Bu girdap bizi en dibe çekmek istiyor, peki ya ne yapmalı?
Elbette her birimiz bir kıyının peşindeyiz, ancak doğru kıyı, birbiriyle yarışan talih kuşları için değil, bir iken iki düşünmenin avantajını fark eden gerçekçiler için mümkündür.
Evrensel
Bir girdabın ortasında mıyız? Hayatta kalma savaşı mı veriyoruz? Kimler, her birimiz mi? Yoksa şansı yaver gitmeyenler mi? Dergimizin bir önceki sayısından bu yana memleketteki gelişmeler daha iyi açıklayabilir bu girdabı. Asgari ücrete gerçek enflasyonun çok altındaki yüzde otuzluk zam oranı, kredi-burs miktarları yerinde sayarken KYK yurtlarına gelen yüzde yüze yakın zamlar, bu zamları karşılamak için kredi miktarının artmasıyla daha fazla borçlanmamak için sabit kalması arasında yaptığımız serbest olmayan salınım… Yine KYK kredilerine faiz gelen öğrencilerin aldıkları kredi miktarı ile ödemesi gereken borç miktarı arasındaki uçurumla devletin “tefeci” boyutunu ifşa eden sosyal medya paylaşımları, iktidar partisinden muhalefetine günahların en büyüğü olarak borcu değil “faizini” silmekten fazlasını vadetmeyen düzen siyaseti… Hasta yakını tarafından silahlı saldırıya uğrayarak hayatını kaybeden Dr. Ekrem Karakaya’nın ardından her geçen gün yaşamından kaygı duyan sağlık emekçilerinin ülke çapındaki iki günlük grevi ve sağlıkta şiddet önlemleri için büyüttüğü çığlık… Sahip çıkmak bir yana doktorlara, öğrencilere, kadınlara “savaş açan” bir ülkenin can sıkıcı gerçekliği…
Siyasal iklimin gerilimi, hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar, sınır ötesi operasyonlar, düzensiz göç politikasının kaosu, eğitim düzeninin düzensizliği, şiddet ve baskıyla tahkim edilen tek adam iktidarının düşman hukuku, ekonomik kriz ve toplumsal yoksullaşmanın şok olma eşiğimizi ihlal eden hızı vb. faktörleri sayınca bir girdapta takılı kaldığımız, hem de bazılarımızı değil topyekûn “bizi”, toplumun çoğunluğunu, “survival of the fittest”a terk eden bir girdapta mahsur kaldığımız kesin.
Bu kargaşada -doğal olarak- geleceğini kendi ülkesinde kurmaktan vazgeçen bir yönelim ile düşük yoğunluklu bir “göç” hareketine de tanıklık ediyoruz. Bir süredir bu ülkede geleceğini göremeyen, kendi mesleğini ya da başka bir mesleği herhangi bir Avrupa ülkesinde (ya da Ortadoğu’da olmayan herhangi bir ülkede) icra etmek isteyen genç sayısında hatırı sayılır bir artış olduğunu izliyoruz, YouTube vloglarından, Instagram reelslerinden, Twitter postlarından vb… Gidenler, gittiğine pişman olanlar, memleket hasretiyle geri dönenler, dış hatlardan fotoğraf atmak için can atanlar, varsa şansımız muhakkak kullanmayı tavsiye edenler… Her gidenin farklı bir “feedback”i, hikayesi, duygusu oluyor kuşkusuz.
Derdimiz, bu girdaptan kendi imkanlarıyla çıkma çabasının, “gitmenin” doğru veya yanlış olduğuna dair bir tartışma yürütmek değil. Daha çok, geleceğinden kaygı duyan Türkiye gençliğinin kendi yaşamına dönük kararlarını nasıl “davranarak” alması gerektiğine dair bir tartışma yürütüyoruz.
TAM ORTASINDAYKEN GİRDABIN NE YAPMALI?
Wallerstein yaklaşık 25 yıl önce küresel kapitalizm koşullarında “bir girdabın ortasındaymışız” gibi davranmamızı öneriyordu. Neoliberal yağmacılığın hız kazandığı, devletin “despot” yüzünün toplumsal yaşamda daha çok arz-ı endam ettiği yıllarda söylemişti bu sözleri, bize de bir “davranış” pratiği önermişti. Zira bir girdabın ortasında yalnızca iki şeyin önemi vardır. Birincisi hangi kıyıya doğru yüzmek istediğinizi bilmek, ikincisi ise hâlihazırdaki çabalarınızın, mücadelenizin sizi o doğrultuda ilerletiyor olduğundan emin olmak. Çünkü kesin, net, köşeleri belirlenmiş bir geleceği (kısa ya da uzun vadede) kazanmak, bir girdabın ortasında imkansızdır. Önemli olan “bugünün doğrularında” ısrar etmektir. “Böyle bir anda daha kesin bir şey arasanız da bulamazsınız” diyordu Wallerstein. Çünkü “onu ararken boğulursunuz.”
Öyleyse, kendi yaşamımıza dair önlem alırken hedef olarak kendi yaşamımızı katlanılmaz kılan sorunları seçmeliyiz. Çünkü bir girdabın ortasında, hayallerimiz ve ideallerimiz için esas olan kararlı bir çabadır. Kararsızlığın, umutsuzluğun, çaresizliğin sonucu olarak attığımız adımlar bizi bu girdaptan kurtarmaya yetmeyebilir. Katı olan her şeyin neoliberalizmin piyasasında eridiği günümüz koşullarında arzu nesnelerinin, hayali kurulan geleceğin muhasebesi kritiktir. Talih size gülmüş, yurt dışına gidebilmiş; paylaşımlı bir evde, olanaklı bir sosyal statüde nispeten daha “refah” bir yaşam sürdürüyor olabilirsiniz. Ancak gerçekten “kimin” hayatını, hangi “duygularla” yaşadığınız önemlidir. Yaşamak istediğimizi düşündüğümüz hayat, gerçekten arzuladığımız hayat mıdır? Bu hayatı bizden önce arzulayanlar da vardı kuşkusuz. Uluslararası kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada bizim arzu nesnelerimizi zorunlu ihtiyaçları haline getiren, örneğin Avrupalılar, nasıl davranmışlardır? Sosyal haklarda, sendikalaşma oranında, nispeten çalışma ve yaşam koşullarında daha “katlanılabilir” bir ülke olmak nasıl mümkün olmuştur? Bizim gibi daha insani bir yaşamı arzulayan eski kuşak Avrupalılar kendi ülkesini yaşanılabilir kılmak için mücadele etmeyi mi seçmişlerdir yoksa kendi ülkesinden ve içinden çıktığı toplumdan vazgeçmeyi mi?
“UMUDUN BİLGİSİ”NE SAHİP OLACAĞIZ!
“Bu ülkeden gitmek istemiyorum ama başka seçenek yok” demenin kendisi de ciddi bir seçenektir. En seçeneksiz anlarda dahi bir seçenek mümkündür. Esas olan “doğru kıyıya yüzmeye” karar vermektir. Giden doktorlar kadar geleceği ve mesleği için, mesleğini icra etmek isteyen “geri kalanlar” için mücadele eden sağlık emekçileri de vardır. Dış hatlardan kendi mesleğini, eğitimini, yeteneklerini umutsuzca “önemsizleştirerek” fotoğraf paylaşanlar kadar ülkemizi “en çok arzulanan mekânın dış hatlar olduğu bir ülke” olmaktan çıkarmak için umudun bilgisiyle mücadele eden gençler de vardır. Elbette her birimiz bir kıyının peşindeyiz, ancak doğru kıyı, birbiriyle yarışan talih kuşları için değil, bir iken iki düşünmenin avantajını fark eden gerçekçiler için mümkündür.
Elbette her birimizin çeşitli sıkıntılar, acılar, kaygılar etrafında bir yaşam sürdürmeye çalıştığının ve aldığımız kararların “bir sonuç” olduğu gerçeğinin üzerinden atlamıyoruz. Deyim yerindeyse “taş kesilmiş”, hiçbir umudu yeşertemeyecek bir dönemden geçiyoruz. Ancak bu “taş kesilme” halinin, hareketin doğal akışından bağımsız olmadığını, “toprağa dönüştürülme” olanaklarını yarattığını da göz ardı etmemeliyiz. “Taş kesilmiş” bir hareketsizlik kadar “taşı toprağa dönüştürecek” bir eylem halinin “yeşerecek tohumları” müjdelediğini de görebiliriz.
Bizi bu girdaptan çıkaracak olan tutarlı, iddialı, kararlı bir kolektif harekettir. Ve bu hareket, Bloch’un dediği gibi, “Ya yarının vicdanını taşıyacak, gelecekten yana taraf tutacak, umudun bilgisine sahip olacak ya da artık hiçbir bilgiye sahip olmayacaktır.