması gereken şanlı geçmiş Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’ydu. O yüzden Naziler kendi iktidarlarına “Üçüncü İmparatorluk” diyorlardı. İtalya’da da şanlı Roma İmparatorluğu’nun Mussolini iktidarıyla yeniden canlanması fikri vardı. Bu ideolojik motivasyon faşizmin mevcut zamandaki bütün siyasal yapılara, kurumlara ve özellikle de emekçilerin tarihsel kazanımlarının nişanesi olan yapı, ilke ve düşüncelere yıkıcı bir saldırı içerisine girmesini beraberinde getirir. Yani milletin küllerinden yeniden doğması için ona ayak bağı olan mevcut zamandaki kurum ve anlayışlara yönelik karşı devrimci bir yıkıcılık faşizmi teşhis etmemizi sağlayacak ikinci ideolojik unsurdur. Öyleyse faşizmi diğer sağ ya da otoriter hareketlerden ayıracak iki önemli ideolojik motivasyon olduğunu söyleyebilirim: Alarmist bir ajitasyonla bugünün krizini milletin şanlı geçmişini gelecekte yeniden canlandırarak aşma fikri, buna Marksist siyaset felsefecisi Alberto Toscana’nın ifadesiyle “eş zamansızlık” diyelim ve buna eşlik eden karşı-devrimci yıkıcılık.

Bu durumda faşizmi yalnızca ideolojik ve söylemsel araçlarıyla tanımlamış olmuyor muyuz?

Bunlar bir tanımlamadan ziyade faşist hareket ve iktidarları teşhis etmemizi, yani gördüğümüzde tanımamızı sağlayan unsurlar. Eş zamansızlık ve karşı devrimci yıkıcılık beraberinde bu iki özellikle yeniden anlam kazanan şovenist milliyetçiliği, yayılmacılığı, otoriter saldırganlığı, yıkıcı kitle mobilizasyonunu, antikomünizmi ve bununla uyumlu pek çok başka özelliği beraberinde getirir. Bu ek özellikler faşizmin kök saldığı ülkenin koşullarına göre değişebilir. Bu ek özellikleri de ortaya çıkardığımızda herhangi bir yerdeki faşist hareketi ya da iktidarı yalnızca teşhis değil aynı zamanda tarif de etmiş oluruz. Yani bu özelliklerle, bir ülkedeki faşizmin nasıl iş gördüğünü anlatmış oluruz. Fakat onu hâlâ tanımlamış olmuyoruz. Bütüncül bir tanımlama, yani faşizm nedir sorusuna verdiğimiz yanıt bu teşhis ettiğimiz ayrıksı iki ideolojik motivasyonun ve ona eşlik eden özelliklerin kitleler içerisinde yaygınlaşmasını mümkün kılan maddi koşulları ve sınıfsal ilişkileri de içermek durumundadır. Yani tanımlama için şu sorunun da cevabını vermemiz gerekir: Kapitalist bir toplumsal formasyonda hangi koşullarda bugünden koparak şanlı geçmişi gelecekte yeniden canlandırma ajitasyonu ve bugünün kurumlarına yönelik karşı-devrimci bir yıkıcılık kitleler üzerinde etkili olabilir? Bu ancak toplumun geniş kesimlerinin bugünün yerleşik düzenine dair derin bir şüphecilik içerisinde olduğu, onun tarafından hegemonik bir şekilde kapsanamadığı, düzen parti ve kurumlarının da onları bir restorasyonla kapsayamayacak kadar itibarsızlaştığı Gramsci’nin deyimiyle bir organik kriz durumunda mümkün olabilir. Ve elbette bu aynı zamanda sol/sosyalist öznelerin de düzenden yabancılaşmış bu kesimlere yönelik devrimci programını ulaştıramayacak kadar zayıf olduğu bir durumda söz konusu olabilir. O zaman faşizmi sermaye sınıfının topluma bütünlüklü bir hegemonik proje üretemeyecek kadar itibarsız, aynı zamanda kendi içinde parçalı ve çaresiz olduğu egemen ideolojinin kriziyle birlikte değerlendirmek gerekir. Bunun yanında sınıf hareketinin veya sosyalistlerin de mevcut düzenden kaynaklı keskin rahatsızlıkları kendi siyasal programına eklemleyemediği Poulantzas’ın terimleriyle konuşursak “genel ideolojik kriz” koşullarını da hesaba katmamız lazım gelir. Hem altın çağı bugünü aşarak gelecekte yeniden canlandırma fikri hem de karşı-devrimci yıkıcılık ancak böyle bir çifte kriz ortamında kitleleri mobilize edebilir.

Bu hareketlerin genel olarak sermaye düzeniyle nasıl bir ilişkisi vardır?

Sermaye sınıfı bu organik kriz ortamında mevcut üretim tarzını sürdürebilecek başka araç olmadığında bu faşizm kabarmasının ve mobilizasyonun önünü açar. Faşizmi yalnızca teşhis ve tarif değil onu aynı zamanda tanımlamak için onu mümkün kılan bu ikili krizi, yani sınıf ilişkilerinin bu özgül durumunu da bu tanıma dahil etmek gerekir. O halde faşizmi sermaye sınıfının organik krizine, solun genel ideolojik krizinin eşlik ettiği bir ortamda yükselerek; anla bağlarını koparmış karşı-devrimci bir yıkıcı kampanyayı örgütleyen bir hareket, parti ve/veya devlet biçimi olarak tanımlayabiliriz. Bunu son tahlilde sermaye sınıfı adına yaptığını unutmadan. Fakat böylesine “radikal” ve riskli bir tercihin aynı zamanda sermaye sınıfının kontrolünün de dışına çıkarak zaman içerisinde bağımsızlaşabileceğini özellikle Almanya örneğinden biliyoruz.    

Bugünkü dünyada sağ popülizmin, göçmen karşıtlığının yükseldiği bir dönemi faşizmle nasıl ilişkilendirebiliriz?

Öncelikle popülizmden ne anladığımızla başlayalım. Popülizmi başlı başına belirli bir doktrini ve toplum vizyonu olan bir ideoloji olarak değil farklı siyasal programlara eklemlenebilecek bir siyasal strateji olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. Bu bir kitleselleşme, örgütlenme ve iktidar stratejisi. Bu strateji, “kurulu düzenin” yani düzenin geleneksel elitlerinin, kurumlarının ve hakim normlarının çürümüşlüğüne vurgu yapmaya ve onun karşısına yerleştirilen ahlaki anlamda saf halkla özdeşleşmeye ve onu temsil etme arayışına dayanıyor. Böyle bir kitleselleşme stratejisi ne sola ne de sağa mal edilemez; sol-devrimci özneler de sağ, düzen güçleri de böyle bir stratejiyi programına dahil edebilir. Sol bir siyasal özne ve program içerisinde bu strateji halkın emekçi kitlelerle, “elitlerin” de sermaye ve siyasal güç sahipleriyle özdeşleştirildiği sınıfsal bir içerik kazanır. Popülist sağda ise halk etnik/kültürel bir türdeşlik içerisindeki bir bütün olarak ona kültürel anlamda da yabancılaşmış elitlerin karşısına yerleştirilerek “etnik-kültüralist” bir biçim alır. Bugün tüm dünyada bu popülist stratejinin daha çok sağcı bir siyasal program içerisinde taşındığını görüyoruz. Bu beraberinde türdeş ve saf milletin/halkın karşısına elitler dışında o elitlerin hoş gördüğü ama halkın kaynaklarını çaldığına, onun bütünlüğünü bozduğuna inanılan yabancı bir unsur olarak göçmenlerin yerleştirilmesini beraberinde getiriyor. Bugünkü popülist sağ dalga bu yüzden daha çok göçmen karşıtlığı üzerinden halkı/milleti temsil etmeye çalışıyor. 

Peki ‘Sağ popülizm aynı zamanda faşizmdir’ denilebilir mi?

Popülist sağın yükselişi ile faşizmin yükselişini mümkün kılan koşullar aslında aynı. Zira, kendisini düzen karşıtı olarak kuran bir sağ programın kitleselleşmesi için de düzenin yerleşik kurumlarının ve siyasal temsilcilerinin bir hegemonya kriziyle malul olması gerekir. Peki o halde bugünkü sağ popülist hareketlere o zaman faşist hareketler diyebilir miyiz? Bunun için bu hareketlerin ve iktidarların aynı zamanda “bugünden” kopuk, geçmişi gelecekte canlandırmaya yönelik karşı-devrimci bir yıkıcılık içinde hareket edip etmediklerini sorgulamamız lazım. Bu sağ popülist hareketlerin ve iktidarların bazılarında, örneğin Rusya ve Türkiye’de bu geçmişin altın çağını gelecekte yeniden canlandırma iddiasının işlendiğini görebiliyoruz. Öte yandan, bugünkü sağ popülist iktidarların söylemsel olarak yerleşik düzeni karşılarına alsalar bile halen onun en azından asgari çerçevesini veri alarak, yani “bugüne” bağlı kalarak hareket ettiklerini ve yıkıcı kitle mobilizasyonu örgütlemeye henüz yönelmediklerini düşünüyorum. Öte yandan dediğim gibi buna çok elverişli bir zemin var; ve sınıf mücadelesinin seyrine göre bu sağ popülizm dalgası faşist kitle hareketlerine ve faşist devlet biçimlerine zemin oluşturabilir. Sermaye sınıfı küresel ölçekte halen ısrarla yerleşik düzenin kurumlarını, araçlarını canlandırmaya çalışıyor; ama başaramıyor. Bu hegemonya krizi devam ettiği, ezilenlerin “olağan” devlet biçimleri içerisinde idare edilemediği ve solun/sosyalistlerin de buna güçlü bir alternatif oluşturamadığı bir durumda faşizm sermaye sınıfının da “yol verdiği” bir seçenek olabilir. Bu açıdan belki bir faşizm çağında yaşıyoruz diyemeyiz, ama bir faşistleşme sürecinin içerisinden geçiyoruz diyebilirim. 

TÜRKİYE’DE SERMAYE, FAŞİST HAREKETLERİ
BASKI ARACI OLARAK HEP YEDEĞİNDE TUTTU

TÜRKİYE tarihi açısından sermaye ile faşist ideolojinin nasıl bir ilişkisi oldu?

Geç kapitalistleşmiş ve metropol kapitalist ülkelerle finansal bağımlılık ilişkisi içerisinde bir ülke olarak Türkiye; tarihi boyunca kapitalizmin çelişkilerinin keskin bir şekilde yaşandığı, bu çelişkileri soğurabilecek ideolojik ve kurumsal mekanizmaların kapasitesinin sınırlı olduğu bir ülke oldu. Bu yüzden bu çelişkiler halkları birbirine düşman eden savaş politikalarıyla, dinselleşmeyle, milliyetçilikle idare edilmeye çalışıldı. Bunun yanında muhalif hareketler devlet zoru kullanılarak ezildi. Darbeler birbirini izledi. Böyle bir kırılgan yapının varlığında özellikle de sol ve işçi hareketinin yükseldiği dönemlerde faşist hareketler solun, işçi hareketinin karşısına çıkarıldı. Bu açıdan Türkiye’de sermaye sınıfı, faşist hareketleri ve ideolojileri her zaman bir baskı aracı olarak yedeğinde tutmuştur. Öte yandan Türkiye’de faşist bir devlet biçiminin hakim olduğu düşüncesine ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Askeri diktatörlükler ve bugünkü gibi baskıcı, otoriter rejimler, faşist hareket ve liderler söz konusu olmuştur ama faşizmin bahsettiğimiz iki çekirdek özelliği üzerinden örgütlenen bir devlet biçimi ortaya çıkmamıştır. Esasında bu durum bağımlı kapitalist bir ülke olarak Türkiye’de devletin faşizmin gerektirdiği “karşı-devrimci yıkıcılığı” ve yayılmacılığı hem içeride hem de uluslararası sahada zorlayabilme kapasitesinin sınırlı olması ile ilgilidir. Bu yüzden Türkiye’de faşist partilerden, hareketlerden, liderlerden bahsedebiliriz ama bir olağanüstü devlet biçimi olarak faşizmden bahsederken temkinli olmak gerekiyor.

YARIN: Kemal Can: Milliyetçilik bu rejimin hem güncel hem geleneksel ayağı

ÖNCEKİ HABER

Kayseri Emek Gençliği idamlarının 50. yılında Denizleri andı

SONRAKİ HABER

Metal işçileri meslek hastası olmuyor(!)

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa