Evrensel için yeni bir dönem
Reklamları Kapat
18 Mayıs 2022 17:19
/
Güncelleme: 20:22

Pierre Bourdieu’nun sınıf analizinin eleştirisi

Marx “Aslolan dünyayı değiştirmektir” derken bu değişimin aktörlerine de “Dünyanın bütün işçileri, birleşiniz!” diyerek seslenerek dönüştürücü birer özne olduklarını vurgulamıştır.

Pierre Bourdieu’nun sınıf analizinin eleştirisi

Kaynak: Unspalsh

Emirhan DURMAZ

İzmir 

Akademide, bilhassa sosyal bilimlerde, kuramların; sistemin idamesini mümkün kılacakşekilde yontulduğundan, olgucu ve bilinemezci bir bilim anlayışının hâkim hale getirildiğinden, bununla birlikte marksizmin bilfiil tahrif edildiğinden bahsetmiştik*. Bu yazıdaysa iddiasında bulunduğumuz tahrifata örnek teşkil eden bir durumu aktaracak ve tartışacağız. Bu bağlamda sosyoloji alan yazınına son derece önemli katkılarda bulunmuşFransız Sosyolog Pierre Bourdieu’dan ve sosyoloji sınıfındaki tartışmalardan bahsetmek istiyorum. 

Bourdieu, sosyolojide keskin bir ayrım noktası olan faillik ile yapısalcılık düalizmini reddeder. Buradan hareketle pratik bir bilim anlayışını benimseyen düşünür; yapıya, toplumsal sistemin etkenliğine, ağırlık verme eğiliminde olan kuram ve kuramcıları, birey-aktörleri nesnel/yapısal faktörlere indirgedikleri ve failleri edilgen kıldıkları yönünde eleştirir. Teorinin ilk eleştirisi olarak “Ekonomik yapının düşünsel yapı üzerinde güçlü bir koşullayıcı olduğunu öne süren Marksizme göre failler edilgen mi kılınmıştır?​” sorusunu sormamız yerinde olacaktır. Buraya net ve öz bir cevap verecek olursak Marx’ı diğer filozoflardan ayıran 11.Tez’ini öne sürmeliyiz. Öyle ki, Marx “Filozoflar dünyayı yalnızca yorumladılar, ancak aslolan onu değiştirmektir” derken bahsettiği değişimin aktörlerine de “Dünyanın bütün işçileri, birleşiniz!” diyerek seslenmiş ve edilgenlik eleştirilerine cevap niteliğinde faillerin dönüştürücü birer özne olduklarını netçe vurgulamıştır.

Düşünürün alan yazınına en büyük katkısı şüphesiz “La Distinction” (Ayrım) adlı eseridir. Bourdieu, bu eserinde beğenilerimizin, kültürel zevklerimizin, estetik algılarımızın,kendisinin “habitus” olarak tanımladığı eylem yatkınlıklarımızın ve yeme, içme, yürüme gibi bilimum yaşam tarzlarımızı ortaya koyan gündelik-bedensel pratiklerimizin sınıfsallığı üzerinde durur. Toplumsal tabakalaşma analizlerinde “sınıf” kavramını değil “toplumsal uzam” kavramını kullanan Bourdieu, doğru bir uzam analizi için “alan”, “habitus” ve “sermaye” kavramsallaştırmalarını önerir. Ona göre “habitus” yargıda bulunma, algılama ve davranma süreçleri ile ortaya koyduğumuz eylem yatkınlıklarımızken “alan” kendi düzenlemeleri, kuralları, kabul görme biçimleri olan küçük evrenler/ortamlar ve “sermaye” ise toplumsal arenada yarar elde etmeye yarayan kaynaklardır. Öte yandan sermayeyi de dört başlıkta toplar. Bunlardan ilki mali serveti kapsayan “ekonomik sermaye”, ikincisi grup üyeliği ve aidiyetlerimizden gelen network’leri kapsayan “sosyal sermaye”, üçüncüsü eğitim düzeyi, unvanlar ve nadirliği yüksek tablo gibi sembolik malların varlığını kapsayan “kültürel sermaye” ve dördüncüsü diğer üçünü meşru kılmaya yarayan, örneğin “yardımsever” gibi atfedilen herhangi bir sıfat olan “sembolik sermaye”dir. 

EKONOMİK DETERMİNİZM DEĞİL, DİYALEKTİK MATERYALİZM

Burada teorinin kendisinden bağımsız olarak anlatısal tahrifatın en önemli ve yaygın kısmına değinecek, maruz kaldığımız anlatımı ve bu anlatımın yol açtığı kavrayış biçimlerini tartışacağız. Birçok makaleye göre Bourdieu, ilgili eserindeki analizleri ile Marx’ın salt ekonomiye dayanan(!) sınıf analizini ileriye taşımıştır. Bu savın, Marksizmin yanlış yorumlanmasını temel alan bir noktadan hareket ettiğini söylemeliyiz. Öyle ki, Engels Tarihsel Materyalizm Üzerine Mektuplar’ında ekonomik determinizm tartışmalarına oldukça net bir yanıt verir: “Eğer birisi ekonomik etmenin biricik belirleyici öğe olduğunu söyleyerek sorunu çarpıtırsa, bu önermeyi anlamsız, soyut ve budalaca bir ifadeye dönüştürmüş olur.” Marx ve Engels; siyaset, din, hukuk, kültürel öğeler gibi üst yapı tezahürlerinin kendi içlerinde özerk alanlarının da bulunduğunu yadsımaz. Her birinin iç dinamik ve işlerliklerinin olduğunu da söylemekle birlikte ekonominin ve üretim ilişkilerinin, yani alt yapının üst yapı üzerinde çok güçlü bir koşullayıcı olduğunu belirtir. Öte yandan, üst yapı kurumlarının da alt yapıda meydana gelebilecek değişimleri baskılayacak şekilde olduğunu ve yapının yeniden üretimini sağladığını çözümleyerek alt yapı ve üst yapı arasında diyalektik/bağıntılı bir ilişki kurar. 

MARX’IN SINIF ANALİZİNİN BAŞ AŞAĞI ÇEVRİLMESİ

Bourdieu’nun beğeni ve kültürel zevklerimizin sınıfsallığı üzerinde dururken üst yapı tezahürlerinin irdelenmesi noktasında bize verimli bir alan yarattığını söyleyerek hakkını teslim etmemiz gerekir. Fakat bir diğer elde Bourdieu, kültürel zevk ve beğeni algılarımızın ve buna paralel kültürel metaları tüketim olgusunun sınıfsal ayrımı oluşturmada ana referans olduğunu öne sürerek tabiri caizse Marx’ın teorisini baş aşağı çevirmiş, böylelikleMarksizmin üretim ilişkilerini referans almasıyla ne kadar sağlam temele oturan bir kuram ileri sürdüğünü istemsizce bir kez daha ispatlamıştır. Öyle ki feodal dönemde kendi toprağında hem kendi ihtiyacını karşılayıp hem de artı ürünleri satarak yaşamını sürdüren üreticiler, gelişen burjuva sınıfıyla ticaret hacminde rekabet edemeyip piyasada yok olmayla ve topraklarından kovulmayla birlikte kentlere akın etmiş, bu bağlamda emeğini satarak yaşamını sürdürebilecek olan yeni bir sınıf, işçi sınıfı, doğmuştur. Burjuvazinin hegemonyasını tahsis ettiği kapitalizmde, kapitalistin kâr mekanizması ise işçi üzerinden elde ettiği artı-değerde yatmaktadır. Buradan hareketle sınıfsal ayrımın ve sınıfsal mücadelenin, tarihsel ve diyalektik materyalizmin ışığında üretim ilişkilerinden meydana geldiği su götürmez bir gerçekliktir. Bu bağlamda, Bourdieu’nun kavramsallaştırmasıyla “kültürel sermaye”mizin sınıfsal ayrımın bir sonucu ya da bir pekiştiricisi olarak anılması daha doğru olacaktır.

İŞÇİ SINIFI KÜLTÜRÜ DEĞİL, KÜLTÜREL ALANDAN ASGARİ BESLENME

Sembolik/kültürel metaların tüketimi üzerinden bir sınıf anlatısı ortaya koymak, sınıflarınkültürel bağlamda egemenlik alanını sağlam tasvir edemeyecektir. Aydın Çubukçu’nun “Kültür ve Politika” adlı eserinde de belirttiği üzere “Kültürün bir sınıf karakteriyle belirlenmiş olmasının koşulu o sınıfın egemen olmasıdır.” İşçi sınıfı, sınıfsal/karakteristik kültürünü yalnızca kendi mücadelesi içinde ve kendi iktidarında oluşturabilir. Geriye kalan şu veya bu biçimde burjuvazinin egemen olduğu kapitalizmin kültürel ürünlerinin edimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda kapitalizmin işçi sınıfına bir yeniden üretim mekanizması olarak kültür faaliyetlerinin en asgarisini dayatması bu kültürün işçi sınıfına ait olduğu gerçeğini yaratmaz, aksine egemen sınıfa ait olmayan sınıfın, egemen sistemin nimetlerinden en asgari düzeyde yararlanabildiği gerçeğini ortaya koyar. 

* https://www.evrensel.net/haber/453610/marksist-kuramlar-da-marxin-akademide-bilimin-adi-yok

Evrensel'i Takip Et