Sifilis: Siyasallaşmış bir hastalık
İnsanlık tarihinde büyük kırılmalara ve önemli dönüşümlere yol açan hastalık salgınlarının çoğu, savaşların, toplumsal hareketliliklerin ve kıtlık dönemlerinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Fotoğraf: Ulusal Alerji ve Enfeksiyon Hastalıkları Enstitüsü, Ulusal Sağlık Enstitüleri (CC BY NC 2.0)
İLGİLİ HABERLER

Radyum kızları, silikozis erkekleri

Ahlak, Vicdan ve Umut
İnsanlık tarihinde büyük kırılmalara ve önemli dönüşümlere yol açan hastalık salgınlarının çoğu, savaşların, toplumsal hareketliliklerin ve kıtlık dönemlerinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Hemen her salgın toplumsal, siyasal ve ekonomik yapı üzerinde yıkıcı bir rol oynamışsa da hiçbiri, sifilis hastalığı kadar çok boyutlu ve zengin bir içerikte etki göstermemiştir. Bu hastalık sadece sağlık alanını değil, din, ahlak, kültürel yapı, siyaset, ekonomi, kamu yönetimi, ticaret, askeriye kısaca tüm toplumsal dokuyu derinden etkilemiştir. Veba gibi kolay bulaşıcı ve onun kadar ölümcül olmayışı, -bir dönem aynı hastalık sanılsa da- cüzzamdan daha hızlı seyredişi ve belki de en önemli özelliği olan cinsel yolla bulaşmasının fark edilmesiyle hastaların ahlaki yönden de değerlendirilmesi sifilisi diğer hastalıklardan ayırmaktadır.
Sifilisin Avrupa’da yayılışı ile ilgili en popüler teori, Kristof Kolomb’un 1492’de Atlas Okyanusu’nu aşarak Yeni Dünya’ya yaptığı deniz yolculuğu ile başlattığı keşifler, fetih ve sömürge çağının etkisidir. Tüm Amerika kıtasının fethi ve sömürgeleştirilmesi, yerli halka karşı soykırım, köleleştirmeler, tecavüzler ve topraklarına el koyma gibi barbarca yöntemlerle gerçekleşmiştir. Hatta bu süreçte sömürgeciler, çiçek hastalığını kasten yerlilere bulaştırmışlar -örneğin onlara çiçek mikrobu emzirilmiş battaniyeler hediye etmişler- ve büyük salgınlara dönüşen bu hastalık sebebiyle, milyonlarca yerli hayatını kaybetmiştir. Soykırım yapan, işgalci beyaz adama, yerlilerin iki temel hediyesi olmuştur: “tütün” ve “sifilis hastalığı”. İkisi de hızlı seyretmeyen, tabiri caizse “süründürerek öldüren” bir hastalık tablosu yaratmaktadır.
Yerli kadınlara toplu tecavüzlerle alınan sifilis mikrobu sadece Kolomb’un denizcileriyle değil, aynı zamanda köleleştirip Avrupa’ya getirdikleri yerli kadınlarla da yayılmaya başlamıştır. Hastalığın salgın hale dönüşmesi, özellikle Fransız ordusunun 1495’te Napoli Krallığı’nı işgali sırasında olmuştur. Uzun süren bu savaşta, Fransız ordusunda paralı asker olarak yer alan ve hastalığı taşıyan İspanyol denizci ve askerlerin hastalığı yerel halktan kadınlara bulaştırması ile hastalık iyice yayılmıştır. Hastalığın ne olduğu ve nasıl bulaştığı bilinmediği için Fransızlar yendikleri düşmanlarını sorumlu tutup “Napoliten Hastalığı” olarak adlandırmışlardır. İtalyanlar da karşı atağa geçerek “Fransız Hastalığı” olarak isimlendirmişler, sonradan bu isimlendirmeyi Almanlar ve İngilizler de benimsemiştir. Hastalık adeta bir milliyetçilik konusu haline gelmiş ve salgından etkilenen her coğrafya, komşuları veya düşman ülkeleri hastalıktan sorumlu tutmuşlardır. Bu kolaycılıkla Ruslar, hastalığı “Polonya Hastalığı”, Polonyalılar ise “Alman Hastalığı” olarak tanımlamışlardır. İspanyollar “Portekiz hastalığı” Portekiz, Danimarka ve Kuzey Afrika ülkeleri ise “İspanyol hastalığı” olarak isimlendirmişlerdir. Bazı coğrafyalarda ise sifilis, din temelli tanımlamalara konu olmuştur.
Vebadan gelen alışkanlıkla, Yahudiler olağan şüpheli olarak özellikle de İspanya’dan sürgün edilenler, hastalığın yayılmasından sorumlu tutulmuş ve Araplar tarafından hastalık “Yahudi hastalığı” olarak tanımlanmıştır. Hindistan’da ise hastalıktan Müslümanlar Hinduları, Hindular Müslümanları sorumlu tutsa da sonunda taraflar, batıdan gelen bu hastalığa “Frenk Hastalığı” diyerek anlaşma sağlamışlardır. Türkler önceleri “Hıristiyan Hastalığı” sonradan ise Frengistan’dan gelen anlamında “frengi” adını koyup dış ülkeleri işaret etse de İranlılar “Türk Hastalığı” diyerek yeniden “yakan topu” ülke sınırlarının içine göndermiştir. Böylece pek çok din ile ilişkilendirilen ve adeta milletlerin birbirinin üzerine attığı bu hastalığa gerçek ismini vermek, İtalyan hekim Girolamo Fracastoro’ya (1478 ‑ 1553) nasip olmuştur. Fracastoro mikroskobun icadından önce, “germ teorisi” ortaya atarak, salgın hastalıklara gözle görülmeyen mikroorganizmaların yol açtığını söylemiştir. Aynı zamanda şair de olan Fracastoro bir şiirinde, mitolojiye vurgu yaparak, “Syphile” ismindeki genç bir çobanın Apollon’dan hastalık aldığını yazınca, hastalık, İngiliz kaynaklarında artık “syphilis (=sifilis)” olarak adlandırılmıştır.
Temelde cinsel yolla veya gebelikte anneden bebeğe bulaşan hastalık, dört evre boyunca 15 yıl kadar sürebilmektedir. İlk evrede deride ağrısız, kaşıntısız yaralar, ikincil dönemde avuç içleri ve ayak tabanlarında yaygın döküntüler görülmektedir. Latent dönemde bütün belirtiler gizlenip kaybolurken son evrede kalp, damarlar ve sinir sistemi tutulumu ile hastayı ölüme götürmektedir. Pek çok hastalığı taklit ettiği için “büyük kopyacı” olarak da bilinen hastalığın bu özellikleri, tarihsel süreçte bulaşıcılığını artırıp, tanı, tedavi ve izlemini oldukça zorlaştırmıştır.
İslam dünyasında “inananların yozlaşması ve ahlâkî çöküntü” nedeniyle ve yaradan tarafından bir “uyarı” olarak gönderildiğine inanılan hastalık, Hristiyan Batı dünyasında benzer şekilde “Tanrı’nın bir cezalandırma şekli” olarak nitelendirilmiş ancak hastalığa papalar, kardinaller ve krallar yakalanmaktan kurtulamamıştır. Bilinmeyen bu hastalığa karşı alınan önlemler sert, uygulanan tedaviler çoğunlukla etkisizdir. Herkes bu hastalardan uzak durup kaçarken, hastaların tedavisi de idare tarafından yasaklanmıştır. 1497’de Paris Parlamentosu kararına göre, yabancı hastalar şehri hemen terk edecek, şehrin yerlisi olanlar ise asla evlerinden çıkamayacak, karara uymayanlar da idam edilecektir. Ertesi yıl ise bütün sifilis hastalarının şehri terk etmesi emri verilmiş, gitmeyenlerin nehre atılacağı duyurulmuştur. Katı cezalar, hastalığın gizlenmesi ve daha da yayılmasından öte bir işe yaramamış, toplumu kırıp geçiren sifilis salgınlarıyla, Avrupa’da 16. yüzyıl “sifilis yüzyılı” olmuştur.
Sifilisin, Osmanlı’da salgınlar yapması 1854’teki Kırım Savaşı sırasında olmuştur. Gerek Avrupa’dan gerekse Rusya’dan İstanbul’a gelenler beraberlerinde getirdikleri sifilis -Osmanlılar’ın deyimiyle- “İllet-i Efrenciye” veya “frengi” hastalığını hızla yaymışlardır. Osmanlı hekimlerine göre iki tip frengi vardır: Örneğin ağzında yarası olan bir hasta ile aynı kaptan su içmekle bulaşan hastalığa “masum frengi” denirken, fuhuş yoluyla bulaşana ise “masum olmayan frengi” denilmiştir. Fuhuşu denetlemek ve masum olmayan frengiyi önlemek için 1856’da İstanbul’da ilk umumhanelerin (genelevler) açılmasına izin verilmiştir. Kaçak fuhuş yapanlar ise yakalandığında “Islah-ı nefs” adı verilen uygulama ile Kıbrıs’a sürgüne gönderilmektedir.
Osmanlı’da hastalığın yayılmasında başka bir gelişme ise 2. Abdulhamid döneminde hastaların (İllet-i Efrenciyeliler) “çürüğe ayrılarak” askere alınmamaları olmuştur. Bu kararı fırsat bilen ve Yemen çöllerinde askerlik yapmak istemeyenler, bilinçli olarak frengi kapmışlardır.
Bir dönem dinlere ve milliyetçiliğe konu olan sifilisin, komünizm ile ilişkisi de ilginç olmuştur. Rusya’da 1917 Ekim Devrimi ile kurulan komünist rejimden kaçanların ilk durağı İstanbul olmuş ve 1920 sonuna kadar çoğunluğu Beyaz Rus olan 120 bin göçmen İstanbul’a gelmiştir. O dönem Beyaz Rus kadınlara, Rusça “güzel” anlamına gelen Haraşo denilmiştir. Çok azı resmi vesikalı olan yaklaşık 5 bin kadının, fuhuş sektöründe çalıştırılması ve mütareke yıllarındaki devlet otoritesinin zayıflaması sonucu, yaklaşık 40 bin hasta ile sifilis salgını adeta kontrolden çıkmıştır. Rusya’da komünizmin kurulmasının ülkemize yansıması sifilisin patlaması olmuştur.
İronik olarak, 1991 sonunda SSCB’nin dağılması ve komünizmin yıkılmasıyla, hızla yoksullaşan halkın ticaret yapmak, çalışmak veya göç etmek üzere en çok tercih ettiği ülkelerden birisi Türkiye olmuştur. Gelen kadınların bir bölümü, yine fuhuş sektörünün kurbanı olmuş ve yaygın tanımlamayla bu kadınlara Nataşa denilmiştir. Sonuçta Karadeniz bölgesi, İstanbul ve çevre illerde sifilis başta olmak üzere cinsel yolla bulaşan hastalıklarda ciddi bir artışa sebep olmuş ve bazı bölgelerde ilk kez AIDS olguları da görülmüştür. Rusya’da komünizmin yıkılmasının ülkemize yansıması yine sifilisin sıçraması olmuştur.
Osmanlı hekimi Muhib Nureddin sifilis ile siyaset ilişkisinde çıtayı iyice yükseltmiştir: “Bir kişinin sifilisten ölmesi ne kadar acı da olsa, sadece bireysel bir kayıptır. Ancak asıl korkulması gereken bu kaybın geride bıraktığı ve memleketin geleceği için bir leke olan ‘kanı kirli, soyu bozuk bir nesildir.’ Sadece kendi hayatımızdan değil, ülkenin gelecek nesillerinden de sorumluyuz. O nedenle hastalıktan ari ve sağlıklı yaşamak, sadece bir hayat kaygısı değil, bir şeref, bir vatan borcudur!”
Evrensel'i Takip Et