29 Haziran 2022 11:07

Bedenin külleri

Ölülerin yakılmasına izin vermeyen devlet geleneği, 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta 33 canın yakılmasına seyirci kalarak adeta yol vermiştir.

Sivas'ta, 2 Temmuz 1993'te Madımak Oteli'nin yakılması sonucu yaşamlarını yitirenler, katliamın 14. yıldönümünde anıldı. | Fotoğraf: İsa Sansar/AA

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

Tarihte, ölü insan bedeninin ortadan kaldırılmasında en yaygın yöntem olan toprağa gömme ile birlikte, cesedin yakılarak küllerin gömülmesi de önemli bir ölüm ritüeli olmuştur. Bu geleneğin tarih öncesi on bin yıla kadar uzandığı ve mitolojide de önemli bir öyküye konu olduğu bilinmektedir. Homeros'un İlyada'sında, Troya Savaşı’nda Paris tarafından sol topuğundan vurularak öldürülen Aşil ve en sevdiği arkadaşı Patroklos’un ölü bedenlerinin yakıldıktan sonra, küllerinin aynı kapta karıştırılarak gömülmesi onların güçlü dostluklarına duyulan saygının da bir göstergesi olmuştur. Nazım Hikmet’in, eşi Piraye’nin mektubundan esinlenerek cezaevindeyken yazdığı şiirde de bu mitolojik eylemin bir aşk oyununa dönüşmesi dile getirilmektedir:

“Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
             içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
              ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun:
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
               senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar..”

Ölü yakma ya da yaygın adıyla “kremasyon” yoluyla beden, toprağa gömülmekten çok daha hızlı bir şekilde, yüksek ısıda birkaç saat içinde yok olurken, mumyalama ise tam tersine bedenin korunduğu bir ölüm ritüelidir.

Eski Yunan ve Roma dönemlerinde Anadolu’da da yaygın olan kremasyon uygulaması semavi dinlerin etkisinin başlamasına kadar sürmüştür. Sonrasında kremasyon hem Hıristiyan hem de İslam dünyasında kabul edilmemiş ve yeniden, toprağa gömme ritüeline dönülmüştür. Hıristiyanlıkta bedenin yeniden dirileceğine olan inanç ve Mesih'in toprağa verilmiş olması örnek alınarak, kremasyon yerine gömülme benimsenmiştir. Hatta antropologlar, Avrupa’da Hıristiyanlığın yayılışını, mezarlıkların ortaya çıkışı ile izleyebilmektedir. İronik olarak, ölülerin yakılmasına din dışı deyip izin vermeyen kilise, orta çağ boyunca engizisyon mahkemesi karalarıyla en az 50 bin kadını cadılık suçlamasıyla diri diri yakmakta bir sakınca görmemiştir.  

Yüzyıllar sonra, 1963’te Vatikan yayınladığı bir talimname ile ölü yakılmasına izin vermiş ancak küllerin mezarlık veya kilise dışında saklanmasını uygun görmemiştir. Bu konuda en özgürlükçü olan Protestanlar kremasyonu benimsemişken, Ortodokslar’da kremasyon yasağı halen devam etmektedir. Yahudilikte ise cesede itina göstermek, ölenin ruhunun kaderi açısından çok önemli sayıldığından kremasyon asla uygulanmamıştır. Tam tersine, ölüyü gömmek bir sadakat ve şefkat davranışı olarak görülmüştür. Üstelik, İkinci Dünya Savaşı’nın en kötü anısı olarak krematoryumlardaki Yahudi soykırımı, kremasyona olan reddiye ve hassasiyeti daha da artırmıştır. Hatta Hitler’in ölüsünün de yakıldığı yolundaki söylemler, “Hitler ile aynı yöntemle gömülmemek” düşüncesiyle, kremasyona olan karşıtlığı daha da güçlendirmiştir.

Özellikle Uzakdoğu dinlerinde kremasyon önemli bir cenaze ritüeli olmasına ve Katolizm ile Protestanlık inancı tarafından da uygun bulunmasına karşın, sanki bir “ateizm uygulaması” gibi algılanması, kremasyona itirazın en temel nedeni olarak görülmektedir.

Osmanlılar’ın son dönemlerinde İstanbul'da Anadolu Kavağı’nda ölülerin yakılması için "Tahaffuzhane" denilen bir tesis açılıp çalıştırılmış ancak Cumhuriyet döneminde kapatılmıştır. 1930 yılında kabul edilen ve sağlık alanındaki temel yasalardan biri olan Genel Sağlığın Korunması Yasası (= Umumi Hıfzıssıhha Kanunu) isteyenlere kremasyon yapılmasına izin vermiştir. Yasaya göre ölümden önce kişinin kremasyon istemesi, ölümün doğal nedenlerle (örneğin zehirlenme, cinayet vs olmadan) gerçekleşmesi ve üç kişinin tanıklığı ile birlikte kremasyon yapılabilecektir. Atatürk’ün desteğiyle 1931 de İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığı’nda Türkiye’nin ilk kremasyon ünitesi kurulmuş ancak o dönem hiçbir başvuru olmamıştır. Bunun üzerine, “Ölüleri Yakma Cemiyeti” adıyla bir dernek kurulmuş ve gazetelere ilanlar verilerek “müşteri” aranmıştır. Fakat kurum 5 yıl boyunca tabiri caizse “siftah bile yapamamış” ve atıl vaziyette kalmıştır. Bir süre sonra da dini adet ve geleneklerle bağdaşmadığı öne sürülerek ülkenin ilk ve son krematoryumunun kapısına kilit vurulmuş ve 1950’lerden itibaren de devletin kremasyon karşıtı bir politika benimsemesiyle konu büyük ölçüde kapanmıştır.

Yıllar sonra 1970’lerin ortalarında, halktan gelen taleplerle, Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay yeniden bir girişimde bulunsa da dönemin devlet bürokrasisinin direnci nedeniyle girişim başarılı olamamıştır. Krematoryum açılması için öncelikle Sağlık Bakanlığı’nın onayı gerekmektedir, ancak yasal alt yapı olmasına rağmen, “devlet aklı” halen de sürdürdüğü tutumuyla ölülerin yakılmasını uygun görmemiştir. Zira, ateizmle kremasyon arasında sıkı bir ilişki olduğu algısı ve ateizme hizmet etme endişesi kremasyon karşıtlığında belirleyici olmaktadır. Öte yandan halkın belli bir kesimi açısından, öldükten sonra öbür dünyaya bedensel bütünlükle gidebilmek için organ bağışından bile kaçınılırken, yanıp kül olmak da neyin nesidir? Yakılmak, zaten günahkarlar için cehennemde verilecek cezadır.

2000’li yıllardan itibaren İstanbul ve Antalya başta olmak üzere belli kentlerden hem kremasyon talepleri hem de krematoryum açma başvuruları olmuş fakat hiçbiri kabul edilmemiştir. Örneğin opera sanatçımız Leyla Gencer’in kremasyon vasiyeti, 2008’de ölümü üzerine İtalya’da gerçekleşmiş ve külleri ülkeye getirilerek İstanbul Boğaz’ına serpilmiştir. Ancak kremasyonu isteyen ve 2012 de kaybettiğimiz ne Meral Okay ne de 2019’da vefat eden Yıldız Kenter’in bu insani ve son istekleri yerine getirilmemiş, mezarlıkta toprağa verilmişlerdir. İnsanın kendisi ile bedeni arasına giren devlet aklı, arka planda dinsel saikler olan bir tutumla işi yokuşa sürüp, kremasyona izin vermemektedir.

Ölülerin yakılmasına izin vermeyen devlet geleneği, 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta 33 canın yakılmasına seyirci kalarak adeta yol vermiştir. Orta çağdaki mekanizma yüzyıllar sonra tekrarlanmış ve “ölüler değil, diriler yakılmıştır.” 

Yazının hazırlanmasında aşağıdaki kaynaklardan yararlanılmıştır.

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI