Sular yükselirken payımıza düşen
Tek adam iktidarı açıktan bir meydan okumayla “yönetememe” tartışmalarına, “yönetme” pratiğinin bu zor ve tahkim ile mümkün olduğunu gösteren adımlarla dahil oluyor.
Fotoğraf: Evrensel
Ender Şiar ARGIN
İstanbul
Canan Kaftancıoğlu’nun yıllar önce attığı tweetlerden dolayı siyasi yasaklı hale getirilmesi etrafında süren tartışmalar, tek adam yönetimi ve Cumhur İttifakı’nın son dönemde attığı adımlara ve ülkenin siyasal-ekonomik olarak sürüklendiği uçuruma ilişkin çeşitli göstergeleri de açığa çıkardı. Tek adam yönetiminin yeni olmayan ancak dozu arttırılmış siyasal saldırı hali, yalnızca reel siyaset alanıyla sınırlı olmayan ideolojik, politik, ekonomik çok boyutlu bir iktidar ısrarının çeşitli yansımalarını da içinde barındırıyor.
Tek adam yönetimi, uzunca bir süredir onu güçten düşüren çok yönlü sorunlar zincirine ve mental-fiziksel zayıflamaya bir tür siyasal zor gösterisiyle vites arttırarak çare bulmaya çalışıyor. CHP İstanbul İl Başkanı sıfatının yanında CHP’nin radikal muhalefet ve “Gezi” gibi damarlarını da nispeten temsil eden Canan Kaftancıoğlu’na dönük Yargıtay kararı bu parmak sallamanın şimdilik en ciddi dışavurumlarından biriydi. Birkaç hafta önce Gezi Davası’nda yağan cezalar, HDP’ye yönelik süreklilik kazanan kapatma hamlesi ve saldırılar, toplantı ve yürüyüşleri yasaklayan valilik kararları vb. adımlarıyla süren bir dizi vaka ile bu zor gösterisi, yargı ve kolluğun bu gösterinin en açık dayanakları haline gelmesiyle dört bir taraftan ilan ediliyor. Tek adam iktidarı, açıktan bir meydan okuma ve iktidar ısrarıyla “yönetememe” tartışmalarına, “yönetme” pratiğinin bu zor ve tahkim ile mümkün olduğunu göstererek dahil oluyor. Evet, AKP artık rıza üretemiyor, gündem belirleyemiyor, normalleştirilmiş bir seçim süreci gidişatından da bir çıkarı yok. Fakat iktidarını “başka araçlarla” sürdürmek üzere uç adımlar atmakta hala yetenekli bir siyasal organizasyon olduğunu da devletin bütün olanaklarını kullanarak bir kez daha gösteriyor. AKP’nin gücü ve güçsüzlüğü, tam da bu anda ortaya çıkıyor.
AKP’NİN GÜCÜ VE GÜÇSÜZLÜĞÜ
İktidar saldırılarının ekonomik boyutu da geçtiğimiz hafta “konut kredisi” tartışmalarıyla bir kez daha faş olmuştu. Bakan Nebati’nin bir televizyon programında alaya alınan ekonomi yönetimini dahi pişkince karşılaması, ekonomik gidişatta AKP’nin konut kredilerini kendi “karın gurultusu”nu duyan emekçilere “Ev alın” diyerek duyuran pişkinliğinin yanında hafif kalıyor. Banka ve şirketlerin son açıklanan kâr oranları ise bir süredir iktisatçılar tarafından dillendirilen “vurgunun” boyutunu, daha doğru bir ifadeyle üretilen toplumsal servete küçük bir azınlığın el koyma düzeyini iyice açık ediyor. Türkiye tarihinin gördüğü en büyük “el koyma” ve sonucu olarak da yoksullaşma süreçlerinden birine olan tanıklığımız, bu verilerle kör göze parmak bir anlam kazanıyor. Bu tabloda mevcut ekonomik yıkımın daha da büyüyecek bir tsunamiye dönüşeceğini tahmin etmek zor değil.
Emekçi sınıfların ve gençliğin yaşamını felç etmeye, geleceğini ise ipotek altına almaya soyunan bu ağır sömürü ve kriz düzenine tek adam iktidarının ideolojik şerbeti de eklenince ortaya çok daha katmanlı bir saldırı dalgası çıkıyor. Daha cesaretli bir muhafazakâr toplumsal inşa iddiası, popüler ifadesiyle İslamizasyon, el yükseltiyor. Anadolu Fest’in yasaklanmasından Melis Sezen’in sütyensiz kıyafetinin hedef alınmasına, Ramazan ayında rakı masalı fotoğrafa tutuklama talebine vb. bir dizi önemsiz görünen detay, aslında, iktidardaki çürümenin “canlı” boyutunu da ele veriyor. “Ben buradayım” ilanının yalnızca bir siyasal zor gösterisiyle olmayacağını biliyor AKP, ve siyasal gericilik/faşist inşa ve sömürü/vurgun düzeni entegrasyonunda muhafazakarlaşma/İslamizasyon momentinin de kritikliğini unutanlara hatırlatıyor.
Tek bir noktadan bütün tuşlara basılmışçasına süren bu iktidar gösterisinde, çeşitli kışkırtmalar ve göz yummalar etrafında tetiklenen göçmen sorununun başka bir boyuta gelmesi de ırkçı-milliyetçi siyasal gericiliğin yükselmesini kimi kesimler açısından olağan hale getiriyor. Toplumsal ve ekonomik olarak yıkıma uğrayan ve siyaseten örgütsüz/dağınık bir toplumun bağrında gerici/faşist hücre halindeki fikir ve siyasal akımlar, yaşanılan sorunların kaynağı olarak “göçmenler” gibi belirlenmiş hedeflerin saptanmasıyla yeni gövdeler kazanıyor.
Bunları moral bozmak, can sıkmak adına yazmıyoruz. AKP’nin saldırılarını bir güçten düşme ve zayıflık durumunun çıktıları olarak da okuyabiliriz, yanlış olmaz. Ancak bu zayıflığın dahi baskı, zor ve şiddete dayanan tek adam iktidarı pratiği karşısında çok ciddi direnç noktaları ile karşılaşmadığını da görmemiz gerekiyor. Düzen muhalefetinin seçimle “geçmesi” mümkün olmayan bu siyasal gericilik ortamındaki sokak-karşıtı pasifist çizgisi, Kılıçdaroğlu’nun milletvekilleri çağrısı ve Bursa mitingine yönelik şipşak adres değişikliği hamlesiyle sınırlı bir çıkışla yetinmesiyle sürüyor. Düzen muhalefeti, mesele siyasete doğrudan müdahale etme süreçlerine, yani “toplumsal muhalefete” gelince “karakteristik” tutumundan taviz vermeyeceğini her fırsatta ilan ediyor.
GİDİŞAT VE GENÇLİK
Az buçuk gelişmeleri takip eden her arkadaşımız siyasal iktidarı elinde tutan iktidar blokunun her türlü olağandışılığı göze alacağını kestirebilir. Ancak esasen AKP-MHP iktidarının baskı ve güç tahkimiyle el arttıran siyasal hücum halinin hangi siyaset araçlarıyla püskürtülebileceği tartışmasının çok daha yakıcı hale geldiğini anlamalıyız. Karşısındaki popüler muhalefetin sınırlı örnekler (SADAT açıklaması vb.) dışındaki vaziyetine bakılırsa, henüz bu iktidar canavarını durdurmak üzere adımları atılmış bir siyasal müdahaleden bahsedemeyiz. Dolayısıyla, sorunumuz gelmekte olana dönük hazırlığımızın ne olduğu ve bunun ne kadar yeterli olacağı sorunudur.
Öyleyse, gençlik içerisinde en yaygın ve makbul seçenek olarak görülen AKP’nin seçimle yenilgiye uğratılması ve burjuva iktidar değişikliği seçeneğinin mümkün olması dahi mücadele ve güç ilişkileri sorunu haline gelmiştir. Seçim güvenliği tartışmalarından İBB’ye kayyum tartışmalarına ve yasaklanan DEVA mitingine, tek adam iktidarı nezdinde iktidarının sürmesinin önüne geçecek herhangi bir unsurun açık bir hedef olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin seçimlerle iktidar değiştiren bir ülke olarak varlığına devam etmesi sorunu, bu saatten sonra mücadelenin konusudur.
Sonuç olarak, içinden geçtiğimiz kritik günlerde sorun; eski teamüllerin ve geleneksel muhalefet anlayışının sınırları ve kapasitesi değil, doğrudan siyasetin müdahaleci ve mücadeleci unsurlarının, işçilerin, kadınların, gençlerin öğrendiği, öğrettiği, değiştiği ve “güç” olduğu bir siyasetin, “sokak” olarak formüle edilen bir düzen dışı politik hattın örgütlenmesi sorunudur.