Prof. Dr. Melek Göregenli: İktidar kitleleri değil gücü konsolide etmeye çalışıyor
Şehirli, orta sınıf, seküler seçmenden oy alamayacaklarının farkındalar. Muhafazakar, yarı muhafazakar gruplara konuşuyorlar. Bütün otoriter, faşizan hegemonyalarda uygulanan hamleler geliştiriliyor.
Melek Göregenli | Fotoğraf: MA
Serpil İLGÜN
Festivallerin yasaklandığı, konserlerin engellendiği, duvar resimlerinin kaldırıldığı, sütyen giymediği için genç bir oyuncunun hedef gösterildiği, eş zamanlı olarak çay üreticilerinin eylemlerinin yasaklandığı geçtiğimiz hafta, seçim güvenliği de tartışma başlıklarından birini oluşturdu. Her türlü muhalif sesin bastırıldığı, hak ve özgürlüklerin giderek ortadan kaldırıldığı bir atmosferde seçim güvenliğinden önce, seçimin yapılıp yapılmayacağı güçlenen bir olasılık olarak yeniden gündeme geldi. Politik baskılarla korku iklimi canlı tutulurken, yaşam tarzlarına yönelik tutumlarla gündelik yaşamın dinselleştirilmesinde artık daha açık müdahaleler sergilenmeye devam ediliyor. Sığınmacılar üzerinden de sürdürülen kutuplaşmada ise yeni hamle Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’dan geldi. Mültecileri hedef alan “Artık istenmiyorsunuz, ülkenize dönün” konulu afişler toplatılsa da tavrının arkasında duran Özcan “Bu ülke karışacak” tehdidinde bulunmayı sürdürdü.
Erdoğan rejimi, zam sağanağının bir gün bile hız kesmediği, doların yeniden yukarı tırmanmaya başladığı koşullarda, gündelik hayatın İslamizasyonu ile ne elde etmeyi umuyor? İç savaş senaryolarına varan “Ortalık karışacak” yorumları topluma nasıl değiyor? İktidar belirsizlik duygusundan nasıl yararlanıyor?..
Politik psikolojinin yanı sıra, militarizm, şiddet, göç ve ayırımcılık üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Melek Göregenli’yle konuştuk.
31 Mart 2019 yerel seçimlerinden iki hafta önce yaptığımız söyleşide Erdoğan rejiminin beka söylemi üzerine oturttuğu seçim stratejisini konuşmuş, tanzim satış mağazalarının kurulduğu süreçte kadın eylemlerinden işçi grevlerine her alandaki baskıcı, karşıtını düşmanlaştıran, kriminalize eden uygulamalarını değerlendirmiştik. Yine bir seçim sürecindeyiz ve yine merkezinde beka, vatan, din, bayrak simge ve imgelerinin olduğu, dozu arttırılan baskıları konuşuyoruz. Bir süreklilik söz konusu kuşkusuz ama bu dönemin ayrıştırıcı yanları neler?
Aslında genel temalar genellikle değişmiyor. Popülist otoriter iktidarlar diye tanımlanan yönetme ya da hegemonya biçiminin ayırıcı özelikleri bu iktidarda da var. Bence o dönem bu kadar ağır olmayan iki yeni şey var. Bir tanesi çok büyük bir yoksullaşma. Buna derin yoksulluk deniliyor ve bu doğru bir kavram çünkü yoksulluktan genellikle ekonomik olarak kaynakların yetersizliğini anlarız, derin yoksulluk ise niceliksel olanın yanında niteliksel yoksulluk kategorilerinin artışını aynı zamanda yaşamsal ihtiyaçlarda niteliksel bir yoksunlaşmaya işaret ediyor. İşsizlik, özellikle genç işsizliği, emlak fiyatlarının artışıyla ciddi bir barınma sorunu, okullaşma oranının, çocukların çalışmak zorunda kalmasıyla giderek düşmesi, sağlığa erişim ve daha pek çok alanda temel ihtiyaçlara ulaşmada artık orta sınıfların bile zorlanır hale gelmesi. Orta sınıfın ekonomik ve sosyal göstergeler açısından yok oluşundan söz ediyoruz. Ya yoksulsun, ya zenginsin! Bu görece yeni bir olgu. Bu kuşkusuz çok etkileyici ama sadece ekonomik olarak etkilenmiyoruz, bu iktidarın -diğer benzerleri gibi- belirsizlikle yönetme pratiği de derinleşerek sürüyor. Bütün sosyal psikoloji literatürü bize şunu söyler, kaynakların kısıtlanması -yoksullaşma bunlardan bir tanesidir- ve belirsizlik algısı özellikle yoksullaşan kesimleri kontrol etmenizi sağlar; bir de hukuk sistemini yekpare ve iktidarın hizmetinde bir cezalandırma aracına dönüştürdüğünüzde, “Hayatta kalmak” ya da “Dışarıda kalmak” tan başka emeli olmayan bir toplum yaratırsınız.
Bırakın yakın ya da uzak geleceği, yarını bile öngöremiyoruz. Gelecek projeksiyonlarının kaybı özellikle gençler için çok uzun zamandır var ama şimdi yarını öngörememek yaşamsal bir tehdit yaratıyor. Çok duyuyorum, “Bu günümüze şükür!” Bu söz bu topraklar için kadimdir ve kendi içinde “Şartlar bundan da kötü olabilir” ihtimalini barındırıyor, bunu göğüslemeye hazırlığı.
Nitekim, Erdoğan’ın söylemlerinde, cuma hutbelerinde şükredin telkinleri artıyor, “Daha kötüsü olabilir” korkusu hem diri tutuluyor, hem de tehdide dönüşüyor. Toplum bundan nasıl etkileniyor?
İnsanlar yoksullaştıkça ve belirsizlik algısı arttıkça ve gelecek bir tehdide dönüştüğünde, kıt kaynaklarını korumak için kendi içlerine kapanırlar, yani yeniliğe, hatta bunu denemeye kapalı hale gelirler. Muhafazakarlık da böyle bir şey zaten, yeni bir şey denemekten korkarlar. İktidar değişikliği de buna dahildir. Genel olarak muhafazakarlaşmanın ya da muhafazakarlığın sürdürülmesinin en önemli unsurlarından bir tanesi belirsizlik yaratmak ve tehdit algısı oluşturmaktır. Kapanma ihtiyacı deriz buna sosyal psikolojide. Tabii yekpare bir toplumdan söz etmiyoruz, farklı sınıflar ve toplumsal gruplar farklı tepkiler veriyorlar. Mesela bu genel yaklaşımı gençlere uygulasak, örneğin eğitimli, üniversiteyi yeni bitirmiş, ya da bitirmiş bir süredir işsiz orta, üst sınıf gençler nasıl etkileniyorlar bu gelecek kaybından? “Bir an önce bu ülkeden gidelim!” Ama daha yoksul gençlerin böyle bir hayali bile olamaz. Onlar ne yapıyorlar, çok daha düşük ücretlerle çalışmaya razı olmaya başlıyorlar. Başka ne oluyor, aileler daha bir arada yaşamaya başlıyorlar. Yani kıt kaynakları en rasyonel biçimde kullanmaya çalışıyor herkes.
Madem kaynaklar bu kadar kıt hale geldi, madem belirsizlik arttı, neden bu koşulları yaratan iktidardan radikal kopuşlar gerçekleşmiyor?
Öyle doğrudan sonuçları olmayabiliyor, bütün dünyadaki eşitsizlikler ve adaletsizlikleri düşündüğümüzde, dünyanın yerinden oynaması gerekirdi, oynamıyor çünkü toplumsal grupların var olanı değiştirmek için eyleme geçmesi için, bazı koşulların oluşması gerekiyor. Adaletsizliğin, eşitsizliğin nedenlerini, sistemle ya da iktidar politikalarıyla ilişkilendirmek gerekiyor ki, değişikliğin kendi iradesiyle mümkün olabileceğini düşünebilsin; eyleminin, sonucu değiştirebileceğine inanabilsin ve eylemin sonucunda daha iyi bir durumun gerçekleşebileceğine dair inancı, umudu olabilsin. “Eylem” derken oy vermekten, sivil itaatsizliğe, protestoya hatta ne olup bittiğine, çözüm nedir arayışına dair her şeyi kastediyorum. Yani geleceği güvenli algılayabilecek bir başka alternatife ve onu gerçekleştirebilecek kolektif ve bireysel politik iradeye sahip olunması lazım. Burada o alternatifin sözünden, sözünün içeriğinden çok, ona atfedilen güç de çok önemli. İktidar, politikalarını oluştururken öncelikle güçlü algılanmaya çalışıyor. Bütün ekonomik ya da sosyal olumsuzlukların kaynağını, “dış güçlere”, tuzaklara, teröristlere olmadı Allah’ın kullarını “sınama” süreçlerine bağlıyor ve hep aynı ve bir türlü gelemeyen büyük ve güçlü geleceği vazediyor. Çünkü şunu çok iyi biliyor muhafazakar, otoriter iktidarlar; insanlar bu tür kriz dönemlerinde güçlünün yanında yer almak isterler ya da isyankarlıkları radikal uçlara savrulmayla gerçekleşebilir, günah keçileri ararlar. Ne diyor Erdoğan, “Şükürsüzler türedi!” Şükretmek daha kötüsüne bakarak kendi durumunu olumlamaktır çünkü her zaman daha kötüsü var. İki, bu durumun geçici bir şey olduğunu düşünmektir şükretmek. Zaten bir yandan da bunu politik olarak söylüyor. Yani hem dini bir sabır vazediyor, bir yandan da “Evet kötü bir durumdayız ama bunu yine biz çözeriz, bu güce biz sahibiz” diyor ve sürekli muhalefetin güçsüzlüğüne vurgu yapıyor. İşte altı parçalar diyor, bir yandan terörle, dış güçlerle ilişkilendiriyor vs. Muhalif gruplara karşı da -ki genellikle eğitimli orta, orta üst sınıflar- inanılmaz otoriter yeni baskı araçları geliştiriyorlar. Mesela Aynur Doğan konseri yasaklanıyor, Eskişehir’deki festival yasaklanıyor, medyaya akıl dışı yeni baskılar artarak sürüyor, hukuk zaten malum.
Yasaklamalarla söylenen ne?
Söylenen şu: Keyif benim güç bende, istediğimi yaparım, ister ortada hiçbir somut maddi delil yokken insanlara 18 yıl hatta ağırlaştırılmış müebbet veririm, ister konser yasaklarım ister televizyon kapatırım, istersem lise öğrencilerini cumhurbaşkanına hakaretten sınıftan alırım. Bence tek başına düşünmemek lazım bu uygulamaları. Asimilasyoncu bir yaklaşımla Kürt dilini engellemeye çalışmak değil mesele, bunu başaramayacaklarını bilirler, HDP’nin ve hatta Kürt seçmenin siyasal iradelerini değersizleştirme amacı sanki. Çok konuşuluyor ya, Kürt seçmen seçimin kaderini belirleyecek diye. Burada sadece HDP kastedilmiyor, çok iyi biliniyor ki AKP’ye oy veren Kürt seçmeninin de oy verme davranışı değişiyor. Yani o anahtar rolü tanımamak, hatta gayrimeşrulaştırmak, kriminalize etmek, başka bir şey değil. Genel olarak da muhalif hareketleri bastırmak. Gezi davasında yüksek cezalar vermek de aynı kalemden işler. Burada aynı zamanda Kürt olmayan ama Kürtlerin Mecliste yer almasını arzulayan, onların demokratik taleplerini tanıyan, anlayan “batılı” orta, orta üst sınıf gruplara dönük bir mesaj da var.
Seçime giderken rasyonel olan iktidarın seçimin kaderini belirleyecek Kürt seçmeni yanına çekecek politikalar izlemesiyken neden değersizleştiren pratikler sergileniyor?
Evet uzun vadede hiç rasyonel değil ama otoriter, faşizan uygulamaları olan iktidarlar rasyonel davranmazlar her zaman. Rasyonel davranabilme kapasitelerini genellikle kaybetmiş olurlar. Bence kaybettiler de. Bir de şöyle bir şey var, kime konuştuklarına göre değişen söylemleri var. Eski MHP milletvekilinin Oyuncu Melis Sezen’e kıyafeti yüzünden sarf ettiği sözleri düşünelim. Şehirli, orta sınıf, seküler seçmenden oy alamayacaklarının çok farkındalar bence. Aslında bütün otoriter, faşizan hegemonya biçimlerinde uygulanan politik hamleler geliştiriliyor. Muhafazakar, yarı muhafazakar gruplara konuşuyorlar. Bütünüyle çekirdek olmayan, çeperdeki muhafazakar ama AKP iktidarıyla birtakım ekonomik çıkarlar elde etmiş gruplara konuşuyorlar. “Seküler yaşam tarzı geri gelirse kazanımlarınız ortadan kalkar” mesajı veriyorlar kendi gruplarına. Milliyetçi orta sınıflara da başka tür mesajlar veriyorlar. Kadınları zapturapt altına almak artık açık ve yakın hedefleri; çünkü kadın özgürlük hareketi, bu sistemi tehdit eden en güçlü politik hareketlerden biri ve bütün sistemi meşrulaştırma çabalarını kadınlar boşa çıkarıyor, buna tahammülleri yok.
Bir de günah keçileri inşa etmenin kavramsal yapımcısı muhalefet görünümlü Ümit Özdağ var.
Ne yapıyor Ümit Özdağ?
Bence tam da bir zamanlar Genç Partinin yaptığını yapıyor. Antigöçmen, ırkçı politikalar en başta muhafazakar zihniyete yarayan politikalardır. Çünkü son çözümlemede Özdağ o kadar oy almayabilir ama Özdağ’ın fikirleri iktidara oy olarak gidebilir hatta muhalefetin de bu söylemleri sahiplenmesiyle, demokrasi taleplerini etkisizleştirebilir, hatta değersizleştirebilir. Söylemlerinde sadece klasik ırkçılık yok, “Kaynaklarımızı onlar tükettiği için biz bu durumdayız” diyor, yani kaynakları doğru kullanmayan iktidar politikalarını meşrulaştırıyor, sorumluluğu yayarak iktidardan uzaklaştırıyor. Söylemsel ve politik pratik olarak radikal ırkçı bir alternatif yaratıyor, tam da bu zamanlarda güçlerini kaybeden öfkeli orta sınıflar için ideal yuva.
Sığınmacıların geri gönderilmesinin yaşanan bir sürü sıkıntının çözümünün anahtarı olarak gösterilmesi fikrinin toplumda hatırı sayılır bir karşılık bulmasını nasıl değerlendirirsiniz? Zira, yapılan anketler toplumun yüzde 80’inin geri gönderme konusunda mutabakat içinde olduğunu gösteriyor.
Kamuoyu araştırmalarının bir takım etik ilkelere uymaları gerekir. Ben böyle bir mutabakat görmüyorum, varsa da bunun “Kanıtlanmış bir hakikat ve çoğunluğa dayalı bir toplumsal arzu” olarak sunulmasından hoşlanmıyorum. Bu çok tehlikeli bir şeydir çünkü. Şunun da altını tekrar çizmek istiyorum, sosyal medya ve kamuoyu araştırmalarının hangi soruyu sorduğu ve neyi mesele ettiği etikle ilişkilidir ve politiktir. “Suriyeliler gitsin mi” diye bir soru sorulmaz. Tıpkı “Bilmem kimin komşun olmasını ister misin?” gibi. “İdam cezası geri gelsin mi?” diye de sorulmaz. Sorsanız 65 yaş üstündekilerin ücretsiz toplu taşım kullanmasını da çoğunluk istemez ama öyle diye insanlar yaşlanınca eve kapatamazsınız.
Sığınmacılarla ilgili iktidarın doğru düzgün entegrasyon politikaları geliştirmemesi, kapitalizmin bu olguyu kâr hırsı için sonuna kadar kullanması vb, her şey politikanın tartışma konusudur, bütün bunlar gerçek. Burada tehlikeli olan şu; göçmenler, yoksullaşma, yoksunlaşma, gelecek kaybının sorumlusu olarak yeni günah keçileri olarak sunuluyor, yaygın öfkenin hedefi haline getiriliyor ve iktidarın memleketin hali konusundaki sorumluluğu belirsizleşiyor.
Ancak burjuva muhalefet tersine kışkırtıyor.
Aynen öyle. Tartışmayı “Suriyeliler gitsin mi, gitmesin mi?”ye sıkıştırmaya gerek yok. Öncelikle yaşadığımız şeylerin sebebi Suriyeliler mi diye tartışmak gerekiyor. Muhalefet “Biz Suriyelileri geri göndereceğiz” demenin oy getireceğini düşünüyorsa hayır, bu en uçta konuşana oy getirir. Bir zamanlar nasıl Genç Partiye oy getirdiyse bugün de en radikal olana, en ırkçı olana oy getirir. Suriyeliler konusunda böyle ırkçı, katı bir pozisyon alırsan muhalefet olarak, başka bir konuda demokratik bir pozisyon alman inandırıcı olmuyor. Bu genel olarak hegemonyanın faşizan ve otoriter söylemler üzerine kurulmasını da meşrulaştırıyor.
GÜÇ ALGISINI UFAK UFAK BOZAN ŞEYLER KIYMETLİ
GEZİ davası, Kaftancıoğlu kararı, yasaklar, sütyen giymemiş diyerek parmak sallamalarla, çaya, şekere, benzine zamların aynı anda gerçekleşiyor olmasını nasıl okumalı?
Ekonomi alanım değil ama alanı olanları can kulağıyla dinliyorum, şunu söylüyorlar; “İş kontrollerinden çıktı” diyorlar. Ama diğerleri kontrollerinden çıkmadı. Yoksulluğa karşı siyasi olarak itiraz edebilecek gruplara dönük, kitlesel eylemlere dönük politik baskılar uyguluyorlar. Bu tip iktidarların en çok ihtiyacı olan, seçimde oy verme davranışını da etkileyen şey, gücün hâlâ kendilerinde olduğuna ikna edebilmektir. Kitlelerin konsolidasyonu değil yapmaya çalıştıkları, gücün konsolidasyonu. Çünkü güç kaybediyorlar. Bu bağlamda mesela CHP Bursa Milletvekili Nurhayat Kayışoğlu’nun Mecliste, Aynur Doğan’ın konserinin yasaklanmasına karşı Kürtçe bir şarkısını söylemesi çok önemliydi. Yine Kılıçdaroğlu’nun Kürtçe verdiği mesajlar aynı şekilde önemliydi. SADAT’ın önüne gitmesi de öyle. Sokakta da konuşulan “Bunlar olay çıkaracaklar!” algısını kuvvetlendiren aktörlerden bir tanesini, dolayısıyla olay çıkarma potansiyelini deşifre etti. Olay çıkarır mı çıkarmaz mı, o başka. Ne oldu, SADAT başkanı çıkıp sorulara cevap vermeye başladı. Bunlar yaratılmaya çalışılan kesif güç algısını ufak ufak bozan şeyler. Bunlar kıymetli.
DEMOKRATİK BİR KARŞI GÜÇ OLUŞTURMAK GEREKİYOR
Haziran-Kasım 2015 dönemi hatırlatılarak benzer olayların sahneye konulacağı, seçim güvenliğinin tehdit altında olduğu ya da HDP kapatılacak, İmamoğlu görevden alınacak, Erdoğan barışçıl bir geçişi kabul etmeyecek gibi söylemler kimilerine göre topluma korku salıyor ve bu iktidarın işine yarıyor, o nedenle öne çıkarmamalı. Kimilerine göre de önümüzdeki sürece hazırlanmak açısından bunları tartışmak önemli. Siz nasıl bakıyorsunuz?
İkisi birden. Bunlar seçimle gitmezler, bunlar gitmemek için her şeyi yaparlar, bunlar olay çıkaracaklar vs. herkes bunu konuşuyor; kuşkusuz bu algı iktidarın işine yarar. Çünkü insanlar şartları değiştirme konusunda kendi iradelerini küçümsemeye başlarlar. Siyasal irade sırf oy verme değildir, itiraz etmektir, örgütlenmektir, demokratik yollarla düşüncelerini ifade etmektir, yeni alternatif politikalar önermektir. Bu gerek örgütlü partiler, sendikalar, meslek odaları için, gerek hepimiz için. Eğer “ben ne yaparsam yapayım bunlar gitmeyecekler, hatta çok kötü şeyler olacak” gibi bir düşünceye kapılırsanız siyasal iradenize güveniniz azalır, politik sorumluluk almaktan da kaçarsınız. Ne yaparsınız, en fazla gider oy kullanırsınız. Bu iktidara yarıyor, çok açık. Hangi durumda yaramaz? Eğer sıradan insanlar şöyle düşünürlerse, “evet iktidarın böyle planları olabilir, haziran-kasım arasındaki gibi bir senaryosu olabilir, eğer ben bunu engelleyecek ve politik irademi özgürce kullanmamın önündeki engelleri kaldıracak bir başka karşı güce sahipsem, bu gücün varlığına inanırsam bunlar etkisini kaybeder!” O zaman bunların konuşulmasını engellemek değil mesele, o alternatif gücü hatta ideolojik hegemonyayı inşa etmek ve o gücü insanların görmesini sağlamak. O zaman ancak politik iradenin bir işe yarayacağını düşünürüm. Hatırlayalım yerel seçimlerde muhalefetin sandıkları kontrol edebileceği duygusu ne kadar önemliydi. Biz orada sonuç kadar şundan da etkilendik; muhalefetin seçim sonucuna iktidarın el koymasını engelleme gücü var! Şimdi de demokratik bir karşı güç oluşturmak gerekiyor. Evet iktidar bunları yapabilir ama biz bunlarla başa çıkacak güçteyiz. O zaman benim bir yurttaş olarak politik sorumluluk almam daha kolay olur. Ayrıca ne olur, daha güzel bir gelecek zihnimde belirginleşir. Ancak bu inanç varsa insanlar politik olarak eyleme geçiyorlar. Çünkü bir yandan da ciddi bir baskı var. Her politik davranışın ciddi bedelleri var. Karşı gücün varlığına inanmamız gerekiyor, bunu oluşturmak gerekiyor. Bu da nasıl olur, politikalar oluşturmakla, ciddi alternatifler oluşturarak ve bu ülkenin demokratik güçlerinin hakikaten güçlü olduğunu savunmakla ve bunu göstermekle olur. Yoksa tabii ki bu ülkede Suruç’tan Ankara Katliamına, Diyarbakır mitinginden politik cinayetlere, iktidarların manevralarını dikkate almadan politik bir adım atamazsınız ama bu manevralar sonsuza kadar işlevsel değildir, hiçbir zaman olamadı.
SÜREKLİ İKTİDAR NE YAPACAK, MUHALEFET NE YAPACAK DİYE KONUŞMAK POLİTİKLEŞME DEĞİL
Zamlar, yoksullaşma, gelecek kaygısı, Gezi, Kaftancıoğlu kararları, sığınmacılar… sokakta, işyerinde, kahvede bunlar konuşuluyor. Bundan politikleştiğimiz çıkarımı yapılabilir mi, yoksa bu yanıltıcı bir çıkarım mı olur?
Bence insanların gündelik hayatında bu kadar politika olması çok faşizan bir şey. Bu iktidar sadece zaten azıcık olan demokrasiyi, azıcık olan adaleti elimizden almakla kalmadı, hayatlarımızı inanılmaz sığlaştırdı. Sadece kültür sanat açısından sığlaştırmadı, gündelik eğlencelerimizi de yok etti. Gülmüyoruz. Türkiye her zaman her yerde politika konuşulan bir yerdir bu zaten fazlaydı, iyice fazlalaştı çünkü politikanın yerine koyduğumuz her şeyi aldılar. Bu ülkede sanat kalmadı, gazetelerin sanat sayfası yok. Televizyonlarda sanat programları yok, bunun yerini politika aldı. Bu iyi bir şey değil. Birileri bunu politikleşme sanıyorsa yanılıyor. Sürekli iktidar ne yapacak, muhalefet ne yapacak bunu konuşmak politik olmak değil. Politik olmak, bireysel olarak kendin için ve küçük grubun, mahallen ve bütün toplum için iyi olan nedir üzerinde kafa yormaktır. Ve o konuda politik sorumluluk almaktır, sadece yorum yapmak değil. O yüzden acil olan bence siyasi iradelerimize güvenmeyi tekrar geri almamız. “Benim siyasal davranışım kendi dünyamı da ülkemin dünyasını da değiştirebilir, buna muktedirdir” cümlesini kuramadığımız sürece gelecek tasavvurumuzu geri alamayız.