Faşizm: Dün, bugün | Gazeteci-Yazar Kemal Can: Milliyetçilik rejimin hem güncel hem geleneksel ayaklarından biri
Gazeteci-Yazar Kemal Can: "Bir rejimden çok amorf bir iktidar formundan bahsetmek daha doğru. Tarihsel göndermesini bir kenara bırakırsak yaşananın adı istibdat.”
Kemal Can | Fotoğraf: Evrensel
Erdi TÜTMEZ
'Faşizm: Dün, bugün' dosyamızın üçüncü gününde MHP ve Türkiye’de ülkücü hareketin tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Gazeteci-Yazar Kemal Can ile Türkiye’de ülkücü hareketin tarihini, bugününü ve geleceğini konuştuk. Kemal Can milliyetçiliğin mevcut rejimin hem güncel hem de geleneksel ayaklarından olduğunu söylerken rejimin karakterini şöyle özetliyor: "Bir rejimden çok amorf bir iktidar formundan bahsetmek daha doğru. Tarihsel göndermesini bir kenara bırakırsak yaşananın adı istibdat."
Güncel bir Türkiye ve faşizm tartışması açısından başlarsak, bugünkü rejimin karakterini nasıl yorumlayabiliriz?
Yaşananın, bu ülkeye has, özgün bir form olduğu değerlendirmeleri var. Rekabetçi otoriter sistemden Bonapartizme, patrimonyal otokratik yönetimden totalitarizme, Erdoğanizmden tek adamlığa kadar uzanan çeşitli tanımlar kullanılıyor. Belki bir sayfa tutacak liste yazılabilir. Bazen kurumsal ve kavramsal çerçeve, bazen de ortaya çıkan siyasal ve toplumsal sonuçlar dikkate alınarak tarif yapılıyor. Elbette bu saptamalar, hangi bakış açısıyla ve hangi parametreler dikkate alarak yapıldığına bağlı olarak farklılaşıyor. Sınıfsal, ideolojik, anayasal, kurumsal hatta kültürel pencerelerden bakmak, iktidar ve devleti ele alış biçimi, farklı veri setlerini dikkate almak başka tanımlara açılıyor. Her birinin açıklayabildiği ve eksik kaldığı taraflar var. Fakat, tartışmanın bir türlü tamamlanamamasının, tanımları getirenlerin bakış açısı farkları dışında, bu rejimin karakterinden kaynaklanan sebepleri de var.
Nedir onlar?
Aşırı eklektik olan ve kurumsal ya da kavramsal hatta ideolojik tutarlılığı pek olmayan bu yönetimin en belirleyici ve en net karakteri, “biçimsizlik”. Kastettiğim, bir uyum yeteneği ya da esneklik değil sınırı olmayan bir karakter zaafı. Baskının her çeşidini ve yöntemini kullanarak -bazen örnek alarak bazen de uydurarak- kendini devam ettirme azmiyle yürüyen bir iktidarla karşı karşıyayız. Bunu çok ortaklı ve hiç de homojen olmayan bir ittifakın desteğiyle yürütmeye çalışıyor. Taban bileşimi açısından da böyle, icra heyeti açısından da. Dolayısıyla, kurucu bir iradeden çok ölçüsüz sürdürme inadı, karakterin asli belirleyicisi.
Bir rejimden çok amorf bir iktidar formundan bahsetmek daha doğru gibi. Tarihsel göndermesini bir kenara bırakırsak yaşananın adı istibdat. Rejimin ya da aslında daha doğru söyleyişle iktidarın ismini koymaktan ziyade bütün yönlerini -zaaflarını da- görebilen dinamik bir tarifin üzerinde durmak daha önemli. Mesela taban dinamikleri açısından kuvvetli totaliter özellikler gösteren, en azından bu konuda güçlü bir arzu duyduğu anlaşılan bir ideolojik motivasyon söz konusu. Necip Fazıl’ın Türk ve Sünni Müslüman çoğunluk üzerine kurduğu otokratik hülya, hâlâ bilinçaltı en baskın unsur ama ana rehber değil. Çünkü dünyada benzer dini-milli sembolleri kullanan küresel popülist dalgayla ve dönemin ruhuyla buluşan omurgasızlığın öne çıktığı tutumları da görülebiliyor. Sınıfsal tabanı ve o tabanla kurulan ilişkide de benzer biçimsizliği izleyebiliyoruz. Tercihlerden uygulamalara geçildiğinde de biçimsizlik devam ediyor. Bir taraftan faşizan ikili hukuk uygulamalarını, diğer taraftan suistimal edilerek kullanılan, devralınan devlet kapasitesini ve yasal zemini izliyoruz. Bir taraftan 1980’de çizilen iktisadi-siyasi yörüngenin sürekliliğini, diğer taraftan dünyada yeni girilen otoriter konsolidasyon arayışıyla yüksek uyumu görüyoruz. Baskı ve şiddeti sistemli ve sürekli olarak artırıp düşman gördükleri bütün kesimler üzerine bütün araçları ile yüklenirken, kendi içinde ciddi bir çözülme dinamiği de işliyor. Bu biçimsizliği ve çelişkileri, sonunun yakın olduğu şeklinde okuyanlar da var, tehlikenin büyüdüğünün işareti sayanlar da.
"MİLLİYETÇİLİK İKTİDARIN HEM GÜNCEL HEM GELENEKSEL AYAKLARINDAN BİRİ"
Ülkücü hareket ve Siyasal İslam’ın bugünkü ortaklığı rejime nasıl bir renk veriyor?
Türkiye’deki muhalefetin toplumsal-siyasal özellikleri, laiklik ve Kürt meselesi gibi fay hatlarının ürettiği siyasi pozisyonlar, milliyetçiliğin ağırlığı konusunda eksik algıyı besliyor. Yaratılan baskıcı yönetim biçimsizliğinde milliyetçiliğin payını saklıyor. MHP’nin iktidar ittifakındaki pozisyonu, “yanlış milliyetçilik” veya sapma gibi ya da normal dışı bir ilişki gibi sunuluyor. Oysa milliyetçilik bu iktidarın ve eğer rejim demekte ısrar edilecekse rejimin, hem güncel hem geleneksel ayaklarından biri. Ayrıca dünyada esen sağ popülist dalgada, dini semboller kadar milliyetçi ajitasyonların da güçlü vektör olduğunu biliyoruz. Bu iktidar, hiçbir aşamasında ideolojik saflık içermedi. Milliyetçiliği ayaklar altına aldığı ilk yarısında da milliyetçi-mukaddesatçı ittifakın oluştuğu ikinci yarısında da kokteyl özellik değişmedi. Formel milliyetçiliğin de geleneksel olarak ve şimdi hem devlet uygulamaları hem de sistemin temel işleyişi açısından sahici şikayeti olmadı. Mücadelesi ona dahil olma ve belirleyicilik açısındandı. Fikrini her daim iktidar yapmak hep belirleyici motivasyondu.
Burayı biraz daha açmak istiyorum. ‘Erdoğan oy hesabı nedeniyle MHP’ye mecbur, bir mecburiyet içinde’ gibi yorumlar da sık sık karşımıza çıkıyor…
Bu durum, siyasi aritmetiğin zorunluluklarından doğmuş geçici bir hal değil. Karşımızda olan, tıpkı 12 Eylül’ü tasarlayanların akıl ettikleri “Türk-İslam sentezi” gibi, siyasi rıza temini bakımından üretilmiş bir buluşma/buluşturma. MHP ve Bahçeli’nin iktidar ittifakının ideolojik rotasını ve otoriterliğin çıtasını belirleme konusunda daha aktif olduğundan söz edilebilir. Ancak bu, derin bir yaklaşım farkından ya da bir vesayet ilişkisinden ziyade iktidarın iş bölümüyle ilgili. İktidarın oy desteğinden birinci derece sorumlu olan Erdoğan, MHP’nin aritmetikteki sorumluluğu çok daha geri planda. Buna karşılık beka davasıyla ilişkilendirilen “siyaset üstü” iktidar misyonu Bahçeli’nin verdiği istikamet ve seviye ayarlarıyla ilerliyor. Bu iş bölümü nedeniyle zaman zaman MHP’nin AKP üzerinde siyasi vesayet kurduğu yorumları yapılıyor. Fakat bu iddiaların hemen hepsi, kısa bir süre sonra bizzat Erdoğan’ın sözleri veya uygulamalarıyla yanlışlanıyor ama “Esir düşmüş Erdoğan” bahanesi kullanılmaya devam ediyor. Bu ittifak ortaklığında karşılıklı mecburiyetler ve fırsatların rol oynadığı doğru ama bunun çok küçük bir kısmı siyasi aritmetikle ilgili. Bu gerekçeyle oluşmadığı için, devam etmesi de çatlaması ve dağılması da aritmetik nedenlerle olmayacak.
"ERDOĞAN’IN YİRMİ YILLIK İKTİDARINI PARTİ DEVLETİNE DÖNÜŞTÜREBİLMESİ, MHP’NİN SAYESİNDE OLDU"
Peki bu birlikteliğin tarihsel kodlarında ne var?
Geleneksel olarak sert siyasi rekabet içinde olan, farklı kaynaklardan beslenmiş İslamcılık ve milliyetçilik, sürekli gerilimlerine rağmen, kriz konjonktürlerinde ve radikal değişim anlarında kritik ittifak örneklerini daha önce de vermiştir. ’70’li yıllardaki MC hükümetleri, ’80’lerin aşırı sentetik bir formül olan Türk-İslam sentezi, ’90’ların “kutsal ittifakı”, farklı ihtiyaçlar için farklı biçimlerde üretilmiş etkili örnekler. Bugün yürürlükte olan iktidar ittifakın bu açıdan ilk ve şaşırtıcı örnek sayılması çok isabetli değil. Pek çok açıdan ideolojik ve politik farklılıkları olsa bile, karşısında yer aldıkları, düşmanlaştırdıkları kesimler ve sürdürülmesinde ortaklaştıkları düzen için ittifakları çok zor olmuyor. Özellikle Türkiye’nin siyasi fay hatlarını çizen sosyokültürel sembol dünyasında örtüşen yönleri çok fazla. Kendi bekasıyla memleket bekasını eşitleyerek ilerleyen bir iktidar için, “devlet-i ebed müddet” anlayışının sağlam dayanağı milliyetçiliğin desteği olmazsa olmaz bir ihtiyaç. Ayrıca aşırılığı merkeze taşıyan, merkezi aşırı sağa çeken popülist otoriter dinamiğin, faşizan momentin bu alaşımı kullandığı ortada. Erdoğan’ın yirmi yıllık iktidarını parti devletine dönüştürebilmesi, MHP’nin sayesinde oldu, aksi mümkün olmazdı. Devletin, sermayenin ve onlarla sorunu olmayan ama “zararlı” unsurlara karşı son derece kıyıcı ideolojik çerçevenin geniş ve kolay ittifakı söz konusu.
"İDEOLOJİK GERİLİMLERİ VE KİMLİK ÇATIŞMALARINI MERKEZE ALAN BİR YÖRÜNGE"
Türkiye’de ekonomik kriz içindeyiz. Geçmişteki yazılarınızda özellikle ülkücü, faşist hareketlerin yoksulluk ve bu yoksulluğu yaşayan vatandaşlarla olan ilişkilerini de irdelemiştiniz. Güncel ekonomik kriz ve MHP’nin buradaki tutumu hakkında ne söylenebilir?
Dünyada çeşitli zamanlarda ve farklı coğrafyalarda milliyetçi, ırkçı-yabancı düşmanı, aşırı sağcı pek çok siyasi organizasyonun, yoksul, ekonomik hatta kültürel olarak en gerideki kesimlerde taban bulabildiğini gördük. MHP de ’70’li yıllardan itibaren Türkiye’deki alt sınıflara yaslanan, onların politik motivasyonlarını, sistem tartışmasının mümkün olduğunca uzağına taşıyarak “iç ve dış tehditlere” yönelten bir çizgide gelişti. Zaman zaman sağ popülist politik çıkışlar yapmakla birlikte, bu kesimlerle onların yoksullukları veya yoksul olmalarının sebepleri üzerinden ilişki kurmadı. Tam aksine, bu toplumsal-siyasal riski ortadan kaldıracak ideolojik gerilimleri ve kimlik çatışmalarını merkeze alan bir yörünge takip etti. Bu gerilim hatlarının ön saflarında, fikri ve fiili çatışmaların baş aktörü olarak yer aldı. Kitleselleşmesinin ideolojik çatısı neredeyse tamamen antikomünizmle şekillendiği için, kontrol ettiği tabanı sınıfsal reflekslerin uzağında tutmak, hatta böyle eğilimlerin karşısına mevzilendirmek asli misyon olarak yürürlükte kaldı. MHP’nin kitle tabanının genişlediği dönemlerin çatışma iklimleriyle örtüşmesi de bunu işaret ediyor. MHP’nin hayli küçülen geleneksel tabanı, hâlâ yoksul taşra ahalisine dayanıyor. Elbette kriz şartlarında MHP’nin bu kesimlerle ilişkisinin sorunlu hale geldiği söylenebilir. Destek erimesinde bu sıkıntının önemli bir payı olduğu da ortada. ’90’larda kıyı şehirlerinde ve nispeten orta, üst-orta sınıflara doğru taşan yeni taban ise AKP alerjisi dolayısıyla zaten büyük ölçüde İyi Partiye kaymış durumda. Fakat Bahçeli, iktidara yönelen tepkinin önüne, devletin bekası gibi daha önemli bir sorunu koyarak hem iktidara kalkan oluyor hem de kendi tabanındaki kaymayı durduracak set kuruyor. Erdoğan, geçici olduğunu söylediği sorunlar için taraftarlarına sabır önerirken; Bahçeli, tabanına ve herkese mecburi görev çıkartıyor. “Bugün ekmek bulamazsak yarın buluruz ama beka kaybedilirse ne olacak” diyor. Sabretmeyi, itiraz etmemeyi milli görev haline getiriyor, aksini yapanları hain ilan ediyor. Bu pencereden bakılınca, MHP’nin kutuplaştırma/ötekileştirme açısından iktidara verdiği gaz kadar, iktidara (sisteme) yönelecek tepki potansiyeline fren fonksiyonu da devrede diyebiliriz. Bu tutumun iktidara faydasını ve MHP’ye getireceği siyasi bedeli ve bu tablonun toplam bilançosunu henüz tam olarak ölçebiliyor değiliz.
TEMEL MOTİVASYON: FİKRİNİ SÜREKLİ İKTİDARDA TUTMAK
’80’ler ve ’90’lardaki milliyetçi ve faşist ideolojiyle bugünkü dönem arasında nasıl farklar var?
MHP’nin çeşitli dönemlerden süzülerek gelen hikayesine, çok hareketli dalgalanmalar ve şaşırtıcı strateji değişikleri üzerinden bakılabilir. Ancak Türkiye’de siyasetin “kapanma ve açılma” dönemleri ve geçiş eşiklerinde, MHP’nin şaşırtıcı etkinlik kazandığını, benzer döngüleri takip ettiği bir süreklilik görmek de mümkün. MHP ve ülkücü hareketin yaslandığı ideolojinin (milliyetçiliğin), bütün aktörleri etkileyen joker siyasi kimlik olması önemli bir faktör. Taban bileşimi ve bu tabanla temas biçiminin de yansımaları var. Fakat dönemler aşan süreklilikte, MHP’nin devletle formel ve informel ilişkisi çok belirleyici. “Fikrini sürekli iktidarda tutmak” olarak tarif edebileceğimiz temel misyon ve motivasyon, bu sürekliliğin omurgası. İdeolojik mayasıyla (Milliyetçiliğin isim hakkını elinde tutmasıyla) kontrol ettiği toplumsal tabanı ve fikri tahakküm imkanlarını devletin veya resmi stratejinin hizmetinde tutabilmesi ise her daim kullanışlı oluşunun anahtarı. Bu yüzden siyasal gücü ve aritmetik cüssesinden hep daha fazla bir etki yarattığını görüyoruz. MHP onar yıllık periyodlarla, kitleselleşme eşliğinde bir yükselme evresi, devlet ve hakim statüko içinde -çoğunlukla dolaylı- etkinlik artışı ve bu hizmetin bedeli olarak travmatik güç kaybı veya itibar kaybı ile devam eden döngüler takip ediyor. Ortaya çıktığı ’70’lerden itibaren farklı biçimlerde bu döngü pek tekrar ediyor ve aslında bu bir kader değil, seçilmiş bir rota. 2000’lerin başında ’90’lar döngüsünü tamamlayan MHP, yirmi yıllık AKP iktidarının kapısını açan süreci başlattı. AKP’nin ilk dönemindeki yükselişini sağlamada Baykal CHP’si ile birlikte bereketli bir kontrast sağladı. Neoliberal modeli ’90’lar krizinden çıkartacak yeni sürüme rıza temini, “Ayak direyen eski sistem unsurlar” demagojisiyle sağlandı. İktidarının ikinci yarısında ise girdiği krizi aşabilecek ideolojik takati ve ikna yeteneği kalmayan Erdoğan’ı yine Bahçeli ayağa kaldırdı. Bu anlamda Bahçeli’nin Erdoğan’ı bir şeye ikna eden (veya zorlayan) olmak yerine birilerini Erdoğan’la devama ikna eden işlevinin daha önemli olduğunu düşünüyorum.
İKTİDAR MUHALEFETTEKİ FAY KIRIKLARINA OYNAMAYI SÜRDÜRECEK
Cumhur İttifakının baskı ve şiddeti daha fazla öne çıkarmasına esas olarak ne yön veriyor? Son olarak Gezi kararları ve muhtemel olarak HDP’nin kapatılmasını da göz önünde bulundurursak…
Aslında 2015 itibariyle fiili olarak ilan edilen Cumhur İttifakı, o yaz başlatılan süreçle, baskı ve şiddet üzerinden “istikrar tesisi” tercihini zaten ortaya koymuştu. Baskı ve şiddetin yöneldiği kesimler, bunun araçları, devletin bütün kapasitesinin bu iş için seferber edilmesi, fütursuzluğun sistemli biçimde artması gibi aşamalar, değişim noktaları gibi görünse bile aslında bu süreç tutarlı bir süreklilik gösteriyor. Allah’ın lütfu darbe girişimi, anayasa referandumu gibi hızlandırıcıların katkısını da dikkate almak gerekir. Gezi, müzakere masasının devrilmesi ve cemaatle girilen kapışmanın yarattığı paranoyalar, şiddet kapasitesi artırılarak nötralize edildi. Baskı ve şiddet yöntemleriyle sağlanan olağanüstülük sayesinde ittifakın sağlam bir siyasal konsolidasyon yaratacağı da düşünüldü muhtemelen.
Milliyetçi-muhafazakar çoğunluğun, karşı durulması zor siyasal destek sağlayacağı ve kutuplaştırmanın bunu garantileyeceği beklentisi, ’80’lerin sentetik (plastik) Türk-İslam sentezinin gerçek dinamiklere yaslanan hali olarak tasarlanmıştı. Ancak kısa bir süre sonra yapılan referandumda bu mühendislik hesabının beklendiği gibi olmayacağı anlaşıldı. Bu noktadan itibaren destek konsolidasyonu güç konsolidasyonu üzerine kurulu strateji ile yedeklendi. Popülist kışkırtmalar, kutuplaştırma ve dış gerilimlerle beslenmiş beka söyleminin yeterince taşıyıcı olmaktan çıkması doz artırımı ile dengelenmeye çalışıldı. Türkiye’de ve dünyada değişen rüzgarlarla ekonomik, sosyal ve siyasal krizin yatışmayıp derinleşeceği anlaşılınca, baskı ve şiddet, giderek baş vurulabilir tek araca dönüştü.
İktidarlar için baskıdan beklenen iki önemli sonuç var. Birincisi, kendisine itiraz eden, etmesi ihtimali bulunan ya da zaten varlıklarıyla zararlı olduğuna karar verilen kesimleri cezalandırmak, korkutmak, yıldırmak ve etkisiz kılmak. İkincisi, kendisiyle birlikte davrananlara, kısmi tereddüt yaşayanlara veya durumu anlamaya çalışanlara gücünün yerinde olduğunu göstermek, herkese gücünün devam ettiğini kabul ettirmek. Karşıtları için de yandaşları için de kapalı havuzlar hatta hapishaneler yaratmak. Hem rakiplerini hem yandaşlarını hem de onunla ilgili karar vermek durumundaki üçüncü tarafları etkileyen bir mesele bu. Mevcut iktidar, geleceğe dönük vaatleri, anlatacak bir hikayesi kalmadığı ve krizleri yönetemediği için ikna yeteneğini önemli ölçüde kaybetmiş durumda. Buna karşılık yargısıyla, bürokrasisiyle iyice ele aldığı devlet aygıtını, edindiği stratejik imkanlarla dünya güç merkezlerini ve “hizmet kalitesiyle” (lütuf-ceza dinamiğiyle) sermayeyi kontrol fırsatları olduğunu düşünüyor. Bazı noktalarda, özellikle dış politikada geri adımlar atarak sorun çıkartmayan partner olmaya çalışırken, diğer taraftan içerde gücünü gösterecek baskı uygulamalarını artırıyor. Ayrıca, bu doz artışına karşı reaksiyonun zayıflığından ve dağıtıcı etkisinden de faydalanmayı umuyor. İktidarın ataklarının pek çoğunun gerilime ve dolaylı olarak iktidara hizmet eden provokasyonlar olarak okunup “aman ha” uyarıları kabullenmeye dönüşüyor. Yılgınlık yaratan “yenilemezlik” illüzyonunu da eklemek gerek. Muhalefetin, baskı ve şiddet uygulanan kesimler konusunda ilkesel bir ortak hat yaratamaması da, iktidarın ataklarının niteliğini ve hedeflerini belirliyor. Önümüzdeki günlerde muhalefet içindeki fay kırıklarını hareketlendirebilecek yeni atakları göreceğimizi düşünüyorum. HDP kapatma davası da bunlardan biri olacak.
ÖZDAĞ’IN ŞAŞIRTICI ETKİNLİĞİ DİKKAT ÇEKİCİ
İçinde bulunduğumuz konjonktürde Zafer Partisi gibi partilerin ortaya çıkması tesadüf mü?
Zafer Partisinin ortaya çıkmasından çok, gündemi belirlemedeki şaşırtıcı etkinliği dikkat çekici. Çünkü Ümit Özdağ’ın mülteci, göçmen veya yabancı sorununa bindirilmiş siyasi pozisyonu çok yeni değil. Dünyada pek çok örneği bulunan bu çizgi, kimileri tarafından “Bizde ondan olmaz” denilse bile gayet tanıdık. Özdağ, neredeyse yirmi yıldır, milliyetçiliğe aksiyoner yeni yörünge iddiasını dile getiren tartışmalı bir isim. Fakat son dönemde gündemde edindiği etkinlik, başka bir zemine oturuyor. Bir süre önce Erdoğan tarafından dile getirilen “Yerli-milli muhalefeti de biz kuracağız” sözleriyle birlikte düşünüldüğünde, muhalefetin dizaynı ya da en azından rotası konusuyla ilgisi şüphe uyandırıyor. Özellikle son dönemdeki popülerleşmesinin, dahil olmadığı muhalefet ittifakına aday tayiniyle olması ve bunun aşırı köpürtülmesi hayatın normal akışına pek uymuyor. Mansur Yavaş çıkışı, göçmen meselesi ve HDP ile ilgili tutumu, muhalefetin içinden geçen fay hatlarıyla yakından ilgili. İktidarın, devletin, siyasetin ve sistemin krizini nasıl aşacağı, aşıp aşamayacağı açık bir tartışma ve mücadele alanına dönüşmüş durumda. Dolayısıyla, mevcut iktidarın geleceği kadar eğer söz konusu olursa yeni bir iktidar kombinasyonunun terkibi de masada. Bütün bunları dikkate alınca altılı masa itişmelerinden aday tartışmalarına, kaşınan gerilimlerden mahkeme kararlarına kadar çok az şeyin tesadüfi olduğunu düşünüyorum.
YARIN: Anti-Faşistler Birliği Genel Sekreteri Ulrich Schneider: Faşizm…Bir daha asla!