Ekonomik büyüme (2): Nereye kadar?
Bu tablo, “süper enflasyona rağmen, yüksek büyümeyi seçtik” diyen Nebati’nin bu sözleri neden sarf ettiğini de açıklıyor. Büyüme beklentileri, seçimi, kendi lehlerine dengeleyecek kadar güçlü değil.
Fotoğraf: AA
Mustafa DURMUŞ
TÜİK tarafından Türkiye’deki ekonomik büyüme verilerinin açıklandığı günlerde, önce Dünya Bankası, ardından da OECD’nin dünya ekonomisinin gidişatına ilişkin raporları yayınlandı. Bu raporlar Ukrayna savaşı yüzünden genel olarak dünyada büyüme hızlarının yavaşlamasını, buna karşılık enflasyonun ve yaşam maliyetlerinin giderek artmasını öngörüyor. Ayrıca 2022 ve 2023 yılları için ülkelere ait ekonomik büyüme öngörüleri de paylaşılıyor.
Bu raporlara bakıldığında, iktidarın ileri sürdüğünün aksine, Türkiye ekonomisinde işlerin iyi gitmediği ve büyüme hızının da, ciddi bir biçimde yavaşlayacağı anlaşılıyor.
DÜNYA BANKASI: TÜRKİYE EKONOMİSİ BU YIL SADECE YÜZDE 2,3 BÜYÜYECEK!
Örneğin Dünya Bankası’nın raporunda yer alan verilerden oluşturduğumuz aşağıdaki tabloya göre, Türkiye ekonomisi sadece kendi kulvarındaki birçok ekonomiden değil, aynı zamanda bazı gelişkin ekonomilerden daha yavaş büyüyecek. Örneğin yükselen ülkeler ve azgelişmiş ülkelerin bu yıl yüzde 3,4 büyümesi, buna karşılık Türkiye ekonomisinin yüzde 2,3 büyümesi bekleniyor.
OECD: YÜKSEK ENFLASYON, JEOPOLİTİK RİSKLER, AZALAN GÜVEN VE YAVAŞLAYAN BÜYÜME!
OECD’nin “Savaşın Fiyatı” başlıklı raporunda ise; “çok yüksek enflasyon, giderek azalan tüketici güveninin tüketim harcamalarını baskılaması ve jeopolitik riskler ve finansal koşulların zorluğunun neden olduğu belirsizlikler yüzünden yatırım harcamalarının durgun gitmesi, Ukrayna savaşının dış talebi ve meta fiyatlarını olumsuz etkilemesi yüzünden ihracatın da beklenen katkıyı verememesi gibi etkenler nedeniyle, Türkiye ekonomisinin büyüme oranının 2021 yılının çok gerisinde kalacağı ve yüksek meta ve gıda fiyatları ve izlenen para politikaları yüzünden enflasyonun çok yüksek düzeyde olacağı” öngörülüyor.
Bu çerçevede, OECD raporuna göre, Türkiye ekonomisi bu yıl yüzde 3,7 ve 2023 yılında ise yüzde 3 büyüyebilecek. Bu arada enflasyon konusunda Türkiye açık ara şampiyon olmayı sürdürecek ve 2022 yılında Türk Lirası hızla değer kaybetmeyi sürdürürken, enflasyon oranı yüzde 70’in üzerinde olacak.
İKTİDAR YÜKSEK BÜYÜME SAPLANTISI İÇİNDE
Bu raporlar, “dünyanın geri kalanından pozitif ayrışıyoruz, başarılarımız dünyanın gözünü kamaştırıyor, bu yüzden bizi kıskanıyorlar” iddialarının içinin ne kadar boş olduğu ortaya koyuyor. Artık, bu olumsuz gidişata rağmen bir başarı hikâyesi yazabilmek için iktidarın gerçek bir simyacı olması gerekiyor.
Bu tablo keza, “süper enflasyona rağmen, yüksek büyümeyi seçtik” diyen Bakan Nebati’nin bu sözleri neden sarf ettiğini de açıklıyor. Zira büyüme beklentileri seçimi kendi lehlerine dengeleyecek kadar güçlü değil. Bu yüzden de (yeni bir savaş dışında), ne pahasına olursa olsun yüksek büyümeyi zorlayacaklar. Çünkü bundan böyle iktidarda kalabilmenin tek yolu yüksek büyüme ile sanal bir refah artışı görüntüsü verebilmek.
Bu mümkün mü? Aralık ayındakine benzer bir döviz kuru yükselişiyle, 800’e doğru giden CDS’lerle ve 180 milyar doları bulan bir yıl vadeli dış borç ödemeleriyle iyice kırılganlaşan ekonominin bu duruma dayanabilmesi de yıllık yüzde 160’lardaki bir süper enflasyon ve açlık sınırının dahi altında ücretlerle hayatta kalmaya çalışan milyonların böyle sanal yüksek büyüme masallarına inanmaları da çok zor görünüyor.
YÜKSEK ENFLASYON ALTINDA BÜYÜME (!)
İlk çeyrek büyümesinin bir diğer çarpıcı boyutu, bu büyümenin ülke tarihinin son 24 yılındaki en yüksek resmi enflasyonu ile birlikte ortaya çıkması. TÜİK’ e göre, Mayıs ayı enflasyonu yıllıkta yüzde 73,5 ve aylıkta yüzde 2.98 oldu. ENAG ise bu sayıları sırasıyla yüzde 160,76 ve yüzde 5,46 olarak hesaplıyor. Kısaca bu iki kurumun enflasyon hesapları arasında 2,2 kat fark var.
Bir diğer büyük fark TÜİK’ in açıkladığı Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) ile Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) arasında mevcut. Zira bu Mayıs ayında resmi ÜFE yüzde 132,16 ve aylık ÜFE yüzde 8,76 oldu. Aradaki 58,7 puanlık fark tarihsel bir fark. Yani iki endeks arasındaki makas iyice açılmış durumda. Oysa normalde bu iki endeksin arasındaki fark, içeriklerinin farklı olması gibi nedenlerden ötürü, 5-10 puanı geçmemeli.
İKİ OLASILIK
Böyle bir tarihsel farklılığın bizce iki nedeni var: Ya TÜİK tüketici enflasyonunu (TÜFE) eksik açıklıyor ya da üreticiler kendi maliyet artışlarını henüz tam olarak yansıtamadılar.
İlk olasılık, üretim maliyetlerinin yansıtılmasına rağmen, iktidarın Temmuz ayında yapılacak olan memur maaş zammını düşük tutabilmek gibi nedenlerden ötürü tüketici enflasyonunu düşük gösterme çabasına işaret ediyor.
İkinci olasılık ise üretici maliyetlerinin henüz tam olarak yansıtılamadığı, bu nedenle de tüketici enflasyonunun daha düşük kaldığı olasılığı. Bu durumda üretici maliyetleri tüketici fiyatlarına yansıtıldıkça önümüzdeki aylarda tüketici enflasyonu daha da yüksek çıkacaktır. Eğer firmalar bu maliyetleri yansıtamazlarsa bu şirket iflaslarının artması, işyerlerinin kapanması ve kitlesel işçi çıkarımıyla sonuçlanacak, bu da işsizliği ve yoksulluğu daha da artıracaktır.
Bu noktada bir hususu daha hatırlatmakta yarar var. Enflasyon verileri 1 Haziran tarihinde enerjiye yapılan zamları ve yine Haziran ayı içinde şu ana kadar petrole (benzin, motorin ve LPG) yapılan yeni zamları içermiyor.
Öyle ki 1 Haziran zamlarıyla; konutlarda kullanılan doğal gazın birim fiyatında yüzde 30, elektrik üretimi için kullanılan doğal gazın birim fiyatında yüzde 16, sanayide kullanılan doğalgazın birim fiyatında ise yüzde 10 artış oldu. Elektrikte ise mesken abonelerinin tarifesine yüzde 15, sanayi ve ticarethane abonelerinin tarifesine ise yüzde 25 zam yapıldı. 11 Haziran’da ise benzinin litresine 2,18 TL, oto gazın (LPG) litresine 54 kuruş zam geldi.
Kısaca mevcut büyüme yüksek enflasyon ile birlikte geldi. BDDK bugünlerde tüketici kredilerinin vadelerini kısaltan ve kredi kartlarının asgari ödeme oranını yükselten bazı kararlar alsa da iktidar, içine girilen seçim sürecinde, bu büyümeyi daha da artırmak yolunda bol para ve kredi politikasını sürdürecek gibi görünüyor. Nitekim Bakan Nebati’nin son açıklamaları buna işaret ediyor.
Diğer yandan, bu yaklaşım enflasyonu daha da artıracak, yüksek enflasyon ise ekonomideki istikrarsızlıkların daha da artması bir yana, halkın daha da yoksullaşması ve giderek neredeyse tüm toplumun ciddi bir ‘yaşam maliyeti krizi’ ile karşı karşıya kalmasına neden olacaktır.
EKONOMİK BÜYÜMEYE BAKIŞ KÖKTEN DEĞİŞMELİ
Artık “kişi başı gayri safi yurtiçi hasılanın büyümesi” anlamına gelen ekonomik büyümenin gerçekçi bir ekonomi politik değerlendirmesinin yapılmasının zamanı gelmiş bulunuyor. Bu da, tüm dünyada yapıldığı gibi, Türkiye’de de büyümenin niteliksel olarak sorgulanması gerekliliğini ortaya koyuyor.
Öyle ki artık giderek daha yüksek sesle “ekonomik büyümenin, tek başına, bir toplumun (özellikle de emekçilerin) iyi olma halini ölçme konusunda son derece yetersiz, hatta kötü bir ölçüm biçimi olduğu” vurgulanıyor.
Çünkü bu kavram, parasal piyasa işlemlerinin ölçeğini gösterse de gerçekte yaşam kalitemizin, emek ve doğa üzerinde yaratılan tahribatın, ezilen kimliklerin, kadınların ne durumda olduğunu göstermiyor. Kuşkusuz bu yetersizlik burjuva iktidarların, özellikle de otokratik yönetimlerin bu kavrama dört elle sarılmalarını da engellemiyor.
TÜRKİYE’NİN DEMOKRASİ KARNESİ KÖTÜ
Öte yandan, Türkiye’de olduğu gibi, ekonominin yüksek oranda büyüdüğü yıllarda dahi sosyal ve çevresel göstergeleri kapsayan ‘Sosyal Gelişme Endeksi’ gibi endeksler kötüleşebiliyor. Bu anlamda, bu yılki ‘Dünya Mutluluk Raporu’nda yer alan ülkelerin mutluluk sıralamasında (2019-2021) Türkiye’nin yerinin 146 ülke arasında ancak 112’nci sırada olması şaşırtıcı değil.
Aynı şekilde, ‘Küresel Demokrasi Endeksi’nde Türkiye 2021 yılında 10 üzerinden 4,35 puan ile ‘Tam Demokratik Rejimli’ ya da ‘Eksikli Demokratik Rejimli’ ülkeler arasında kendine yer bulamıyor. ‘Tam Otoriter Rejimli’ ülkelerin bir tık üzerindeki bir kategori olan ve “seçimlere hile bulaşması, seçim güvenliğinin tam olmaması, yaygın rüşvetin varlığı, politik muhaliflerin ve medyanın baskı altında tutulması gibi uygulamaların yaygın olduğu” ‘Karma (Hibrid) Rejimli’ ülkeler arasında yer alabiliyor.
Son olarak, Freedom House’nin ‘2022 Yılı Dünyadaki Özgürlükler’ raporunda Türkiye, genel olarak 100 üzerinden 32 puanla (politik haklarda 40 üzerinden 16 ve insan hakları konusunda 60 üzerinden 16 puan ile) “Özgür Olmayan Ülke” (Not Free) olarak anılıyor. Yani özgürlükler ve demokrasi konusunda dünyanın en katı ve otoriter rejimleriyle aynı statüde değerlendiriliyor.
Özetle, ekonomileri hızlı büyümesine rağmen insanların durumunun kötüleştiği ülkelere bakıldığında bunların ortak özelliklerinin; emek sömürüsünün iyice yoğunlaşmış olması, emekçilerin kötü çalışma koşullarına mahkum edilmesi, örgütlenme ve toplu pazarlık haklarının kısıtlanmış olması, yaygın insan hakları ihlalleri ve demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlere erişim zorlukları, iktidarların sorumsuz, hesap vermeyen israfçı harcamaları, ekoloji konusundaki duyarsızlık, nepotizm, farklı kimliklere karşı ayrımcılık, kadına şiddet ve savaşçı politikalar olduğu ortaya çıkıyor.
BANERJEE VE DUFLO: EŞİTLİKÇİ OLMAYAN BÜYÜME SOSYAL FELAKETLERE YOL AÇIYOR!
Bir diğer gerçek, 2019 Nobel Ekonomi Ödülü sahipleri Banerjee ve Duflo’nun da altını çizdiği, “ortaya çıkan refahın adil dağıtılmaması durumunda yüksek bir ekonomik büyümenin mutlaka insanların daha iyi durumda olmalarını sağlamaya yeterli olmadığı” gerçeği. Dahası “yanlış bir ekonomik büyüme stratejisi eşitsizlikleri, ölüm oranını ve kutuplaştırmayı artırıyor, ardından sosyal felaketler kaçınılmaz hale geliyor”.
Bu yüzden de, yüksek büyüme hedefindense, gerçek bir katılımcı halk demokrasisinin inşasına, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasına, toplumun daha iyi ve ücretsiz bir kamusal eğitim, sağlık, ulaştırma, sosyal konut ve sosyal güvenlik hizmetlerine erişebilir hale getirilmesine odaklanmak gerekiyor. Bu bağlamda ekonomik büyüme başlı başına bir amaç olarak görülmemeli, sözü edilen bu amaçların gerçekleştirilebilmesi için bir araç olarak değerlendirilmelidir.
SONUÇ OLARAK
Açıklanan bu yılın ilk çeyreğine ilişkin yüzde 7,3’lük büyüme oranı, iktidar tarafından içinde yaşadığımız ‘yüksek enflasyon’, ‘işsizlik’, ‘yoksulluk’, ‘gelir bölüşümü adaletsizliği’ ve yaşam maliyeti krizi gibi gerçeklerin üzerini örtmeye yarayan bir araç olarak kullanılmaya çalışılıyor. Bu yüzden de, bizden hiçbir sorgulama yapmaksızın yüksek büyümeyi bir ekonomik başarı göstergesi olarak kabul etmemiz isteniyor.
Ana akım muhalefet partilerinin sözcülüğünü yapan bazı ekonomistlerse, kapitalist büyümenin ekonomi politiğini sorgulamadan, sadece ‘bu büyümenin sürdürülemezliği’ ya da ‘ortaya çıkan nemanın adil olarak dağılmaması’ gibi hususlar üzerinden iktidara eleştirilerde bulunmakla yetiniyorlar, özde bir kapitalist büyüme sorgulamasını yapmıyorlar.
Kısaca, onlar da emekten yana ve doğa ile uyumlu alternatif bir kalkınma, gelişme ve büyüme perspektifine ve stratejisine de sahip değiller. Oysa bir yazarın da dediği gibi: “Bugün ekonomik büyüme olgusu her şeyimizi feda edebileceğimiz bir sunağa dönüştü. Buna karşılık, sadece ekonomi biliminde sonsuz büyüme bir erdem olarak kabul edilmektedir. Örneğin biyolojide böyle bir acayip büyümenin adı kanserdir”.
Ülkemizde iktidar bloku, 20 yıldır yaptığı gibi, içine girilen seçim sürecinde bir kez daha yüksek ekonomik büyümeye sarılıyor, bunun yaratabileceği bir ekonomik canlılık algısından medet umuyor ve ekonomiyi de, toplumu da bu yönde zorluyor. Ancak uluslararası örgütlerin raporları böyle yüksek bir büyümenin olamayacağının altını çiziyor.
Diğer yandan, bu durumu sadece teşhir etmek yeterli değil. Bunun karşısına emekten ve doğadan yana halkçı, kamucu bir alternatif sunabilmeliyiz.
Aslında, ‘gerçek bir halk demokrasisini’ inşa edebilmenin yanı sıra, yoksulluğun ortadan kaldırılabileceği, toplum olarak refahımızın artırılabileceği, eşitsizliklerin ortadan kaldırılabileceği, soluduğumuz havanın temizlenebileceği ve her şeyden önemlisi uzun vadede yeryüzünün istikrara kavuşturulabileceği ‘demokratik bir ekonomiyi’ yaratabilme imkânımız da ve fırsatımız da var. Bu ayrıca bir toplumsal görev olarak önümüzde duruyor.
Kıssadan hisse, şimdi emekten, halktan, doğadan, kadınlardan, ezilen ötekileştirilen kimliklerden yana bir demokratik ekonominin nasıl yaratılabileceğini tartışmanın, bu konuda stratejiler geliştirmenin ve somut projeler üretmenin, buna uygun gerçekçi hikâyeler yazmanın ve bunları başta emekçiler olmak üzere toplumun tüm kesimleriyle paylaşmanın, onları radikal bir dönüşüme hazırlamanın tam zamanıdır.