14 Mayıs 2022 03:06

Doç. Dr. Didem Danış: Mülteci konusu siyasallaştığında barış içinde yaşam dinamitleniyor

Siyasi iktidar da, muhalefet partileri de yaşanan sorunlara dair bir çözüm üretmeden, tamamen kendi siyasi emelleri için mülteciler konusunu araçsallaştırıyorlar.

Fotoğraf, Didem Danış'ın kişisel arşivi / Kolaj: Evrensel

Paylaş

Serpil İLGÜN

Resmi rakamlara göre Türkiye’de bulunan 3 milyon 762 bin 686 Suriyeli günlerdir siyaset gündeminin ana konusu haline getirilmiş durumda. Milliyetçi, ırkçı söylemin baş aktörlerinden Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ’ın İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yla kavgaya varan çıkışlarının da hareketlendirdiği Suriyeliler gündemi, bağlamından kopartılarak ve diğer tüm sorun başlıklarında olduğu gibi esasından uzaklaştırılarak tartışılmaya devam ediliyor.

Uzunca bir zamandır dozu yükseltilen nefret dilinin ve sığınmacılara yönelik ekonomik, sosyal, kültürel uyum politikalarının yoksunluğunun da katkılarıyla bugün Türkiye nüfusunun yüzde 81.7’si Suriyeli göçmenlerin ülkelerine dönmesini istiyor. Metropol araştırmanın Mart ayı araştırmasına göre İyi Parti’ye oy veren seçmenlerin yüzde 97’si, CHP’ye oy veren seçmenlerin yüzde 89’u, HDP’ye oy veren seçmenlerin yüzde 87’si ve AKP’ye oy veren seçmenlerin yüzde 84’ü Suriyelilerin gitmesini istiyor. Suriyeliler konusunda varılan bu toplumsal mutabakat, seçim sürecinde Suriyeliler konusunun araçsallaştırılmasını da kolaylaştırıyor. Tartışmalar “göndereceğiz-göndermeyeceğiz” ikilemine sıkıştırılırken, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 3.7 milyon Suriyeli sığınmacıdan 1 milyonunu Suriye’de 13 ayrı bölgede inşa edilecek yerleşim yerlerine geri döndürme planı, tartışmaların harını yükseltti.

Aşağılama, küçümseme, dışlama dilinin hakim olduğu Suriyeliler konusu, neden alevlendirildi? Suriyeliler geri dönmesini isteyenler kaygılarında haklılar mı? Demografiyi değiştirecekler söyleminin karşılığı var mı? Toplu geri gönderme uygulanabilir mi? Sığınmacıların bu şekilde tartışılmasından iktidar nasıl yararlanıyor?

Konuyla ilgili önemli akademik çalışmalar yapan Göç Araştırmaları Derneği (GAR) kurucu başkanı, Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Didem Danış’la konuştuk.

Nasıl oldu da sığınmacılar konusu bugün enflasyonla birlikte ülkenin en önemli sorunu mertebesine ulaştı?

Bunun birinci nedeni ekonomik kriz. Ekonomi kötüleştiğinde, her toplum bir günah keçisi arayışına girer. Burada da en kolay, en zayıf grup olan mülteciler hedef tahtasına kondu. Bu durum, kendi ekonomi politikalarındaki başarısızlıktan kaynaklanan sorunları kamufle etme imkanı bulan siyasi iktidarın da işine geliyor kuşkusuz.

Konunun siyasileşmesini kolaylaştıran toplumsal bir zemin de var elbette. Türkiye 2015’ten bu yana dünyada en çok mülteci kabul eden ülke. Farklı yasal kategorilerde toplam 4 milyon Suriyeli Türkiye’de yaşıyor. Bunun 3.7 milyonu geçici koruma statüsünde, dolayısıyla toplam nüfusa vurduğumuz zaman Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 5’i şu anda Suriyelilerden oluşuyor. Antep, Hatay, Urfa gibi kentlerde ise bu oran yüzde 25 civarında. Bu durumda toplumda bir rahatsızlık olması, bazı konularda kaygıların dile getirilmesi oldukça anlaşılır. Ancak bugün konunun gündeme geliş şekli endişe verici. Bunca zamandır kamusal alanda pek gündeme gelmeyen mülteciler konusu son zamanlarda bazı siyasi partiler tarafından köpürtülünce, uzun süredir toplumda hissedilen rahatsızlık hızla nefret diliyle beslenen bir kanal bulmuş oldu. Özellikle sosyal medya üzerinden yayılan, mültecileri düşmanlaştıran, ayrımcı ve ırkçı söylemler ortalıkta giderek yaygın bir şekilde dolaşmaya başladı.

“Mültecilerin hedef gösterilmesi iktidarın ekonomideki başarısızlığını kamufle etmenin kolaylaştırıcısı oluyor” dediniz, aynı durum mülteci politikasındaki sorumluluğu için de geçerli değil mi, ne dersiniz? Zira örneğin açık kapı politikasından AB ile 2013’te imzalanan Geri Kabul Anlaşması’na, bugünü hazırlayan unsurlar tartışmalarda geri plana itiliyor.

Elbette mülteci politikasının birincil sorumlusu hükümettir; 2011’den bu yana mültecileri ve göçmenleri ilgilendiren tüm kararların altında imzası var. Ancak son dönemde mülteci karşıtı havayı yaratan sadece AKP olmadı. Bugünkü tabloyu hazırlayan AKP’nin yaptıkları ve yapmadıkları olsa da şu son dönemde bu işin bu kadar kabarması iki şeye dayanıyor. Biri, muhalefet siyasetçilerinin “geri göndereceğiz” söylemi ve sosyal medyadaki kampanyaları. Diğeri ise ekonomik krizle beraber toplumun tahammül seviyesinin düşmüş olması.

Hükümet bugüne kadar mülteciler meselesini olabildiğince görünmez kılmaya ve siyasi tartışmaların uzağında tutmaya çalıştı. Bir yandan onlardan “misafir” olarak bahsederken, bir yandan da entegrasyona yönelik bazı adımlar attı. Çoğunlukla AB desteğiyle, eğitimde, sağlıkta önemli işler yapıldı. Bunlar zaten olması gereken şeylerdi ancak iktidar bu konuda kamuoyunu bilgilendirmeden, toplumun onayını almadan, tepeden inme bir şekilde yaptı. Bunun tipik örneklerinden biri vatandaşlığa alma meselesiydi. İstisnai vatandaşlık kategorisi üzerinden, yani tamamen cumhurbaşkanının yetkisine dayanarak, çok sayıda Suriyeliye vatandaşlık verildi. İçişleri Bakanının ifadesine göre, 200 bin kişi. Bu ve benzeri uygulamalar tepkilerin yoğunlaşmasına sebep oldu.

İktidarın ve resmi muhalefetin seçim sathı mailinde sığınmacıları bir koz olarak kullanmasının da altı çiziliyor. Bundan nasıl faydalar umuluyor?

Mülteciler sorunu seçim dönemlerinde en kolay siyasileştirilen, seçim kampanyalarının başat gündem maddelerinden biri haline getirilen bir konu. Türkiye’de 2023 seçimlerine doğru bunun iyice ön plana çıktığını görüyoruz. Ancak unutmamak lazım ki, bu çok hassas bir mevzu çünkü mülteci konusunu bu kadar siyasallaştırdığınız zaman toplumsal barışın ve insanca bir arada yaşama ihtimalinin de altına dinamit koymuş oluyorsunuz. Siyasi kutuplaşmanın bizim gibi yoğun olduğu ülkelerde mültecilerin sadece bir siyasi nesne olarak araçsallaştırılmaları sokakta, işyerinde, okulda, mültecilerle yerli nüfus arasındaki gerilimin daha da yükselmesine neden oluyor. Sonuçta geçen sene Altındağ’da yaşananlara benzer şekilde, hiç istemeyeceğimiz olayların zemini hazırlanıyor.

Sorunun, “kalsınlar-gitsinler” denklemine sıkıştırılarak tartışılmasını nasıl izliyorsunuz?

Bu inanılmaz sığ bir denklem. Bunun bu seviyede tartışılması tam da konunun sadece seçim kaygısıyla gündeme getirildiğini bize gösteriyor. Mesele “gitsinler” veya “kalsınlar” denecek kadar basit değil. Eğitimden, ekonomiye, sağlıktan toplumsal cinsiyet eşitliğine pek çok alanı ilgilendiren bir meseleyi bu şekilde çözemeyeceğimiz ortada. Gideceklerse nasıl gidecekler, kalacaklarsa nasıl? Çok sayıda soru var, oysa siyasi iktidar da, muhalefet partileri de yaşanan sorunlara dair bir çözüm üretmeden tamamen kendi siyasi emelleri için mülteciler konusunu araçsallaştırıyorlar.

Erdoğan “kalsınlar-gitsinler” denkleminde yalpalamakla eleştiriliyor. Hatta “göndereceğiz” ifadesi bir politika değişikliği olarak da yorumlandı ancak Erdoğan yeniden “kimse gönderilmeyecek”e geri döndü. Erdoğan neden görüş değiştirmek durumunda kalıyor? Ve geri gönderme planı olarak sunduğu Suriye’nin kuzeyindeki 13 bölgede briket evler inşa etmek Suriyelilerin onurlu geri dönüşünü mü, yoksa başka planları mı önceliyor?

İlk soruya yanıt vermem mümkün değil; cumhurbaşkanının bu yalpalamalarının ardında “gerçekten” ne olduğunu anlamak için onun yakın çevresinde olmak lazım! Öte taraftan Suriye’de yapılan briket evler meselesi, Türkiye’nin bir türlü ikna edemediği uluslararası toplumu beklemeden bir inisiyatif aldığını ve “de facto güvenli bölge” inşa etmeye giriştiğini gösteriyor. Buradaki amaç, sadece mültecilerin geri dönmesini kolaylaştıracak bir konut projesi olmasa gerek.

Türkiye’nin Suriye’ye yönelik başka siyasi hesapları olduğunu, bunu güvenlik söylemiyle ve askeri operasyonlarla desteklediğini görüyoruz. Türkiye’nin 2011’den bu yana en büyük arzusu, Suriye’nin kuzeyinde Batı desteğiyle bir “güvenli bölge” oluşturmaktı. Ama Suriye’de AB ve ABD güvenli bölge projesine destek vermediler. Türkiye bunun için çok çaba harcadı; 2013’ten itibaren mülteci sayısının artmasının (Davutoğlu’nun kırmızı çizgi söylemlerini hatırlayalım) Batı’yı ikna edecek bir argüman olacağını düşündü; ama öyle olmadı. Sonuçta, Türkiye Suriye’de yürüttüğü operasyonların ardından “de facto güvenli bölge” yaratmaya kalkıştı. Bu girişimin hem uluslararası hukuk açısından, hem de maddi boyutuyla Türkiye’ye uzun vadede büyük bir yük olacağını düşünüyorum. Güvenlik ve beka söylemlerinin ardında kaldığı için bu boyutlarını tartışamıyoruz maalesef.

DİNİ SÖYLEM ARTIK ETKİSİZLEŞTİ

Erdoğan’ın sığınmacılarla ilgili alınan kararlarda veya konuşmalarında sıklıkla kullandığı “ensar” ve “muhacirlik” gibi dini söylemler nasıl bir işlev görüyor?

Din kardeşliği söylemi ilk dönemde oldukça etkili oldu. Türkiye’nin açık kapı politikasını destekleyen, toplumsal kabulü güçlendirmeye yönelik “Müslüman kardeşlerimize kucak açmalıyız” ifadeleri, İslam tarihinde önemli bir yeri olan hicret dönemine ve oradaki ensar-muhacir ilişkisine yapılan referans, toplumda hoşgörüyü ve insani yardımı güçlendiren bir öge oldu. Ancak son dönemde yapılan bütün araştırmalar, din kardeşliği söyleminin etkisizleştiğini ve Suriyelilere yönelik toplumsal kabul seviyesinin hızla düştüğünü gösteriyor. Yapılan araştırmalara göre toplumun yüzde 82’si Suriyelilerin ülkelerine geri dönmesini istiyor. Benzer oranlar AKP seçmenleri için de geçerli.

GERİ GELECEKLER

Malumunuz, resmi muhalefetin ortaklaştığı argümanların başında Suriyelileri bir, en fazla iki yılda geri göndermek geliyor. Göç Araştırmaları Derneği olarak toplu geri gönderme politikasının gerçekçi ve uygulanabilir olmadığını, hem kendi yasalarımız hem taraf olduğumuz uluslararası hukuki sözleşmelere aykırı olduğunu vurguluyorsunuz. Bu muhalefet tarafından da bilinmiyor olmayacağına göre neden propaganda buradan kuruluyor?

2014 yılında kabul edilen Geçici Koruma Yönetmeliği bu konuda çok net.  Yönetmeliğin 6. maddesi “Bu Yönetmelik kapsamındaki hiç kimsenin, işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulacağı veya ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatının veya hürriyetinin tehdit altında bulunacağı bir yere gönderilemez” diyor. Yani kimse mevcut şartlarda zorla Suriye’ye geri gönderilemez. Ancak, aynı yönetmeliğin diğer maddelerinde cumhurbaşkanı geçici koruma tedbirlerinin sınırlandırılmasına ya da süreli veya süresiz durdurulmasına karar verebilir deniliyor. Yani, Suriyeliler cumhurbaşkanının bir imzasıyla geçici koruma statüsünü kaybedebilirler. Ancak böyle bir madde olması, açık kapı politikasıyla ülkeye kabul ettiğiniz milyonlarca sığınmacıyı kolayca o statüden çıkarabileceğiniz anlamına gelir mi? Bu statüyü sonlandırabilecek olmak bir konu, onları ülkelerine geri göndermek ayrı bir konu. Sanırım muhalefet bu ikisini birbirine karıştırıyor.

Olması halinde sonuçları ne olur?

Zorla geri gönderilen kişiler, ilk fırsatta geri gelmenin yollarını ararlar. 2019 yazında İstanbul’da Valiliğin yürüttüğü geri gönderme kampanyasını hatırlayalım. O dönem kayıtsız oldukları gerekçesiyle Suriye’ye gönderilen kişilerin büyük kısmı kaçak yollarla yeniden geldiler. Suriye’deki koşullar değişmedikçe, gene aynısı olacaktır.

Bu bağlamda önerilen Esad’la el sıkışmak ama bu yeterli mi? Üstelik Şam’dan Türkiye’ye yönelik teröristleri desteklediği, Türk ordu güçlerinin Suriye topraklarını işgal ettiği gibi suçlamalar sürerken el sıkışma ne kadar mümkün?

Kağıt üstünde baktığımızda, bir kitlesel dönüş olacaksa bir tek böyle yapılabilir. Ancak Esad’la nasıl el sıkışılır, orası büyük soru işareti. Muhalefet partileri bu fikre inanıyor olsa da, mevcut koşullarda bu mümkün gözükmüyor.

MESELE KÜÇÜMSENMEDEN AMA NEFRET SÖYLEMİNE DE DÜŞMEDEN TARTIŞILMALI

Sığınmacılar meselesine yüksek oranlarda seyreden negatif algıyı anlayan bir yerden baktığımızda nasıl dayanaklar görüyoruz? Nefret, ötekileştirme duygularının kolayca köpürtülebilmesinin zemininde ne var?

Öncelikle Türkiye toplumunun yaşadığı zorlukların hakkını vermek lazım. Sonuçta Hatay, Antep gibi kentlerde nüfus yüzde 20-25 oranında arttı. Bu ani nüfus artışı, buralarda yaşayanlar için de, bu kentlerin belediyeleri için de ağır bir yük anlamına geliyor. Ancak mültecilerin varlığından fayda sağlayan bir kesim olduğunu da unutmamak lazım. Onları ucuz işçi olarak ağır sömürü koşullarında çalıştıran işverenler veya onlara fahiş fiyata ev kiralayan mülk sahipleri de var. Kitlesel zorunlu göç, mülteciler için de yerleşik nüfus için de zorlu bir imtihan.

1 MİLYON SURİYELİ KAYIT DIŞI ÇALIŞIYOR

Toplumun tedirginliğini, milliyetçi refleksleri en çok besleyen propaganda nüfusun Araplaştırıldığı ve Türklerin demografik yapısının değişeceği. Bu “endişenin” karşılığı var mı, böyle düşünenlere ne söylersiniz?

Bir kere “Arapların nüfusu Türkleri geçecek” iddiası tamamen asılsız. 2011’den bu yana Türkiye’de doğan Suriyeli çocuk sayısı yaklaşık 750 bin. Türkiye’de her yıl doğan çocuk sayısı ise 1 milyon. Dolayısıyla, evet demografik açıdan önemli bir grup bu ama ileride bir demografik yer değiştirme olacağı doğru değil. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsündeki demograflar bu konuda bir nüfus projeksiyonu çalışması yaptılar. Buna göre, Türkiye’deki Suriyeli grupta hiç göç yaşanmazsa 2050 senesinde sayıları 7,8 milyon olacak. Eğer Türkiye’den geri dönüşler olursa bu nüfus 4,7 milyona düşecek.

Buradaki asıl mesele demografik artıştan ziyade, Türkiye’nin mevcut ekonomik ve sosyal modelinin ne olacağı? Eğer Türkiye ekonomisi bugün olduğu gibi, ihracata yönelik düşük katma değerli fason imalat üzerinden ilerleyecekse, Türkiye’de düşen doğurganlığı ikame edecek böyle bir nüfusun olması, Türk ekonomisi için bir artı değer olacaktır. Ancak Suriyelilerin, mevcut düzende ihtiyaç duyulan ucuz işgücünü sağlamasının bedeli, Türkiye işçi sınıfı üzerinde patronlar lehine, eşitsiz bir rekabet ortamı yaratılmasıyla sonuçlanır. Mülteciler zorunlu göçle beraber yaşadıkları mülksüzleşme ve yoksullaşma sonucu o kadar kırılgan bir durumdalar ki, yerli işçilerin kabul etmeyeceği çok ağır sömürü koşullarında, güvencesiz ve düşük ücretlere çalışmayı kabul etmek zorunda kalıyorlar.

SGK rakamları da bunu teyit ediyor. SGK’ya kayıtlı yabancı işçi sayısı yalnızca 38 bin… sığınmacıların kayıt dışı çalıştırılarak sömürüldüğü bakanlar, iktidar sözcülerince de itiraf ediliyor zaten.

Yapılan bütün araştırmalar Suriyelilerde kayıt dışı çalışmanın yüzde 95’in üzerinde olduğunu gösteriyor. En az 1 milyon Suriyelinin Türkiye’de kayıt dışı çalıştırıldığı düşünülüyor. Bugün hiçbir sosyal güvencesi olmadan işverenlerin kârına çalışan bu insanlar, Türkiye’de kalacaklarsa ileride sosyal güvenlik sistemine nasıl entegre olacaklar? Bu kişiler emeklilik, sağlık ve diğer sosyal güvenlik sistemleri dışında mı tutulacak? Bunlar büyük soru işaretleri olarak ortada duruyor ve maalesef, siyasi iktidarın bu konuda bir programı olduğuna dair bir emare yok. Hükümetin bu konuda kamuoyunu bilgilendirmiyor oluşu, şu anda toplumda esen ciddi rahatsızlık duygusunun da önemli sebeplerinden. 

UFACIK KIVILCIMLA ÇOK BÜYÜK YANGINLAR ÇIKABİLİR

Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun mülteciler üzerinden 7 Haziran-1 Kasım arasındakine benzer 'şiddet olayları' planladığını ileri sürüyor ve ırkçı milliyetçi argümanlarla sığınmacı nefretini körüklemeyi sürdürüyor. Gerek bu dil, gerekse sığınmacıların geri dönmesini memleketin sorunlarının çözümünün anahtarı olarak gösteren yaygın söylem toplumsal çatışma ve kutuplaşmaya nasıl bir zemin hazırlamış oluyor?

Bu konuda çok karamsarım, çünkü toplum çok gergin. Bir ufacık kıvılcımla büyük yangınlar çıkabilir. Umalım ki, vatandaşlarımız da Suriyeli mülteciler de soğukkanlı davranabilsinler ve şu gergin ortamda korktuğumuz olaylar gerçekleşmesin.

Sığınmacı nüfusun yoğun olduğu il ve ilçelerin yerel yöneticileri yaşadıkları sorunları anlatırken, “bir sonraki belediye başkanı Suriyeli olabilir” çıkarımını yaparak, bunu bir endişe unsuru olarak ortaya koyuyorlar. Bu kısa vadede mümkün mü? Ve dünyadaki örnekler gurur vesilesi yapılırken Türkiye’de bir Suriyelinin belediye başkanı seçilme ihtimali neden korku aparatı haline getiriliyor?

Avrupa’nın pek çok ülkesinde, göçmen kökenliler belediye başkanı, milletvekili olabiliyorlar ama bunların büyük kesimi en azından çocukluktan beri bu ülkelerde yaşayan, bu ülkelerin vatandaşı olan kimseler. Bizim ülkemizdeki Suriyeli nüfusun geçmişi en fazla 10 yıla dayanıyor ki, çok büyük kesiminin 2014-2015 yıllarında geldiğini düşünürsek, 7-8 yıllık bir mülteci topluluktan bahsediyoruz. O anlamda Türkiye’ye alışma, uyum sağlama, vatandaşlığa geçme gibi hem kültürel, hem yasal, hem sosyal ekonomik anlamda uyumda daha gidilecek çok yol var. Belediye başkanlarının bu anlamda söylediklerini bugün için gerçekçi bulmuyorum. Belki 30-40 sene sonra, bir sınır kentinde Suriye kökenli biri belediye başkanı olabilir ama eğer öyle bir gün gelirse o kişi Türkiye’de büyümüş, okumuş ve artık buralı olmuş bir kişi olacak. Bazı belediye başkanları mültecilere karşı toplumdaki tedirginliği arttırmaktan uzak durup, Suriyeli çocuk ve gençlerin bu topluma uyum sağlaması için çaba harcasalar kentlerinin geleceği için çok daha hayırlı bir iş yapmış olacaklar.

BAŞKA GİDECEK YERLERİ OLMADIĞI İÇİN KALMAK İSTİYORLAR

Türkiye halkının yüzde 80’ni Suriyeliler gitsin diyor ama aynı orandaki Suriyeli de Suriye’ye dönmek istemiyor. Ezici çoğunluğu ağır koşullarda yaşamasına rağmen neden geri dönmek istemiyorlar? Ek olarak, Türkiye’de kalma duygusu, uyum sağlama vs açısından olumlu değil mi?

Türkiye’deki koşullar çok zor olduğu ve artan bir düşmanlık olduğu halde burada kalmak istemelerinin ana nedeni, gidecek başka yerleri olmamasından. Neden gitmek istemiyorlar, çünkü Suriye’deki durum hala çok karışık ve çoğunun evleri, mahalleleri yıkılmış durumda. Yapılan araştırmalar, imkan olsa, önemli bir kesimin Avrupa’ya gitmek istediğini gösteriyor. Ancak onlar da Avrupa kapısının kapalı olduğunu biliyorlar. Nefret dilinin ve ırkçı söylemlerin arttığı bir ortamda, Suriyelilerin önemli bir kısmı için Türkiye, ne ileri ne geri gidebildikleri, bir anlamda sıkışıp kaldıkları bir ülke haline geliyor. Buradaki en önemli faktör aslında çocukları. Kendileri için çok ağır koşulları göze almalarının arkasındaki en önemli motivasyon ileride çocuklarının burada daha iyi bir hayat kurma ihtimaline dair umutları. Bu umut, şu anda maruz kaldıkları ayrımcı, dışlayıcı söylemlere rağmen burada kalma isteklerini güçlendiriyor.

İKTİDAR İZLEDİĞİ POLİTİKALARI DEĞİŞTİRMELİ

Birlikte yaşamı kolaylaştırmak için soruna nasıl yaklaşmak gerekiyor? İlk etapta hangi adımlar atılmalı?

Mesele çok katmanlı olduğu için yapılacak şeylerin de çok katmanlı olması şart. Bir kere, mülteci meselesinde Avrupa’nın üstüne düşen sorumluluğu üstlenmesini sağlamamız lazım. AB ile 2016’da yapılan sığınmacı mutabakatının iptal edilmesi, onun arkasından da Avrupa’nın ve diğer Batılı devletlerin mülteci kabul etmesini sağlamak gerekiyor. Ülke içinde ise, mevcut gergin ortamı sakinleştirme görevi öncelikle siyasi iktidara düşüyor. Bugüne kadar yaptığı tepeden inme ve geniş bir keyfiyet ve muğlaklıkla yönettiği bu meseleye dair net bir politika geliştirmesi, bununla ilgili kamuoyunu sürekli bilgilendirmesi ve sendikalardan sivil topluma farklı toplumsal kesimleri bu sürece dahil etmesi gerekiyor. Bir diğer görev muhalefet partilerine düşüyor, çünkü onların bu konuyu siyasi çıkarları için araçsallaştırması, herkes için gerilimin yükselmesine ve sorunun kördüğüm olmasına neden oluyor. Vatandaşlar olarak bizlere düşen sorumluluksa bahsi geçen kişilerin birer insan olduğunu unutmamak. Sosyal medyada rahatça attığınız bir tivit, bir mülteci çocuğun okulda akranları tarafından dövülmesine veya parkta oturan bir gencin diğerlerince tartaklanmasına neden olabiliyor.

Dolayısıyla ortadaki sorunları küçümsemeden ama şiddet ve nefret dilini besleyen söylemlere de düşmeden, bu konuyu her yönüyle konuşmamız ve tartışmamız gerekiyor. Konunun çözümüne dair geliştirilecek politikaların katılımcı ve demokratik yollarla tartışılması için gerekli ortamı oluşturmak da meselenin ciddiyetini kavrayacak siyasetçilere düşüyor.

ÖNCEKİ HABER

Alevi dernekleri İzmir’de “Din, beden, cinsiyet; neşeden kedere” sempozyumu düzenliyor

SONRAKİ HABER

Türkçe bilmeyen Xaze Kılıç: Tek başıma hastaneye gidemem

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa