Bizim doğamız, bizim mücadelemiz!
Bizler doğayı ne sermayenin ne de iktidarın insafına bırakacağız. Doğa gerçek sahiplerinin ellerinde yarına taşınacak.
Kaynak: Unsplash
Melisa GÖNEN
İzmir
İmara açılan ormanlar, denizlere karışan kimyasallar, atmosfere salınan sera gazları, maden sahasına dönüştürülen yaşam alanları, taş ocağı için talan edilen toprak ve bitki örtüsü, özelleştirilen koylar… Doğa üzerinde kurulan tahakkümün şiddeti arttıkça yaşam alanlarımız daralıyor. Canlı yaşamının sürmesi için ihtiyaç duyulan temiz toprak, su ve hava kirletiliyor, güvenli yaşam alanına erişim yitiriliyor. Su ve kara ekosistemlerinin kendini yenileyebilmesi her geçen gün daha da zorlaşıyor. Ne var ki, bir yanımız eksildikçe bir yanımız tamamlanıyor. Doğanın bütünlüğü ve sürdürmeye çalıştığı denge sarsıldıkça doğadan ve yaşamdan yana olanların safına her geçen gün yeni bir yaşam savunucusu katılıyor. Doğa gündeminin açıkça gösterdiği mücadele gereksinimi, sorunların kaynağına yönelik bilinçli bir tepkiselliği de kendi içinde büyütüyor. Doğa savunucuları tepkilerini nereye yönelteceklerini biliyor. Mücadelelerinin kime ve neye karşı meşrulaştığının farkındalığı doğrultusunda ses yükseltiyor. Doğa savunucuları bir tarafta sömürülen, ezilen, hakları gasp edilen, güvenli yaşam hakkına erişimi engellenen bir sınıf içinde kendilerini, bir tarafta ise doğadaki her şeyi metaya dönüştürüp sömürü üzerinden karını artırıp zenginleşerek azınlıkta kalan bir diğer sınıfı görüyor. Buradan hareketle tek tek bireylerin mücadelesinin yanında kümülatif ve örgütlü bir sınıf mücadelesinin örülmesinin de gerektiği her geçen gün çarpıcı bir şekilde kendini doğruluyor. Ekoloji alanındaki mücadelenin bir sınıf bilincinden hareketle örülmesi, karşı karşıya kaldığımız sorunlar karşısında taleplerimizi dile getirme ve mücadele biçimlerimizdeki farklılığa rağmen aynı safta yer alarak ortaklaşabildiğimizi gösteriyor. Öyle ki bugün sınıflar arasındaki çelişkilerin mücadeleyi kaçınılmaz kıldığı, kapitalist sistemi temsil eden iktidarlar karşısında sömürüye boyun eğmeyerek direnişin sembolü haline gelmiş kişiler safında yer alanlar içinden izlenebiliyor.
DOĞANIN YARINI İÇİN ÖRGÜTLÜLÜK
Bu isimlerden biri olan Mücella Yapıcı’nın Latin Amerika Modeli diye adlandırılan 24 Ocak kararlarıyla yürürlüğe giren neoliberal politikaların İstanbul’da ekolojik, kültürel, demografik ve ekonomik eşiklerin aşılmasına nasıl zemin hazırladığını anlatan ve 2012 yılında gösterime giren Ekümenopolis isimli belgesel çalışmasında yer alarak aktardığı düşünceler, atılan özelleştirme adımlarının yaratacağı etkiler konusunda yaptığı uyarı ve öngörülerin önemini bugünün koşullarında daha anlaşılır kılıyor. Gezi Parkı’nın park olarak kalması ve Topçu Kışlası projesinin iptal edilmesi gerektiği savunusuyla omuz verdiği kollektif direnişi savunan Mücella Yapıcı’nın kavrayışı, bugün hala binlerce insanı kültürü ve ekolojisiyle yok olmaya itilmiş bir kentin savunusunu yapmaya yöneltiyor. Buradan baktığımızda anlıyoruz ki, bugün Gezi Parkı savunucuları için verilen cezalar, sermaye sınıfı ve onu sahip olduğu ideolojik araçlarla destekleyen iktidarların çıkarlarına pranga vuranlara karşı bir hamle olarak önümüze koyuluyor. Gezi Direnişi her ne kadar işçi sınıfının örgütlü mücadelesini kendine katamamış olsa da yaşam alanlarını savunan, mahallelerde köylerinde dayanışma içinde olan sivil inisiyatiflerin kazanım elde etmek için örgütlenmesinin önünü açması anlamında ekoloji mücadelesine yol gösteriyor.
DOĞANIN KIYIMINA KARŞI OMUZ OMUZA
Rant uğruna doğayı, tarihi ve yaşamı katledenler, çıkarlarına karşı ses yükseltenlere “dur” demek için baskı araçlarını devreye sokmaktan çekinmiyor. Tahakküm bulutlarını dağıtmak isteyen doğa savunucularından olan Büyüknohuçu çiftini ve Metin Lokumcu’yu bir korku yaratımıyla direnişi kırmak isteyenlerin elinde yitirsek de halkın üstüne korku bulutları salıp baskı araçlarıyla tahakküm kuranlara ve binlerce zeytin ağacını ranta açan zihniyete karşı ses yükseltilmeye devam ediliyor. Yitirilen yaşamların ardından elde edilen kazanımlar, mücadele alanını kuşatan baskı araçlarının arasındaki çatlaklardan sızarak mücadelede taleplerimizi duyurmaya öncülük etme cesaretini gösteren isimlerden öğrendiğimiz deneyimlerin pratikteki kullanım biçimlerinden besleniyor. Aktarılan deneyimler bize, mücadele biçimlerindeki farklılığa rağmen ayrışmaya değil ortak talepler doğrultusunda birleşmeye ve örgütlenmeye olan ihtiyacın aciliyetini gösteriyor.