06 Temmuz 2022 10:43

Bedo - Hamido sarkacında çocukluk

Bedo, çocukluğumun eğlencesi, aydınlık yüzü, neşesi ve hoşgörüsü iken, Hamido cinayeti ve sonrasında yaşanan saldırılar, cinayetler, yağmalama ve karanlık bir dönemi temsil etmekteydi.

Fotoğraf: Pixabay

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

Çocukluk, insan ruhunda bir parmak izi gibidir. Herkes için özgün ve biricik olan bu parmak izi, kişi erişkin olsa da silinmez ve varlığımızın bir parçası olarak kalmaya devam eder. O nedenle iyi yaşanmış bir çocukluktan, daha değerli şey ne olabilir? Yazar Yunus Baysal ya da takma adıyla Yuja Dab: "Bir gün çok zengin olursam, çocukluk satın alacağım. Büyüklük sizde kalsın." demiştir. Oysa Cahit Sıtkı Tarancı yıllar önce bunu yapmıştır:

 “Affan Dede'ye para saydım, 
Sattı bana çocukluğumu. 
Artık ne yaşım var, ne adım; 
Bilmiyorum kim olduğumu. 
Hiçbir şey sorulmasın benden; 
Haberim yok olan bitenden.”

Kimdir bu Affan Dede? 1900’lerde İstanbul Selimiye’de yaşamış bir Mevlevi dervişi ve aynı zamanda bir oyuncakçı. Affan Dede, dinen caiz görmediği için insan suretinde oyuncak yapmamış, evinin altındaki küçük dükkanında imal ettiği belli sayıda düdük, kaynana zırıltısı, kumbara, beşik, ahşap hayvan gibi oyuncaklar satmaktadır. Cahit Sıtkı buradan aldığı bir oyuncakla çocukluğuna dönüp bizleri o masalımsı aleme götürür. Öyle ya, çocukken dünya rengârenk, hayaller büyük, mevsimler güzel, ilişkiler samimi, kırgınlıklar geçici ve her şey oyundur.

Lojman çocukları olarak müdürlüğün sinemasında her hafta iki film izlemek ve bu filmleri aramızda rol paylaşımıyla çimenlerin üzerinde yeniden oynamak, ülkedeki ortalama çocukların neredeyse ulaşamayacağı bir şanstı. Özellikle “Battal Gazi”, “Kara Murat” ve “Tarkan” filmlerinin dövüş sahnelerindeki Cüneyt Arkın’ın performansına yetişmek için, çok çaba harcamak gerekirdi. O hafta lojmanlarda ilk kez bir düğün oluyordu ve bir haber yayılmıştı: “Bu akşam düğüne Bedo gelecek!” O da kim? “Oğlum, ünlü bir türkücü, plakları var, memlekette tanımayan yok, çok meşhur biri” İlk kez ünlü birini, sinema perdesinde değil de canlı canlı görecektik. Kendime söz verdim, sırtına veya koluna bir kez olsun dokunacaktım, elini uzatırsa öpecektim. Bedo nasıl biri? Türküleri, kıyafeti, normal zamandaki konuşması? “Anne, yeni gömleğimi giyineceğim, Bedo geliyormuş!” Akşam üzeri herkes karşılamaya hazır, derken iki uzun Şavrole otomobille geldiler, kalabalık, araçlara doğru yöneldiğinde araçtan inenler “Çekilin, yol açın!” diyerek insanları fazla yaklaştırmadı. Aaa o da ne? Bir tekerlekli sandalye, arabanın arka kapısına yanaştırılıp içerden ufak tefek bir adam kucaklanarak, sandalyeye oturtuldu? Meğer yürüyemiyormuş “Topal Bedo!” Gelenler içeri alındı ve yemek yedirildi, rakı, kavun, peynir içeri taşınıyordu. “Bedo, içmeden çalıp söylemezmiş!”

Derken, yana taralı siyah saçları, Ayhan Işık bıyığı, derin ve sevecen bakışları ile sahnede yerini alıp, cümbüşün teline vurmaya başlayan ve o inanılmaz sesiyle bülbül gibi şakıyan Bedo, kalabalığın ruh halini bir anda değiştirdi. Herkes coşkuyla, oyunla, halayla Bedo’ya eşlik ediyordu. Malatyalı Bedri Karahan namı diğer Bedo, bizi gerçeküstü bir atmosfere sokmuş, adeta bir filimin içine almıştı. Kalabalığı biraz açarak yanına yaklaştım, türkü söylerken gözlerime bakıp gülümsedi, cümbüş çalan koluna dokunabildim! Halkın nabzını çok iyi tutuyordu. Keyifler zirvedeydi, herkes birbirine bakarak, kadeh kaldırarak türküler söylüyor yerinde duramıyordu: Gidenin üçü güzel, Ah Kerneğin yolları, Gitme Sema, Mavi Murat gidiyor ve daha nice türküler…. Mutluluk, hüzün, ayrılık, kavuşma, sevgi, hatta hafiften erotizm bile vardı. Bir gün sonra Bedo’nun o türküsünü, utanarak ve o sözcüğü biraz kısık sesle söyleyerek bizim Bedo taklitlerimiz başlamıştı bile:

“Dam üstünde un eler, tombul tombul …….Zalım oy gelin, zalım, zalım, zalım”Bu türküyü söylediğimizi duyan büyüklerden, azar işitmek garantiydi: “Sus, terbiyesiz! Neler öğrenmişler!”

Sonrasında, birkaç kez daha Bedo’nun müthiş performansını hayranlıkla izleme şansım olmuştu. O yıllardaki yaz tatilleri çocuklar için tarlada, bahçede veya bir işyerinde çalışmak demekti. Önceden babamın memuriyet dışında yaptığı ekstra işlerde bulunmuş, yardım edip harçlık almıştım ama artık ortaokul çağındayım ve kendi başıma çalışacaktım. Eş dost yardımıyla yerel bir gazetenin matbaasında çırak olarak çalışmaya başladım. Matbaada birkaç sayfalık iki gazete basılıyordu: “Gayret” ve “Görüş” gazeteleri. Lütfü Usta ile birlikte çalışacaktım, uzun bir ağızlığı ile sıkça sigara içen, devrimci pos bıyıklı, her daim sakal traşlı, eğitimli, zarif bir adamdı. Matbaa bir pasajın içinde ve zeminin bir kat altındaydı. Büyük geniş bölümünde 5-6 kişi çalışırken, bizim bölüm oldukça dar ve kocaman bir dizgi makinası vardı: “Bak evladım bu makinanın adı, entertip!” Bir anda Selda’nın seslendirdiği Enver Gökçe’nin şiirinden mısralar geldi dilimin ucuna:

“Sizlere selam olsun
Hürriyeti yazan eller, dizen eller
Sizlere selam olsun makineler
Entertipler, rotatifler, bobinler”

O çocuk ellerimle hürriyeti yazan, dizen olmak, Enver Gökçe’den, Selda’dan selam almak… Gururla koltuklarım kabardı… Entertipte harf harf yazılan metinler, körler alfabesi gibi, kabarık kurşun levhalara dönüştürülerek, rotatif baskı makinasında mürekkep ve kağıtla buluşturulup gazete ortaya çıkıyordu. Görevim entertipin yanan haznesine sürekli olarak küçük kurşun blokları atmaktı, usta çalıştığı sürece erimiş kurşun hep hazır olmalıydı. Çalıştığımız oda loş bir karanlığıyla, dar ve havasızdı. Kentin yerel şivesine alışkın iken, ustanın İstanbul lehçesi ile televizyondakiler gibi konuşması, bende saygı uyandırıyordu: “Bak evladım, burada kurşun eriyince zehirli duman çıkar, o nedenle fanı çalıştırmak, sık sık dışarı çıkıp hava almak ve yoğurt yemek sağlığımız açısından oldukça faydalı.” “Tamadır, Lütfü Abi” 

İş olmadığı zamanlarda gazetede tefrika halinde yayınlanan kitapları okumak, haftalık televizyon program akışını öğrenmek keyif verirdi. Özellikle televizyon programlarını birkaç gün önceden arkadaşlarıma söyleyip, onları şaşırtmak çok hoşuma giderdi.

O yaz tatili, yorgunluklarım, kurşun dumanına maruz kalmam, öğlen annemin hazırladığı ekmek arası bir şeyler yemem yanında, kitaplar okumak, haber metninin yazılışını izlemek, gazete basımını öğrenmek ve bilumum matbaa işlerini yapmakla geçmişti. Hatta bu deneyim çevreme, hangi olay, nasıl haberleştirilebilir gözüyle bakmama da yol açıyordu; önce büyük punto başlık, sonra küçük açıklayıcı bir metin ve sonra da haber. Tatil bitip okul başlamış olsa da aklımın bir köşesinde hep gazeteye ve haberciliğe dair bir özlem, bir ilgi vardı.

Birkaç gündür ağrıyan dişim o gece sabaha kadar uyutmamış, yüzümün sol yanı şişmişti. Babam, “Devlet Hastanesi’ne gitsek iyi olur ama, dün akşam Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nu -namı diğer Hamido- Ankara’dan gönderilen bombalı paketle öldürmüşler, şehrin içi çok karışıkmış” Bir süre şaşkınlıktan sonra “Tam da büyük bir gazetecilik olayı, birinci sayfa haberi olur” “Oğlum, zaten gazeteciler haber yapmıştır.” “Tüh keşke gazete basılırken ben de orada olsaydım.” Gerçekten de Görüş gazetesi ilk sayfadan vermişti: “Hamido Katledildi! Bomba ile başkanın gelini ve iki torunu da can verdi.” 

Annem endişeli: “Olaylar devam ediyormuş, keşke gitmeseniz” “Hastaneye gidiyoruz, bize kim ne diyecek?” Lojmanın servisi ile kente yaklaşırken uzaktan siyah dumanlar görülebiliyordu. Komşumuz olan şoför, Devlet Hastanesi’ne kadar getirdi: “Fazla geç kalmayın, işinizi bitirip hemen durağa gelin, bugün beklemeyiz.” Ambulanslar ve sivil araçlarla hastaneye sürekli yaralıların taşındığını görebiliyorduk, hemen diş polikliniğine gidip muayene olduk. 10 gün boyunca sabah akşam Ampisilin iğnesi! “Oğlum korkma, ben evde şırıngayı kaynatır iğneleri yaparım!” Babamın elinden tutup durağımıza giderken, griye çalan bir hava, bütün dükkanlar kapalı, şehirde korkutucu büyük bir uğultu, tekbir sesleri ve sloganlar…

Bir anda yürüdüğümüz caddede karşımızdan gelen ve dükkanlara saldıran yüzlerce saldırganın ortasında kaldık. Dükkanların kapıları, camları öfkeyle kırılıp içerdeki eşyalar yağmalanıyor, yakılıyordu. Uzun cadde boyunca sağlı sollu dükkanlar yanıyordu. Babam çaresizce sırtını duvara dayamış dehşeti görmemem için başımı bedenine yaslayarak: “Korkma, birazdan bir yol açılır gideriz.” Gerçek üstü bir atmosfer, sanki bir korku filmine girmiş gibiyiz, yanan dükkanlar, siyah dumanlar, gözü dönmüş saldırganlar, “Hepsini yakın, Komünistlerin, Alevilerin bir tek dükkanını bırakmayın!” diyen elebaşılar, her gördüklerine kimlik sorup sorguya çekenler, saldıranlar… Aklımda kalan tekerleme gibi bir slogan, “TİP, TİP, tipsizler; Allahsız komünistler!” Saldırgan güruhun basıncı ve iteklemesiyle beş yüz metre kadar geriye geldik, hatta bir ara babamdan koptuğumda dehşete kapıldım, insan seli bir kalabalığın arasında kalan babam bağırıyor “Çocuk var, eziliyoruz, yapmayın Allah aşkına!” Neyse ki babam kargaşadan bir fırsat bulup, beni çekerek bir ara sokağa sapınca gruptan ayrılabildik ve doğruca servise yetiştik. “Baba, az kalsın biz haber olacaktık!”

Bilanço ağırdı 8 ölü, 30’u aşkın yaralı ve 1000’den fazla işyerinin yakılması. Hamido’dan sonra görevi devralan ve aynı siyasal görüşteki Naci Şavata bile cinayetin sorumlusunun solcular değil, “Kontrgerilla” olduğunu söylemişti.

Bedo, çocukluğumun eğlencesi, aydınlık yüzü, neşesi ve hoşgörüsü iken, Hamido cinayeti ve sonrasında yaşanan saldırılar, cinayetler, yağmalama ve yok etme zihniyeti ile karanlık bir dönemi temsil etmekteydi. Çocukluğumun Bedo yanı, tam bir çocukluk hatırası olarak geçmişte kalmışken, Hamido yanı kronik bir hastalık gibi hep yanımda oldu, benimle büyüdü, palazlandı ve bugün de yaşamı dar etmeye devam ediyor.

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI