25 Haziran 2022 13:28

Britanya’nın “batmayan güneş”i edebiyata doğmuyor

“Büyük Britanya” güneşi bir kıtada batırmadan diğerinde doğururken ‘kendi çocukları’na okyanus ikliminin amansız yağmurlarına karışan sefaletten öte çok da bir şey sunmuyordu.

Kaynak: Unsplash

Paylaş

Bilge Su YILDIRIM

İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü

Bu sene “Hoşça kal” dememekte epey ısrar eden bir kışı uğurladık demek yanlış olmaz. Öyle ki, sıcakları beklerken batmayacak bir güneşin bitmeyecek bir yazın düşünü kurdu birçoğumuz. Bu yazı da konusunu buradan buldu aslında. “Büyük Britanya”nın toprakları üzerinde batmayan ama edebiyatın üstüne de bir türlü doğamayan bir güneş muhatabımız. 

İngiltere, Galler ve İskoçya’dan oluşan “Büyük Britanya”; 19. Yüzyılı, İrlanda’nın da katılımıyla “Büyük Britanya ve İrlanda Krallığı” olarak karşılamıştı. 1760’lardan 1840’lara uzanan süreçte Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirecek, 1837-1901 arası I. Victoria devrinde ise Orta Doğu, Afrika, Avustralya, Hindistan ve Kuzey Amerika üzerindeki hakimiyetiyle resmen “üzerinde güneş batmayan ülke” olarak anılmaya başlanacaktı. Ne var ki “Büyük Britanya” bütün ihtişamıyla güneşi bir kıtada batırmadan hüküm sürdüğü bir diğer kıtada doğururken “kendi çocukları”na nemli okyanus ikliminin amansız yağmurlarına karışan is ve metanla süslenmiş sefaletten öte çok da bir şey sunmuyor, açlık ve ölüm edebi eserlerin satır aralarında kendini gösteriyordu.

SONELERDE GEMİ SESLERİ

Sömürgecilik yarışı canhıraş devam ediyor, Avrupalı ülkeler kolonizasyon maceralarını sürdürüyordu. Coğrafi keşifler “yeni” bir kıtanın keşfiyle bambaşka bir boyuta ulaşmıştı. Baş aktörlerden Britanya’nın pozisyonu ise kendine aşk sonelerinde dahi yer buluyordu. Metafizik şiir akımının babası John Donne, ızdırap çeken ruhunun özgürce sevebilmeye duyduğu çaresiz arzuyu işlediği The Cannoniztion (azizlik mertebesine yükseltme) adlı sonesinde “Sakin! Sanki aşkımdan kim incinmiş?​” diye sitem ederek ekliyordu: “Hangi tüccarın gemileri boğdu figanımı?​” Bir aşk şiirinde gemi ve tüccar imgelerinin kullanılışı tesadüfi olmamakla birlikte, Britanya’nın donanmasıyla öne çıktığı coğrafi keşifler döneminin Donne gibi pek çok şairi dizelerinde gemi, donanma, keşif gibi kavramlara yer veriyorlardı. Shakespeare, 116. Sone’sinde aşkı “fırtınaları geçirip sarsılmayan, gemilere yol gösteren yıldızlara denk bir nirengi” olarak tanımlarken yine Donne, bu kez aşkına kavuşmaktan duyduğu kıvancı ele aldığı sonesi “The Good Morrow”(Günaydın)’da aynı usanmışlık ve kaygısızlıkla “İzin verin deniz kaşiflerinin yeni dünyaya gitmesine, diğerlerine de verin harita, göstersinler dünyalar üzerindeki dünyaları” diyor ve ekliyordu: “Bize de izin verin kendi dünyamız olsun, ikimizin de bir tane, ve tek bir tane.”

“ÖLÜMSÜZ YAZ”I VAR EDEBİLMEK İÇİN

Baştakiler yağmalanmaya nazır yeni yurtlar peşinde koşarken Britanya Adasının kasvetli topraklarında bir imge olarak “yaz” güzel bulunduğu kadar geçici, tatlı gözüktüğü kadar yitip gitmeye mahkûm olarak değerlendiriliyordu. En yakıcı aşk romanlarındaki daimi hava yağmur ve sisti, ortalığın en büyük değişimlere gebe olduğu yüklü zaman anlatılarına ılık meltemlerden öte isi ve dumanı savuran poyrazlar eşlik ediyordu. Shakespeare ise sevileni yaza benzetmeye hacet görmüyordu. Sevilen çok daha güzeldi. Taze tomurcukları sert rüzgarlar örselerdi, yazın yeryüzündeki ömrü ise kısacaktı.* Sonenin devamında da sevilende “ölümsüz yaz”ın nasıl var olacağını açıklıyordu:  “İnsanlar nefes alsın, gözler görsün elverir, / yaşadıkça şiirim sana da hayat verir.” Ölümsüz yaza erişmek yalnızca sanatla mümkündü. 

COĞRAFYADAN KALEME YÜKLENEN ELEM

1500’lerden 1800’lere gelindiğinde pek çok değişiklik yaşanmıştı. İrlanda özerk olarak Krallığa eklenmiş, Büyük Britanya beş kıta üzerindeki hakimiyetiyle topraklarında güneş batırmamaya başlamıştı. Ne var ki güneş, yüzünü Britanya halklarından esirgemeye devam ediyordu. Victoria Dönemi Romantiklerinin romanlarında alabildiğine keder vardı. Bronte Kardeşler’in büyüğü Charlotte, ölümsüz eseri Jane Eyre’de iki farklı sınıftan insanın yaşadığı aşkı anlatırken dinin toplum üzerindeki tahakkümüne, sınıf çatışmasına ve ataerkil toplum yapısına derin bir melankoliyle mercek tutuyor, küçük kardeş Emily ise daha sonra pek çokları tarafından “aşkı en iyi anlatan roman” yakıştırması yapılacak Uğultulu Tepeler’inde sisli İngiltere kırsalının rüzgarlı bayırlarında yeşeren tutkulu ama bir o kadar hastalıklı, ve elbette içinde sınıf çatışması barındıran, bir aşkı bütün dramıyla gözler önüne seriyordu. Ortaklaştıkları tek konunun bir ömür süren bir aşk anlatısı olduğunu söylemek yanlış olmayacağı gibi, Kolombiyalı Usta Yazar Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ı düşünüldüğünde Bronte’nin kaleminin coğrafyadan doğru yüklendiği elemi görmek kolaylaşacaktır. 

Sanayi Devrimi’yle kalabalıklaşan İngiltere işçi sınıfı ve beraberinde gerçekleşen bütün toplumsal dönüşümler edebiyatın her akımını domine ederken toplumcu gerçekçi edebiyat da kendi ustalarını yetiştiriyor, başyapıtlarını yaratıyordu. Dickens, “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü” diyerek Fransız Devrimi’ne Londra’dan doğru bambaşka bir pencere açarken Oliver Twist’te okuyucuyu aynı şehrin suç ve sefalet dolu sokaklarında kimsesiz bir yetimle soluk soluğa koşturuyordu. Yaklaşık kırk yıl sonra Sherlock Holmes serisinde kanıt ararken arşınlayacaktık bu kez başkentin sokak aralarını, bir toplumun çürümüşlüğüne mercek tutarak. Katherine Mansfield ise imgesel anlatımın zirvelerinden birini deneyimlettiği Bahçe Partisi’nde yoksul bir ailenin evi geçindiren babasının ölümünü bindiği atın bir yük lokomotifini gördüğünde şahlanması sonucu düşmesiyle gerçekleşmesi üzerinden geçimini büyük ölçüde “geleneksel” tarzda tarım ve hayvancılık üzerinden sağlayan bir halkın Sanayi Devrimi ve gelişen makineleşme süreci karşısında duyduğu ürküntüyü resmediyordu.
Büyük Britanya semalarında batmayan güneş, kendi özünde doğmuyordu. Edebiyatında yaz akşamı yakamozları değil puslu kırsal manzaraları boy gösteriyordu. Yoksul halk portreleri, toplumun çürümüşlüğü, sınıf çatışmaları, halk ayaklanmaları ana konulardı. Ilıman okyanus ikliminin hüküm sürdüğü Batı Avrupa adasında ne güneş ne yaz: melankoli, bunalım, kasvet… Bulutların arasından giren tek ışık, değişim umudu.

 

*Shakespeare - 18.Sone

ÖNCEKİ HABER

Yasakların arasında Eyüp’te bir nefes: Kültür Fabrika Etkinlikleri

SONRAKİ HABER

Ya muhalefet? Bize bir çıkış sunacak mı?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa