Araştırmacı ve Yazar Selma Koçiva: Yüzleşmek gerçekten özgürleştiren bir eylem
Selma Koçiva, "Ejderhalar ve Çocuklar" romanını anlattı.
Görsel: Kitap kapağı
Ege KARACAN
İstanbul
Ejderhalar ve Çocuklar romanı Selma Koçiva’nın bir 12 Eylül yüzleşmesi… Kendi hikayesini romanlaştıran Koçiva “Genelde bu içsel hesaplaşmalar sıcağı sıcağına yapılmalı. Ancak bu her zaman mümkün olmayabilir. Ben kendi iç hesaplaşmamı ancak 40 yıl sonra yapabildim.” diyor. Koçiva’yla ‘70’li yıllardaki devrimci mücadeleyi ve 12 Eylül’ün kadınlar üzerindeki etkilerini konuştuk.
Sizi anılarınızı yazmaya iten nedenler nelerdir?
Bilindiği gibi, tanık olduğumuz toplumsal süreçler bizi derinden etkiler. Yaşadığımız öğretici veya yaralayıcı olaylar bizim ruhsal şekillenmemizi, toplumsal siyasal düşüncelerimizi ve kültürel yapılanmamızı belirler. 12 Eylül sürecinde, (1975-1985) çocuk yaşta çok öğretici ve de hazin hikayelere tanık oldum. Dönemin üzerine ne kadar konuşursak ne kadar öfke nöbetleri yaşasak ve de ne kadar yazarsak yazalım, tedavi olmayacak yaralar yaşandı. Kolayca geçmesi mümkün olmayan etkiler ve de tepkilerden söz ediyorum.
Bireysel gibi görünen bu denenmiş ve yaşanmış olan ile helalleşmek-yüzleşmek (bir eski dilde ikincisi yeni dilde), bir vicdani muhasebe yürütmek, “Tek tek kişilerin altından kalkacağı bir yük değildir”. Ancak ortaklaştırabilirsek, telafi edemesek de iç dünyamızı tökezleyen (Almanya’daki tökez taşlarından esinlendim) geçmişin negatif enerjisini bir nebze de olsa, bertaraf edebiliriz. Konularını işlemek için, edebiyatın imkanları ile yazma sürecini, yazma sürecinde o dönemin kazanımlarını ve kaybettirdiklerini tartma ve olup bitenden sonuçlar ve dersler çıkarmak istedim. Öncelikle kızım ve kardeşlerim için artı beni yazılarımdan tanıyan çevrelerdeki otuz yaş altı gençler için yani, bizden sonra da kalacak ve de mesajımızı daha sonrakilere bırakacaklara...
Kimdir bu ejderhalar ve çocuklar?
Tüm toplumsal ve bireysel trajedilerde belirleyici olan ejderhalardır. Bu Mezopotamya halkları dilinde haramiler, Kafkas halkları söylence kültürü dilinde ‘divi’ler olarak isimlendirilir. Bu bir dünya sistemidir. Çocuklar ise, bu acımasız sistemin mağdurları… Çocuklar ve yüreği çocuk kalanlardır. Hikayemdeki çocuklar daha çok sisteme direnen devrimci gençliktir.
"ERK-CİNSİNE GELECEĞİMİZİ EMANET EDECEK DURUMDA DEĞİLİZ"
‘78 kuşağının kadın devrimcilerinin hikayelerini pek bilmiyoruz. Siz o döneme nasıl tanıklık ettiniz?
Tanıklık, “mağduriyet” edebiyatı tarif edilip anlaşılamaz, anlatılamaz da. Bese’nin hikayesinde kayda almak istediğim, öncelikle tanıklığın en olağan haliydi. Henüz tam şekillenmemiş yanı politikleşmemiş, yeni yetme iki Karadenizli liselinin yaşadığı inanılmaz çarpıcı bir olay üzerinden, o döneme dair izlenimlerimi ve ödediğim kişisel bedeli edebiyat dili ile aktarmak, kayda almak istedim.
12 Eylül’e ben çocuk yaşta 16.5 yaşımda tanık oldum.1976-1980 yıllarıydı. Devrimci gençliğe sempati duymaya başlamam çok tesadüfi ve öfke nöbeti sonucu oluşan bir şey olmadığına vurgu yapmalıyım. O sırada beni çok yaralayan ve “ausgang” yani arayış içine çeken bir konum vardı: Lazlardaki geleneksel beşik kertmesi denilen zorunlu akraba evliliği dayatmasını yaşıyordum, bizim aşiret gibi yaşayan, sülale içinde. Bu “kurbanlık” ve “mağduriyetten” yola çıkarak, bir “çözüm girişimi” yolu ararken, Türkçedeki kırsal edebiyatı ve Marksist sol literatürü okumaya yöneldim. Birilerinin yerine okumak gibi bir şey kulağıma fısıldanmış gibi.
Devrimci gençliğin; feodaliteye karşı yapılanması, benim için bir umut kaynağı ve hayat okulunda direnç oldu. Derin bir ruhsal bunalımın eşiğinden son anda döndüm diyebilirim ve yaşıtım olan diğer solcu genç kadınlar ile kendi sorunlarımı konuşup; makul alternatifler aradım. Rol modelim olacak genç kadınlara karşı çok seçici olduğumu söyleyemem. Artık hayat mektebinde payıma ne düştüyse. Bese’nin hikayesi bunlardan sadece biri. Toplumsal ve kişisel sorunlarda çıkış yolu aramak, her dönemin koşullarına göre şekillenir. Hikayedeki C’eme’nin temsil ettiği kesim yani.
Anlatıcı yazar, kitapta sadece yaşanılanı kayda almayı değil, bugünden bakıp da o dönemin tanıklığını ifade ederken, kimi “insan hakları ihlallerini” sorgulayıp, gelecek tohumunun nüvelerini bugünden oluşturmak için de, bir “öz eleştiri” yöntemi geliştirmek için bir adım oldu. O dönemi konuşurken ve yazarken, kadın devrimcilerin yaşadıklarını daha çok kayda almalıyız, o günlerden dersler çıkararak yarına dair vizyonumuzu geliştirmeliyiz. Çocukken beş sene sonra olacağına inandığım devrim gemisi menzile ulaşacak ise, bu en iyimser tahminime göre, yüzde 70 kadın katılımı ile olacaktır. Sol yelpazede bile erk-cinsine geleceğimizi emanet edecek durumda değiliz.
Peki kadın devrimciler nasıl bir 12 Eylül yaşadı?
’78 kuşağında yoğun bir kadın katılımı vardı: Bir yandan “yarı-feodal” aile yapısına direnen, zamanla bir sülale ve aşiret geleneğini çözmeye çalışan; diğer yanda emek mücadelesinde direnişçiler ile saf tutan, militan kadın profili; bizim kuşağın vazgeçilmez bileşeni idi. Ancak, kadın yalnız değildi bu süreçte. Her ne kadar ülkede kadın özgürleşmesi ve kadın mücadelesi, toplumun sol yelpazesinden yükselse de, kadın olmaktan dolayı yaşanan “insan hakları ihlalleri” bunun da ötesinde kadın olmaktan doğan siyasi mağduriyet gibi olaylar da yaşandı, katmerleşerek yaşanmaya devam ediliyor.
Devrimci gençlik, eril bir hareket değildi kuşkusuz; ancak eş-başkanlık sistemini bilmeyen, “feminizm” kavramından nem kapan, kadın özgürleşmesini devrimden sonraya erteleyen, 8 Mart da çoğunlukla erkek yoldaşların konuştuğu bir dönemde idi henüz. Kırk yılda ne kadar yol katledildi, pratikte nasıl bir “devrimci yaşam” hayatta karşılığını buluyor, pek bilmiyorum. Memleket gündemini “dışarıdan” izlemek durumunda kaldım. Artık yaş da yetmişe dayandı, “Hariçten gazel okuma” gibi bir duruma düşmemek için yaşadığım Kıta-Avrupası’ndan dünyaya bakar ve bana yüklenen toplumsal hafızanın kayda alınmasına suya yol açar gibi, kurşun kalemi elde, yaşar oldum. Halk kadın direnişçileri, daha çok cezaevi kapılarında algıladı, yakınlarını ziyaret ettiklerinde yaşadıkları ile hatırladı. Aslında, 12 Eylül sürecinde kadın devrimcilerin oranı, azımsanmayacak kadar çoktu. Bugün ülkede dinamik ve özerk bir kadın hareketi yükseldi ise, bu meyve kökleri, söz konusu döneme kadar uzanıyor.
"BEN KENDİ İÇ HESAPLAŞMAMI ANCAK 40 YIL SONRA YAPABİLDİM"
“Yüzleşmek özgürleştirir” bölümüyle sona eriyor kitap. Romanınız okuru nasıl bir yüzleşmeye davet ediyor?
Travmatik toplumsal olaylarda olsun, kişisel trajedilerde olsun olup biten ile yüzleşmek, kişi olarak tutumunu yeniden belirlemek çok önemlidir. Bizi sarsan, derinden etkileyen yaraların tedavisi ve olay sonrası yaşama tutunmak için, empati ve yüzleşme hayati önemdedir. Genelde bu içsel hesaplaşmalar sıcağı sıcağına yapılmalı. Ancak bu her zaman mümkün olmayabilir. Ben kendi iç hesaplaşmamı ancak 40 yıl sonra yapabildim.
Bazı yaraların üstünün kapanması ve derin travmatik izlere rağmen yaşama devam edilmesi önerilir. Bazen de tam tersini yapıp sürekli kanayan bir yaranın iltihabını akıtacak ve daha sağlıklı bir döneme geçmek için risk almak gerekiyor. Sanırım ben bu kitap ile risk alma noktasına gecikmeli de olsa gelmiş oldum. Yüzleşmek (eski dilde helalleşmek) gerçekten özgürleştiren bir eylemdir. Özgürleştiren ve geliştiren.