Emperyalizmin tarihinde bir kirli sayfa daha
Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta İngiliz askerlerinin Afganistan'da işledikleri savaş suçları, Almanya'da eğitim sisteminin durumu ve Fransa'da aşırı sağın normalleşmesi tartışmaları var.
Görsel: ErikaWittlieb/Pixabay
İngiltere’de savaş karşıtı kampanya yürüten “Stop the War/Savaşı Durdur” Koalisyonundan Lindsey German, Batılı koalisyon güçlerinin Afganistan’da yürüttüğü savaş sırasında İngiliz SAS askerlerinin başvurduğu savaş suçu niteliğindeki uygulamalarını BBC’nin “SAS Ölüm Mangaları İfşa Oluyor: Britanya’nın Savaş Suçu mu?” başlığıyla sergileyen Panorama programındaki ifşaları ele alıyor ve bunun İngiliz emperyalizminin suçlarına sadece bir örnek olduğunu söylüyor.
Almanya’da birçok eyalette okullar yaz tatiline girdi. Tatil öncesi Alman Eğitim ve Bilim Sendikası bir konferans düzenleyerek eğitim sisteminin eleyici ve sınıf tahakkümünü yeniden üretir yapıda olduğunu vurguladı.
Fransa’da meclis seçimlerinde Marine Le Pen’in ırkçı partisi önemli bir atılım yaptı. Milletvekili sayısını on kat artıran Rassemblement National (Ulusal Birlik/RN) 89 milletvekili ile parlamentoda ana muhalefet oldu. Artık iyice kurumsallaşmış aşırı sağın bu atılımı, RN’nin merkez sağ ve Macroncular tarafından normalleştirildiği uzun bir sürecin ardından bugüne geldi.
AFGANİSTAN’DA İNGİLİZ SAS ASKERLERİNİN ‘VUR-ÖLDÜR’ UYGULAMASI: EMPERYALİST TARİHİN KİRLİ SAYFASI
Lindsey GERMAN
Counterfire
Afganistan savaşı genellikle unutulan bir savaş olmuştur. İşgalci güçlerin batağa saplandığı, işgale ve ona bağlı Batı yanlısı hükümete karşı gelişen direnişi yenemediği bir savaş. Sözde insan hakları, kadınların özgürlüğü ve kız çocuklarının eğitimi için yapılan bir savaş. Gerçekte ise emperyalizmin bölgedeki tarihinin kirli bir sayfası.
BBC’nin Panorama belgeseli bu savaşın bir yönünü ortaya koyarak çok etkili bir iş yapıyor. Belgeselde, soğukkanlılıkla öldürülen Afgan erkeklerin infazına karışan Avustralya ve İngiliz askerlerinin hikayesi anlatılıyor. Suçun büyük bir kısmı, genellikle kurbanlar teslim olduktan sonra gerçekleşen vahşi cinayetlerden sorumlu olan 60 kişilik bir SAS ekibine yöneltiliyor. Ekibin iddiası, operasyon düzenlenen kişilerin, evdeki bir eşyanın arkasından el bombası ya da silah çıkararak ‘düşmanca niyet’ gösterdikleri yönündeydi.
Bu iddialar için hiçbir kanıt yoktu. Öldürülen Afganların sayısı ile ele geçirilen silah arasında orantısızlık vardı, bu sayı beklenenden çok daha azdı. Bu SAS timleri, Helmend eyaletinde 3 yıl boyunca devam eden vur-öldür görevlerindeki ölüm mangalarıydı. Bu görevler, el yapımı patlayıcı ya da yol kenarına bomba yerleştirenleri bulmak için ordunun yaptığı baskınlar sırasında gerçekleştiriliyordu. Bunlar “Öldür ya da yakala” baskınları olarak niteleniyordu ama hızla öldürme yanı ağırlıklı hale geldi.
İşin sadece bu yanı bile yeterince kötüyken, bu cinayetlerle ilgili olarak 2014 yılında başlatılan Northmoor Operasyonu soruşturması geçiştirildi ve nihayetinde 2019 yılında durduruldu. Savunma Bakanlığı suç işlendiğine dair hiçbir kanıt bulunamadığını söyledi. Belgeselde gösterilen kanıtlar göz önüne alındığında böyle bir sonuca varmak pek mümkün değil. Üst düzey SAS subayları bu baskınlardan haberdardı, soruşturmada bunlar araştırılmalıydı ama hiçbir şey olmadı. Helmend Görev Gücü’nün Komutanı Mark Carleton-Smith daha sonra İngiliz ordusunun genelkurmay başkanı oldu.
Avustralyalı eski bir askerin tanıklığı, oğullarını ve yeğenlerini kaybeden Afgan aile fertlerinin ifadeleri gibi çok güçlüydü. Savunma Bakanlığı, bu tür belgesellerin İngiliz askerlerini tehlikeye attığını iddia ederek BBC’yi suçladı ki bu tür ifşalara karşı hep böyle tepki gösteriyor zaten.
Belgeselin hataları içeriğinden ziyade bağlamında yatıyor. Bize savaşın haklı olduğu, buna karşı çıkanların terörist olduğu ve Batı’nın başarılı olacağı söylendi. Geçen yıl Afganistan’da Taliban’ın hükümetin kontrolünü yeniden ele geçirdiği sahneler, bunların ne kadar içi boş yalanlar olduğunu gösteriyor. Taliban’ın zaferinin işgalin ve destekçilerinin sevilmemesinden kaynaklandığının kabul edilmesi gerekirdi.
Ayrıca bu tür olayların sömürge ve emperyal yönetimin ayrılmaz bir parçası olduğunu da unutmamak gerekir. İrlanda’nın kuzeyinde de ’70’li ve ’80’li yıllarda vur-öldür olaylarını gördük. İngiliz birliklerinin ’50’li yıllarda Kenya’da gerçekleştirdiği vahşetin ayrıntılarını da öğreniyoruz. İngiliz imparatorluğunun korkunç tarihi kendi belgesel serisini oluşturabilir.
(Çeviren: Dış Haberler Servisi)
ALMAN EĞİTİM SİSTEMİ: ELEYİCİ VE GERİCİ
Susanne KNUTTER
Junge Welt
Sosyal eşitsizlik ve öğretmen açığı. Bunlar bugün eleştirel zihinlerin (sadece şimdi değil) Federal Almanya Cumhuriyeti’ndeki eğitim sistemini tanımlamak için muhtemelen spontane kullanacağı terimlerdir. 1 Temmuz’da Eğitim ve Bilim Sendikası GEW, Eğitimde Kalite Geliştirme Enstitüsü tarafından aynı gün yayımlanan “2021 eğitim trendi kısa raporu”na ilişkin olarak şunları söyledi: “Ailenin sosyoekonomik durumu çocukların beceri edinmesinde giderek daha önemli bir rol oynuyor.”
Okul başarısı ve yaşam perspektifleri ebeveyn evi ile yakından bağlantılı. GEW’nin basın açıklamasında sosyal eleme olarak adlandırdığı bu “Alman eğitim sisteminin Aşil topuğu”, PISA 2001 ile herkes tarafından görünür hale geldi.
Ve 20 yıl sonra sendika hâlâ şunu söylüyor: Durumu düzeltme, toplumsal yapıya bağlı eğitim şansından kopma yerine durum daha da kötüye gidiyor. Marksistler bunu rekabetçi toplumun ifadesi olarak tanımlarlardı. GEW, “genel bir eğilim”den söz ediyor ve “öğretmen açığına” karşı tutarlı eylem çağrısında bulunuyor.
Sendika ayrıca federal hükümetin korona sonrası sözde telafi programını da eleştiriyor. Fonlar, “dezavantajlı çocuklar ve gençlere” yani en çok ihtiyaç duyulan yerlere ulaşmıyor. Ocak ayında GEW Yönetim Kurulu Üyesi ve Okul Uzmanı Anja Bensinger-Stolze, “Planlanan 500 milyon avroluk yeni bir uygulama” olmadan önce “Paranın doğrudan etkili olduğu yere gitmesini” sağlayan bir dağıtım sistemine ihtiyaç olduğunu vurguladı. 1 Temmuz’da Leipzig’de yapılan GEW sendika konferansında sık sık bu konuşmadan alıntılanan bir slogan vardı: “Eşit olmayan şeylere eşitsiz davranılmalıdır.”
Bir başka kötü şaka da yeni hükümetin koalisyon anlaşmasında “zor durumdaki 4 bin okul” için bir “Fırsat yaratma programı” vadetmesi ve “Okul sosyal hizmetini tutturmak” için “4 bin okulu daha” bu programa kabul etmesi. Çünkü ülke çapında 32 binden fazla okul var. Bütçede bunun için uygun kaynakları sağlamamak sadece bir şaka.
Bunlar, politika yapıcıların eğitim sistemindeki sosyal eşitsizliği azaltma konusunda ne kadar ciddi(!) olduklarının mevcut küçük göstergeleridir: Yani pek de değil. Bunun birçok örneği var: Örneğin, Brandenburg’daki kreş reformu ebeveynlerin bakış açısından gerekliydi, ancak mali nedenlerle durduruldu. Şu anda sözde kararlaştırılan uzun süredir gecikmiş öğrenci kredisi reformu, yoksul öğrencilere yönelik ciddi desteğin ikincil öneme sahip olduğunu da açıkça ortaya koyuyor.
Ancak yerel eğitim sistemini tanımlarken kesinlikle başka bir şey de önemli: Aktarılan içerik ve yöntemler çoğunlukla gerici. Bütün (burjuva) devletlerde eğitim sisteminin görevi var olan iktidar ilişkilerini güçlendirmektir. Bu ülkede de bu yanlış bilgi sağlama ile el ele gidiyor. Kısacası Almanya’daki eğitim sistemi elemeci, sınıflı toplumu ve egemen sınıfın tahakkümünü güçlendirici mahiyettedir.
(Çeviren: Semra Çelik)
AŞIRI SAĞIN NORMALLEŞMESİ VE KURUMSALLAŞMASI
La Forge
Başyazı
Ulusal Birlik (Rassemblement National/Marine Le Pen’in partisi), 89 milletvekiliyle Ulusal Meclise etkileyici bir giriş yaptı. Bu sonuç ne kadar önemli olsa da çok yüksek olan oy kullanmama oranına (yüzde 53.77) bağlantılı olarak değerlendirilmelidir. Yine de bu atılım, parlamentoda bir grup oluşturmasını ve (Mélenchon’un partisi) LFI’nin (75 milletvekili) de önüne geçen, en güçlü muhalefet grubu olarak görülmesini sağlamıştır. Önemli bir parlamento grubuna sahip olması bu partiye (Ulusal Meclis kurallarına göre) haklar ve araçlar sağlıyor: Personel, ofisler, toplantı odaları, önemli bir mali bağış ve kamuya açık komisyonlarda tartışmaları hazırlayan Ulusal Meclis komitelerinde görevler.
Şunu da eklemek gerekir ki, Grup Başkanı Marine Le Pen, toplantıları durdurma ve açık oylama talep etme hakkına sahiptir. RN parlamenterleri ayrıca yasa tasarılarını meclis tartışmalarının gündemine getirme imkanına da sahip olacaklar. Marine Le Pen, bir gazeteciye, sunacakları ilk metnin İslamcılıkla mücadele için bir yasa tasarısı olacağını söylemişti.
Grup başkanlarının konuşması sırasında Marine Le Pen, grubunun “yapıcı bir muhalefet” olmak istediğini tekrarladı. Bu durum onun en sevdiği temaları işlemesini engellemedi: Ülkede “Yerleşik hale gelen şiddet”, “göç batağı” (...) Ve söz LFI Grubunun Başkanı Mathilde Panot’ya verildiğinde grubun üyeleri salonu terk etti.
Le Pen konuşmasını “Fransa’yı yeniden düzene sokmanın zamanı geldi” diyerek bitirdi! Bu konuşma, (diğer ırkçı) aday Zemmour’un zamanında geliştirdiği bazı temalardan uzak değildir. Bu da Le Pen’in yıllardır yürüttüğü “Normalleştirme” ve “Saygınlaştırma” girişiminin sınırlarını göstermektedir. Ancak RN grubunun sayısal önemini, Macroncuların aşırı sağın normalleşmesine yönelik oynadığı önemli rolü hesaba katmadan açıklayamayız.
Zemmour’un medyalarda sürekli öne sürülmesi RN’yi daha ılımlı ve dolayısıyla daha kabul edilebilir bir parti gibi göstermedeki rolünü daha önce gazetemizde açıklama fırsatı bulduğumuzu hatırlatalım. Daha sonra LR (sağ) ve LREM’in (Macroncular) parlamento seçimlerinde NUPES (sol ittifakı) adaylarıyla karşı karşıya geldiklerinde RN adaylarını desteklemek için oy kullanmaları söz konusu olmuştur.
Macron’un başkanlık kampanyasında Marine Le Pen’i favori rakibi olarak kullanması gibi, bugün milletvekilleri ve destekçileri de rakiplerini etkisiz hale getirmek ve kimin ‘cumhuriyetçi’ olup olmadığına karar vererek RN grubunu kullanıyorlar.
RN’ye sunulan parlamento platformu kesinlikle iyi bir şey değildir ve sıkıntı yaratma kapasitesi güçlendirilmiştir. Artık bu parti sağın ve çoğunluğun parlamenterleri tarafından desteklendiğine göre, ana akım medya temsilcilerine daha fazla ses verecek ve böylece iğrenç konuşmalarını daha fazla aktaracaktır. Grubun üyeleri, saygınlık ve tepkilerini kontrol etme, “ciddi ve sorumlu” bir grup imajı verme konusunda bilgilendirilmiş olsalar da demagojik, gerici ve popülist çizgilerini değiştirmediler.
Onların işçi sınıfının ve halkımızın çıkarlarına aykırı fikirleriyle mücadele etmekten vazgeçmeyeceğiz. Ancak RN’ye karşı mücadele, oligarşinin hizmetindeki hükümetin gerici politikalarına karşı mücadeleden ayrı tutulamaz.
Bu mücadeleyi Macron’un politikalarına karşı işçi sınıfı ve halk direnişini geliştirmek için çalışarak; işçi sınıfı sendikal örgütlenmesini sınıf mücadelesi çizgisinde güçlendirerek; işçi sınıfı ve halk kitleleri lehine değişiklikler getirecek olanın parlamenter mücadele değil, emperyalist kapitalist sistemi devirme mücadelesi olduğunun bilincinde olanları saflarımızda örgütleyerek yürütüyoruz.
(Çeviren: Diyar Çomak)