11 Mayıs 2022 07:50

Topal Koca

Topal Hoca, Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır romanındaki Taşbaş Efendi gibi inanılan, saygı duyulan uhrevi bir kişilik olmuştur.

Kaynak: Afyon Kocatepe Üniversitesi

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

Çanakkale Harbi’nde sağ bacağından ciddi yaralanmış ve baygın halde iken, bacağı diz üstünden kesilmişti. Seyyar hastanede haftalar süren tedaviden sonra, ıstırabı bir nebze olsun azalmış ve koltuk değnekleri ile yürümeye başlamıştı. Savaş devam ediyordu ancak sakatlığı yüzünden artık “çürüğe” ayrılmış ve evine gönderilmişti. Aktarmalı ve uzun süren tren yolculuğunda, bir eli sürekli kesik bacağında duruyor ve bacak sanki yerindeymiş gibi şiddetli bir ağrı hissediyordu. Tıpta “fantom ağrısı” denilen, halk dilinde ise “güdük ağrısı” diye adlandırılan hayali bir ağrı hissediyordu. Bacak “güdük” kalmıştı kalmasına ama gecesini, gündüzünü zehir eden bu ağrı neyin nesiydi?

Çocukken, kuyruğunu kopardığı kertenkelelerin bedeni ile kopan kuyruğu, yan yana, sanki iki ayrı canlı gibi bir süre hızlı hızlı hareket ederlerdi. Buna hep şaşırırdı, kopan kuyruk kendini bedenin parçası sanıyor gibiydi, hatta kertenkelenin bedeni de kuyruğu hiç kopmamış gibi aynı ritimle ve güdük haliyle hareket ediyordu. Fakat bir süre sonra kopan kuyruğun canı çekilir, tamamen hareketsiz kalırdı ve devreye kırmızı karıncalar girer ve el birliğiyle kuyruğu yuvaya taşırlardı. Kuyruksuz kertenkele de oradan uzaklaşırdı, yaygın inanç, kopan kuyruğun yeniden uzayacağı yönündeydi ama bunu kimse görmemişti. Tek kanıtları doğada kuyruksuz kertenkele görmemeleriydi, demek ki kopan kuyruk uzuyordu. Kopan bacak da uzar mıydı acaba? Ne iyi olurdu, köyüne gidene kadar bacak santim santim uzasa ve koltuk değneksiz yürüyerek köyüne girse.

Kompartımanda başını her yasladığında uyuyor ve rüyasında buğday tarlalarında, yoncalıklarda koşuyor, dut ağacına tırmanıyor, dağdan gelen kar suyu ile çağlayana dönen Değirmenderesi’ne eğilip kana kana buz gibi su içiyordu. Ancak her defasında bacağındaki şiddetli ağrıyla gözlerini açıyor ve terlemiş, susamış olarak uyanıyordu. Matarasındaki ılık suyu israf etmeden dikkatlice içiyor, acıktıkça da çıkınını çözüp, kurumuş ekmeğine bir avuç kuru üzümü katık ederek karnını doyuruyordu. Bazen çevredeki yolculardan, yumuşak ekmek, kuru soğan ve çökelek verenlerle menü zenginleşirdi.

Nihayet tren, uzun uzun düdüğünü çalarak Kapıdere istasyonuna varmıştı. İnenlerin yardımıyla koltuk değnekleriyle birlikte trenden inmiş ve köyüne gidebilmenin yollarını arıyordu. Hava kararmak üzereydi, bulabildiği bir at arabasına altıncı yolcu olarak binmiş ve köye doğru yola koyulmuştu. Derin düşünceli hali çevresinde saygı uyandırıyor ve hiç kimse bacağı ile ilgili bir soru soracak cesareti bulamıyordu. Kulağında artık trendeki ritmik ray sesinin yerine, gecenin sessizliğini bozan atların tempolu nal sesleri vardı. Faytoncu gergin ve sinirliydi, bir ara kendi kendine: “Geceye kalmamalı, bu dağların eşkıyası bitmez!” Zaman zaman, faytonların önünü kesen ve yolcuları soyan eşkıya söylenceleri yayılırdı, zaten buralarda asayiş kalmamıştı. Ancak asker kaçakları ve eşkıyalar bu günlerde tehcire gönderilen Ermeni kervanlarına dadanmıştı, o nedenle buralar güvenli sayılırdı.

Köyüne ulaştığında eşi, çocukları ve az sayıda akrabası sevinç, merak, şaşkınlık ve acıma duygularıyla karşılamıştı. Dağ gibi adam, küçülmüş, zayıflamış ve koltuk değneksiz yürüyemez olmuştu, ama her halükarda bu hali bile hiç gelememesinden bin katlı iyiydi. Herkes tek tek sarılıp “hoş geldin” dese de tüm bakışlar kesik bacakta toplanıyordu ve bu bakışlar bacakta inanılmaz bir ağrıya yol açıyordu. Ağrıdan terlemişti ama en ufak bir ah çekmiyor, ağzını bıçak açmıyordu.

Köyde dilden dile: “Bacağı kesildikten sonra çürüğe ayrılmış…”,
“Yazık, iyi adamdı amma şimdi n’olacak?”,
“Artık elinden pek bir iş gelmez, ancak çocukları bakar ona”
“Çürük adamdan ne hayır gelir”
“Keşke ölseydi de bu hale düşmeseydi.
Duyduğu her cümle ruhunda derin yaralar açıyordu, “Şu köylü milleti ne patavatsız sözler söylüyor, sanki ben keyfimden bacağımı kaybettim.”

Hasta küçük oğluyla birlikte köyde toplayıcılık, dilencilikle geçinen kadın, o gece rüyasında gördüğü aksakallıların “senin oğlunun çaresi Topal Hoca’da, ona git oğluna dua okusun” dediğini söyleyerek heyecanla: “Komşulaaar, köyümüzün ermişi Topal Hocamız’dır, rüyamda aksakallılar böyle dedi.” Soluğu “Topal Hoca”nın evinde alan kadın: “Hoca efendimiz ne olur şu garip yetim oğluma şifa niyetine bir dua okusan?” diye ısrar edip yalvarınca, önce “Hoca Efendi de kim­? Ben mi?” diye şaşırsa da sonra bildiği birkaç duayı okumuştu. Her nasıl olduysa dilencinin oğlu gün gün düzelmeye başlar ve bu iyileştirme dilden dile yayılır, artık tut tutabilirsen hocayı…

Düne kadar “çürük” veya “çürüğe ayrılmış” biri iken, şimdi artık “Topal Hoca”dır. Tıpkı, çiçek veya trahom hastalığından kör olanların, Kur’an okumaya yönelmeleri ve hafız olarak yeniden toplumsal prestij kazanmaları gibi. Hatta zamanla “hafız” denildiği zaman kör hoca anlaşılsa da körlük anılmaz, tamamen geri planda tutulurdu. Topal ifadesi bir eksiklik değil, tam tersine saygınlık ifadesi olmuştu. Sadece bu köy değil bütün çevre köyler, hatta uzak köylerden hastalar, doğumsal bozukluğu olanlar Topal Hoca’nın kapısının önünde sıraya girmiştir. Topal Hoca, başlangıçta bir süre karşı çıktıysa da sonunda pes ederek gelenlere elinden gelen yardımı yapmaya başlar. Topal Hoca, Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır romanındaki Taşbaş Efendi gibi inanılan, saygı duyulan uhrevi bir kişilik olmuştur.

Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’e olan hayranlığından dolayı, doğan oğluna “Mustafa” adını koyar. Son halife olan Abdülmecid, TBMM tarafından seçilmiş olsa da otonom yetki, daha fazla bütçe ve imkan istemesinden sonra halifelik kurumu ortadan kaldırılır. Aynı tarihte de din hizmetlerini yürütmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.

Köye aniden bir haber gelir: “Hükümet, Diyanet’in de görüşünü alarak uzun sakalı yasaklamıştır. Bu yeni uygulamayı köylerde jandarmalar kontrol edecektir.” Topal Hoca ve çevresindeki birkaç sakallı ya köyde kalıp sakalını kestirerek, itibarını sıfırlayacak ya da dağlara kaçacaktır, dağa çıkıp saklanmaya karar verirler. Aynı dönemde eşkıyalara af ilan edildiği için de eşkıyalar dağdan inmektedir. Bir süre sonra sakal konusundaki ısrar kalkar ve Topal Hoca dağdan, adeta “ziyaretgah” olan evine döner. Bu yeni dönemde hocanın şanı almış yürümüştür ve bir ölüyü dirilttiği ve o gün cem için toplanan herkesin buna tanık olduğu dillendirilir.

Yıllar sonra Topal Hoca yaşlandığı için “Topal Koca” olarak anılmaya başlar. Dört oğlundan en büyüğünü kalıcı bir meslek olmak üzere kalaycılığa yönlendirmiştir, onun küçüğü köyde bahçe tarla ekimiyle ilgilenecektir. Onun da küçüğünü ise askerliğini çavuş olarak yaptığı için, Köy Enstitüleri’nin nüvesini oluşturacak eğitmenlik kursuna gönderir. En küçük oğlana askerlik celbi gelmiştir az buz değil 4 yıl askerlik yapılacaktır. “Oğlum hangi şehir çıktı?” “Çanakkale” Birden sağ bacağında unuttuğu o şiddetli ağrı… Askere giderken ağlayan oğluna: “Niye ağlıyorsun böyle?”, “Baba 4 yıl çok uzun, belki bir daha seni göremem”, “Bırak ağlamayı, sana söz, sen gelene kadar bekleyeceğim.” İkinci Dünya Savaşı’nın bitişi ile askerlik 2 yıla indirilir. Nihayet baba oğul erken kucaklaşırlar.

Yakın bir köye yeni bir hoca gelmiştir, ancak Topal Koca’ya inanlardan dolayı, istediği ilgiyi görememiştir. Kendisinin peygamber soyundan geldiğini açıklayarak ilk bombasını patlatır, ancak büyük bir etki yaratmaz. İkinci hamlesinden daha umutludur. “Topal Koca’nın Çanakkale Harbi’ne katılan bir asker arkadaşını buldum ve o dedi ki: Bu adam savaşta yaralanmadı, tam tersine evine erken dönmek için bilerek kendi bacağına sıktı.”

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI