Avrupa’da yükselen antikomünizm: Yok sayılan senin hikayen
Oya Yağcı, son dönemde Avrupa'da yükseltilen antikomünist propagandanın arka planına dair yazdı.

Görsel: Pixabay
Oya YAĞCI
“Eğer yirminci yüzyılın büyük kısmı tarihsel olarak komünizm ile anlamlıysa son otuz yıl onun eksikliği ile anlamlıdır.” Aijaz Ahmad.
1989 yılının arşa yükselen coşkusunu günümüzde de yaşayabilenler kimler? Özgürlük vaadi ve umudu bugün kimler için gerçekleşti? Ulus ötesi şirketler ve sermayenin yoğunlaştığı kapitalist merkez ülkeler dışında duvarların ötesine geçebilenlerin mültecileşme dışında bir seçeneği var mı? Dünya ölçeğinde işsizleşmenin, ücret kaybının, gelir adaletsizliğinin altında ezilmenin ötesinde dünya halklarına vadedilen ulus devlet/ parlementer demokrasi denkleminin sunduğu kapitalist kurtuluş öyküsü bugünün yıkım-felaket-kıtlık hikayesine nasıl taşındı?
Bu soruların yanıtlarını arayanlar yükselişe geçen sağ iktidarların cadı avında şeytanlaştırılıyor yine ve yeniden… Komünistler, feministler, etnik-kültürel çokluğu benimseyenler, LGBTİ+’lar, iklim savunucuları, hak ve özgürlük talebinden vaz geçmeyen ezilenler…
21. yüzyılın ilk 20 yıllık diliminde parlamenter kapitalizmin ve liberal demokrasinin bir boş biçime dönüştüğünü gördük. Doğru ifade, boşluğun açığa çıkması olabilir. Tarihin Sonu’nu ilan eden yenilenmiş ulus aşırı kapitalizm, küresel iddialarına ve arzularına sınır koyacak bir karşı sesten kurtulmanın vahşi güveniyle kendi istikrarını dünyanın sistematik istikrarsızlaştırılmasında inşa edecekti. Etik, politik, toplumsal tüm yükümlülüklerden kurtulmanın otoriteryen yolunu büyüme hedeflerinde açığa vuran neomuhafazakar iktidarlar, ayak bağı olarak gördükleri nüfusu dezavantajlı konuma hapsetmenin ekonomik formülünü borçlandırma hukukunda buldular. Siyasetin dili giderek şirket diline dönüşürken, sağın kestirmeci mantığı, etiği, din ve patriyarka referanslı ahlaka, politik olanı ulusal onur ve ekonomik çıkarlara, toplumsal olanı piyasa kaprislerine havale etmekte gecikmedi. Ulusalcılık dalgasının ırkçılığa kolaylıkla geçtiği kavşakta tarihsel olarak kapitalizmin çoklu krizini görmek kaçınılmaz. Kapitalizmin krizleri, sürekli ve yaygın savaşın, toplumu kutuplaştırmanın, sınıfsal gettolaştırmanın yıkıcı ikliminde güvenlik ihtiyacını piyasaya süren ve her türlü legal hak arayışını şiddetle bastırmanın meşrulaştırılmasını sağlayan ideolojik temelini hatırlamamızı sağlar: Irkçılığın, cinsiyetçiliğin ve sınıfsal gettolaşmanın üretken zemini McCarthy sandığından çıkarılmayı beklemektedir. Nasyonal sosyalizmin komünizm tehdidine karşı toplumu şiddetin ve sert tedbirlerin gerekliliğine inandırma entrikası bugün yine yeniden destek bulan bir politika halini alıyor.
KÜRESEL KAPİTALİZMİN SOPASI OLARAK NEOLİBERAL İSTİKRAR
İstikrar, kapitalist düzensizleştirmenin (deregülasyon) politik söylemi olarak demokrasinin gözden çıkarılmasında işe koşulan bir kavram; 12 Eylül’cülerin istikrar temcitini tabii ki anımsıyoruz. 2003’lerden itibaren finans kapitalin seçkinleri tarafından hazırlanan ve 2007’de patlak veren ABD kaynaklı kriz, 2008 ve 2009 yıllarının kısa eriminde etkileri hızla küreselleşen bir vaadden kopuş ya da artık kendini hiçbir vaadle sınırlamama serbestisinin istikrar kazandığı dönemeç olmuştur. Söz konusu vaad, liberal parlementer ve başkanlık sistemlerinin kapitalizmin kaprisleri ile uzlaştırmakta gönülsüz oldukları yurttaşlık hakları ve toplumsala dair tahayyüldür.
Avrupa demokrasisi hidro karbon ve fosil yakıt çevresinde şekillenen enerji savaşında demokrasiyi feda etmekte hevesli görünüyor. Yüksek siyasetin güvenlikçi devlet ve ulus ötesi karlılık merkezli politik tercihleri, aşırı sağın defansif ve öfkeli dayatmacılığını besliyor. Neoliberal politikaların, güçlendirilmiş yürütme, düzenleyici teknokrat kurumlar, yasamayı etkisizleştirme, merkez bankasını bağımsızlaştırma, deregülasyon, kamu harcamalarında kesinti, devletin istihdamcı rolden çıkması ve mali disiplin başlıklarında 1980’lerin neomuhafazakar saldırısına uyumlu programı, son 20 yılın aşırı sağ ve ırkçılık dalgasını anlamamız için yakıcı sonuçlar üretti. Marksizmin sonunu ilan ederek, Kuzey /Güney çelişkisini halının altına süpürdüğünü sanan tekno-siyaset, iklim krizinin açığa çıkardığı yıkıcı sonuçlara rağmen kâr hırsını otoriteryan siyasetin kanatları altında doyuruyor. Güçlü lider kültünün ürünü olarak siyaseti işgal eden otokratların, enerji şirketlerini dünya nüfusunun aleyhine palazlandırdığı ve coğrafi yeniden iş bölümünün yoksullaşan ülke nüfusunu kıtlık ve zehirli gıda ve su kaynaklarına mahkum bıraktığı küresel güç savaşı, herkesin herkesle savaştığı bir distopyayı gerçekleştirmekten çekinmeyecek gibi. Geçiciliğini yadsıyan iktidarlar ciğerlerimize zehir doldururken yaşam ve iklim savunucularını özgürlük düşmanı ve terörist olarak yaftalıyor. Neoliberal ulus devletin-mali disiplin paketi, sosyal refah devletinin krizine ya da sürdürülemezliğine çare olarak sunulmuştu. Neoliberal iklim, demokrasiyi karbon gazına boğmak konusunda kararlı görünüyor. Ve kendi başarısızlığını sürdürülebilir kılmanın otoriteryan entrikasını büyüme stratejisi olarak cilalıyor. Yeni otokratlar için sürdürülebilirlik, sadece kendileri söz konusu olduğunda anlam ifade eden bir kavram. Faşizmin çağırılmasının işlevsel yanı da iktidarın sonsuza dek sürdürülebilirliği yanılsamasında açığa çıkıyor.
Gerçekliğe kayıtsızlık, ironi, alt metin okuma kurnazlığında biriciklik, külyutmaz bir tetiktelik! Hijyen, sağlık ve güvenlik hakkının imtiyaza ve saplantılı yalıtılmışlığın etiketine dönüştürülmesi… Mülteci düşmanlığı, enerji-gıda-iklim krizinin yarattığı ontolojik kaygı, güvencesizliğin yarattığı belirsizlik ve bireyin ve halkların kalıcı istikrarsızlaştırılması, bilime ve bilgiye karşıtlık, komplo teorileri ve dedikodudan beslenme ve kibirle sahiplenilen intikamcılık… Küresel kapitalizmin ve parlamenter demokrasinin krizi ile ırkçılığın tarihsel kendini yeniden inşası…
Tüm bunların içinde kadim suçlu yine yeniden komünizm tabi.
Yok sayılan senin hikayenken Quo Vadis Human?
Evrensel'i Takip Et