18 Temmuz 2022 03:53

"Dulhane’deki kadınlar kendi savaşlarının mültecileri"

Yazar Duygu Özsüphandağ Yayman, yeni romanı Dulhane'yi anlattı.

Fotoğraf: Kişisel arşiv

Paylaş

Handan GÖKÇEK

Yazar Duygu Özsüphandağ Yayman yeni romanında, Dulhane isimli binada kesişen kadınların hikayelerine odaklanıyor. Türkiye’deki kadın gerçeğini ortaya koyan Yaman, aynı zamanda kadınların birbirleriyle olan bağını da göstermeyi ihmal etmiyor. Dayanışma ile mücadelenin sürdüğü Dulhane’nin çıkış hikayesini, içindeki öyküleri Yayman ile konuştuk. Yayman, “Yapının tarihsel anlamı savaşlardan geliyor ve her savaş, mülteciler yaratır, bildiğimiz gibi. Kurmaya giriştiğim Dulhane’deki kadınlar da kendi savaşlarının mültecileri” diyor.

Dulhane hem ismi hem de içindeki öyküler ile dikkat çekiyor. Görmezden gelinen, toplum içinde seslerini bir türlü duyuramayan kadın kahramanların sesi olmuş Dulhane… Kitabın fikir sürecinden biraz bahseder misiniz?

2002’de, yeni yayımlanmaya başlayan İzmir Life dergisinde çalışıyordum, her ay bir semtin hikayesini yazıyorduk. İlk sayılardan biriydi, Yapıcıoğlu semtini konu edinmiştim. Eşrefpaşa ile Kadifekale’yi birbirine bağlayan semtin ana caddesi üzerinde yan yana, mini mini evler vardı. Semt halkıyla, mahalle muhtarlarıyla röportajlar yaparken bu evlerin dulhaneler olarak anıldığını öğrendim. 1800’lerin sonunda 2. Abdülhamit döneminde, eşi savaşlarda ölmüş kadınlar için yaptırılan evlerdi. Sonra biraz araştırınca ilki Bursa’da olan dulhanenin İstanbul’da ve Anadolu’nun başka şehirlerinde de yapıldığını, Osmanlı’nın ilk kadın sığınmaevleri olduğunu öğrendim. O yazının içinde bir bölüm olarak dulhaneler de yer aldı ve üstünden yıllar geçti. Gazetecilik koşturmacası içinde konu orada kapanmıştı. Meğer kapanmamış, kenarda mayalanıyormuş. Aktif gazetecilikten ayrılıp metin yazarlığına geçtiğimde kendime, kurguya yoğunlaşma alanı açtım. Geri dönüp bazı yazılarıma başka gözle bakıp semt yazılarımı hikayeleştirme fikrine odaklanırken sana Yapıcıoğlu yazımın girişini okumuştum, hatırlarsın. O metindeki dulhanelere, bir hikaye mekanı olarak projektör tutmuştun. Sonrası, Türkiye’deki kadın gerçeğiyle geldi. Bir yapı kurdum. Yara alsalar da öleyazsalar da kendi savaşlarında hayatta kalmayı başarmış kadınları içine yerleştirdim. “Kendine ait bir oda” verdim onlara ki Virginia Woolf’un bu kitabını okuyup zihnimin çengeline takmam da üniversite 2-3’e tekabül eder. Hayat bir yapboz demiştik, değil mi?

"BURASI, KADINLARIN KENDİ HAYATLARININ BİNASI OLACAKTI"

“Dul” sözcük olarak bizim toplumumuzda çok da hoş karşılanmayan, üzerine çok tartışılan bir durum. Kitabın ismini koyarken bu anlamda bu durumu düşündünüz mü? Bu ismin tarihinden biraz bahsedebilir misiniz?

Kitabın ismi, binanın ismiyle çıkageldiği için başlarken üstünde hiç düşünmedim açıkçası. Burası, kadınların kendi hayatlarının binası olacaktı. Bilirsin, toplumumuzun büyük kısmına hakim olan geleneksel bakışa göre kadının kendi başına hayat kurması pek hoş karşılanmaz. Kız çocukları, “baba” evinden evlenerek çıkabilir ancak -geleneği kırabilmiş azınlık, kapsam dışında tabii ki. Tek kişilik bir hayat inşasına giriştiklerinde başarmaları ilk iş, toplumsal yargıların içinden çıkmak oluyor. Bunu da yaslandıkları gelenek duvarlarını yıkarak yapıyorlar. Toplumda dul kavramı, içinde hep bir şüpheyi barındırır. Mahalle (ya da toplumun başka herhangi bir hücresi) bir yandan boşanmış, eşi ölmüş kadınlara tedirgin edici bir sahiplenme duygusuyla yaklaşırken (mahallemizin namusu) bir yandan da yerleşik ahlak anlayışına uymalarını bekler. Uymayanın vay haline! Etimolojik olarak dul, eski Türkçe tul kelimesinden geliyor, eşi ölmüş kadın anlamında. Bir kere Dulhane’de sadece eşi ölmüş kadınlar yaşamıyor; dönüşümü oradan başlıyor, erkek iktidarını terk etmiş kadınlarla kuruluyor. Sonrası öykü karakterlerinin gücüne ve okurun hayallerine kalıyor.

Öyküler hem kendi başlarına bir bütün hem de bir bütünün parçası…. Bir öykü diğer öyküye köprü oluyor. Özellikle Dulhane’nin sesi bütün kadınları ve hikayelerini birbirine bağlıyor… Bu biçimi önceden mi tasarladınız yoksa kendiliğinden mi gelişti, yazdıkça mı selamlaştı kahramanlar Dulhane ile? Biraz ön çalışmanızdan söz eder misiniz?

Baştan itibaren Dulhane’deki her kadının hikayesinin birbiriyle görünür-görünmez bağlarla bağlı olmasını istedim. Hem kitabın yapısı bunu gerektiriyordu hem de kadın dayanışmasının nelere kadir olduğu görülsün dedim. Hayatta da böyle değil miyiz? Hikayelerimiz iç içe geçiyor. Birbirimize benzer deneyimlerden geçiyor, benzemez yanlarımızı anlamaya çalıştıkça büyüyoruz. Dulhane’deki kadınları da böyle büyütmek istedim. Komşuluk bağlarının unutulmaya başladığı yüzyıldayız. Oysa biz, komşularla büyüyen çocuklardık. Karnımız acıktığında, elbise diktirirken, kahvemiz kalmadığında, çocuk okuldan geldiğinde evde yoksak çalacak kapılarımız olurdu hep. Öyle bir dünyanın özlemi de çıkagelmiş olmalı ki bir binanın içinde hayatlarını bir başlarına yeniden var etmeye çalışan kadınları yazarken onların aynı zamanda birbirine dayanarak nasıl daha güzel olduklarını gördüm. “Kadın kadının yurdudur” önermesine bayılıyorum. Erkeklerin yönettiği bu dünyada herkes cinsiyeti ile dimdik var olabildikçe, kendinin farkına varabildikçe eşitleneceğiz. Yazma sürecinde öykü kahramanları, yer yer birbirinin hikayesinin içine girip çıktı. Tüm öyküler bittikten sonra bina da bir karakter olarak aralarına katıldı ve onların hikayelerini daha da çok birbirine bağladı.

"DULHANE KİTAPTAKİ KADINLAR İÇİN YIKILMAYA MAHKUM BİR GEÇİT"

Dulhane için kadını özgürleştirmeye bir çağrı da diyebilir miyiz? Çünkü kahramanlar “Artık yeter buraya kadar” diyerek kendilerine yeni bir çizgi, yeni bir hayat kurmak için çıkıyorlar sıkıştıkları yerden ve yeni bir hayatın kapısı olan Dulhane’ye doğru yollanıyorlar.

Evet, Dulhane, adında her ne kadar o toplumsal etiketi taşısa da kitaptaki kadınlar için yıkılmaya mahkum bir geçit. Yıkılmasa da dönüşecek, toplumun dul kavramına bakışını, içinden dönüştürecek. Yapının tarihsel anlamı savaşlardan geliyor ve her savaş, mülteciler yaratır, bildiğimiz gibi. Savaşta eşini kaybetmiş kadınlar da birer mülteci ve iktidarın onlara uygun gördüğü yaşam alanlarında yaşıyorlar. Kurmaya giriştiğim Dulhane’deki kadınlar da kendi savaşlarının mültecileri. Erkek iktidarına bayrak açmış kadınlardan oluşuyor. Bu kişisel bir mesele değil; her kadın öykü kahramanı, toplumun bir yanını, bir ön yargıyı, bir ötekileştirmeyi taşıyor sırtında. Toplumun onlara koyduğu bu etiketi taşıyan bir binada yaşarken aslında yine aynı toplumun çok da hoş karşılamadığı bir “tek başına hayat” inşasına girişiyorlar. O bakımdan zaten Dulhane binası, dönüşümde ve özgürleşmede ilk işlevini yerine getirmeye başlıyor. Kaldı ki karakterler arasında hiç evlenmemiş olanlar da var. Binanın dile geldiği ilk bölümde de zaten “Bazen karıştırıyorum, ben şu binalardan hangisiyim” diyor. Çünkü evli barklı olan, güvenli sandığımız binalar da farkında olmadan birer dulhane olabilir aslında…

ÖNCEKİ HABER

Şenyaşar ailesi: Fadıl Şenyaşar adalet bekliyor

SONRAKİ HABER

MSB: Pençe- Kilit bölgesinde 1 asker hayatını kaybetti

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa