James Webb Uzay Teleskobu ve Uzayın Keşfi
Uzaya dair merakımız endüstri alanında kendini var etmekten öte, SSCB'de olduğu gibi, insanlığın geçmiş ve geleceğine yönelik sorulara cevap arandığı müddetçe bizim biçin gerçekçi olmaktadır.
Fotoğraf: Uzay Teleskobu Bilim Enstitüsü/CSA, ESA, NASA
İnsanın belki de kendi yaşamına, doğaya ve evrene olan merakının bir sonucu olarak da gözünü sürekli gökyüzüne diktiğini ve yaşamsal faaliyeti sürecindeki diğer keşifleri gibi gökyüzündeki olayları da anlamaya çalıştığını söyleyebiliriz. Tabii bu gözlemler sadece merakla koşullanan bir şekilde değil, aynı zamanda bir ihtiyaç sonucu da ortaya çıktı. Tarım yapmak, mevsimlerin bilinmesi gibi bir ihtiyacı doğurduğundan; takvim de gökcisimlerinin ve hareketlerinin bilinmesi ve anlaşılmasını gerektiriyordu, bu da gözlem ihtiyacını getirdi. Zamanla gökcisimlerinin hareketleri, bu cisimlere “tanrısallık” atfedilmesiyle de birçok inancın temeli haline geldi. 1609 yılına geldiğimizde Galileo, Hollandalı gözlük imalatçılarından esinlenerek ilk teleskobunu yapıp gökyüzüne çevirmesiyle de bilim tarihinde yeni bir mihenk taşı konulmuş oldu. Bugünlerde çektiği görsellerle gündemi kaplayan James Webb Uzay Teleskobu’nun da başka bir mihenk taşı olacağı kozmolojik gözlem tarihi, böyle başladı diyebiliriz.
ÖTEGEZEGENLERİN KEŞFİ
Hubble Uzay Teleskobu’na kadar teleskoplar ve teleskopların içerisinde bulundukları gözlemevleri, Dünya yüzeyinde özellikle su buharının ışığı bükmesinden ötürü nemin az olduğu dağ tepelerine, ışık gürültüsü az olduğundan da çorak ve ıssız bölgelere inşa ediliyordu. HUT elbette ki ilk uzay teleskobu değildir ancak mercek sayısı ve büyüklüğü itibariyle de uzun süre ötegezegenlerin gözlenmesinde önemli roller üstlenmiştir. HUT’un ötegezegenleri keşfetmede yetersiz kaldığının düşünülmesiyle birlikte de 2009’da Kepler Uzay Gözlemevi fırlatıldı ve Dünya yörüngesine değil Güneş yörüngesine oturtuldu. “Ötegezegen avcısı” olarak da anılmasını da sağlayacak olan 200’den fazla; üzerinde okyanusları, su ve bulutları olan ötegezegen keşfini sağladı. Apollo Programı’nın yürütücü koordinatörünün adının verildiği James Webb Uzay Teleskobu ise en büyük ayna çapına sahip uzay teleskobu olmuş oldu.
Daha geniş teleskoplar daha fazla ışık toplayabiliyor ve bu sayede gökbilimciler daha ufak, daha karanlık ve daha uzak cisimleri daha büyük bir netlikte görebiliyorlar. JWUT, teknolojik açıdan Hubble Uzay Teleskobu‘na göre daha gelişmiş olsa da sahip olduğu en büyük avantajlardan biri de ana aynasının yaklaşık 6,25 kat daha büyük olması. Çok daha fazla ışık toplayabildiğinden, daha uzağı görebiliyor. HUT’na göre de toplayıcı ışık miktarı da yaklaşık 25 kat arttığından ışık ölçüm hassasiyeti artıyor. Görüntüdeki ve verilerdeki gürültü ve hata payı da azalmış oluyor. O yüzden gördüğümüz üzere daha net ve sayıca da fazla unsurun fotoğraflandığını görebiliyoruz. Tabii ki JWUT diğer teleskoplara göre gözlem açısından başkaca avantajlara (ve dezavantajlara) sahiptir, proje sürecindeki amaçları da bu özellikleri şekillendiriyor.
JWUT’un proje ya da görev süresince özellikle üç ana hedef için çalışması bekleniyor. Bunlardan ilki; evrenin oluşumunda galaksilerin ve yıldızlarının nasıl ortaya çıktığını, yıldızların sayımını ve hangi süreçlerle oluştuğunu tespit edebilmeyi sağlamayı amaçlıyor. Diğer teleskoplardan ayıran özelliğiyle de yakın kızılötesi ve orta kızılötesi dalga boylarında daha derin pozlama yapabilmesiyle de başlangıçta oluşmuş ve yaşlandıkça bir yıldızın (ve dolayısıyla da evrenin) yaşını tespit edebilmeyi de sağlayan kızıla kayma durumunu daha kolay ve isabetli tespit edebilmesi oluyor.
Bir diğer hedefi de evrendeki ilk süperkütleli kara deliklerin ve bu kara delikler çevresinde galaksilerin ne zaman oluştuğuna dair verinin de elde edilmesi amaçlanıyor. Kozmolojik problem olarak karşımıza çıkan süperkütleli kara deliklerin davranışlarından ve galaksi oluşumuna; bu süreçlerin görüntülenmesi şu an daha çok spekülasyon boyutunda olan teorik bilginin de sınanması anlamına geliyor.
Üçüncü olarak da “yaşanılabilir” yeni dünyalar diye de özellikle gündeme getirilen ötegezegenlerin keşfi içinde yeni veriler sağlayacağı tahmin ediliyor. Ötegezegenlerin “yaşanılabilir” olmalarının da ötesinde, daha fazla anlam ifade etmesinin en önemli sebepleri açısından da hem Dünya’nın hem de Güneş Sistemi’ndeki diğer gezegenlerin oluşumundan, yaşanılabilir olma sürecine ya da durumuna dair de ışık tutacak, çeşitli karşılaştırmalara imkân tanıyacak yeni veriler sunmasıdır. Örneğin bu verilerle birlikte keşfedilen ötegezegenlerin atmosferlerinin aşınma fiziğinin anlaşılmasıyla da “Mars’ın neden atmosferini kaybettiği” ya da “Venüs atmosferini kaybetmemiş olmasına rağmen neden üzerinde su olmadığı” gibi soruları cevaplamak daha da kolaylaşacaktır. Ancak bu ötegezegen konusu da birtakım “bilim sevdalısı” kapitalistin abarttığı gibi bir süre sonra kaynakları yetmeyecek ve insanlığın göç etmek zorunda kalacağı yeni yerlermiş gibi düşünülmemelidir. Böylesi düşünceler bu dünyada kendilerinin de destekçisi olduğu istilacı anlayışın uzay için olanından başka bir şey değildir aslında.
BİZE YETMEYEN BİR “DÜNYA” VE ÖTEGEZEGENLER
Ötegezegenleri belirlemek için geliştirdiği yöntemler ile 2019’da Nobel Fizik Ödülü’ne layık görülen isimlerden olan Michel Mayor, “Dünya’da yaşamak mümkün olmazsa başka yaşanabilir bir gezegene gideriz, fikirlerini ortadan kaldırmak gerektiğini” düşündüğünü ve bu düşüncelerin “delilik” olduğunu söylüyor bir röportajında. Bu, Dünya’da üretilen zenginliğe konan asalak bir grubun ve ideologların ortaya attığı “yetmeyecek bir dünya” ve “sömürülmesi gereken bir uzay” insanlığın geçmişine ve geleceğine ışık olabilecek insanlık tarihindeki birikimle var olan bu bilimsel gelişmelerin “merak” kısmına dahil değil. Uzaya dair merakımız ve keşifler de rekabetin olduğu endüstri alanında kendini var etmekten öte, Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi insanlığın geçmişine ve geleceğine yönelik sorulara cevap arandığı müddetçe bizim için gerçekçi olmaktadır.