03 Ağustos 2022 03:40

Miman: Dönemler ve tarihler değişse de insanın yaşadığı duygular birbirinin benzeri

Handan Gökçek, Murat Cem Miman ile "İnsan Bir Gemi” isimli romanını konuştu.

Murat Cem Miman | Fotoğraf: Kişisel arşiv

Paylaş

Handan GÖKÇEK
İzmir

"İnsan Bir Gemi” 1950’li yılların İzmir’inde geçen bir roman. Yazarı Murat Cem Miman öykü kitabından sonra yazdığı bu romanıyla özellikle dönemin politik atmosferi, insan ilişkileri o yılların Kemeraltı yaşamını kaleme alıyor. Yeni kitabı üzerine konuştuğumuz Miman, İzmir’e dönen bir pursantaj memurunun hikayesiyle yola çıkarak anlattığı romanda dönemler değişse de insanın yaşadığı sevgi, nefret, hırs gibi duygularının birbirinin benzeri hatta aynı olduğunu söylüyor.

Döneme yaslanan roman yazmak bir parça daha zordur. Biraz ön çalışmanızdan bahseder misiniz? Dönem yazmak sizce de bir risk mi ve neden?

Dönem yazmak eğer o dönemi yaşamadıysanız sanırım daha zor. 1968 doğumluyum, 1950’leri ancak yakın akrabalarımdan duyduğum şekilde biliyordum. Bu inandırıcı ve hatta sonradan referans olabilecek bir kitap için yetersizdi tabii ki. O nedenle yazım öncesi bir yıllık bir süre içinde yirmiden fazla kitap, kırktan fazla tez okuyarak o yılların yaşamlarından kurgumla ilgili küçük küçük notlar aldım. Ayrıca o döneme ait günümüze ulaşmış gazetelerin her köşesini tek tek inceledim. Adeta o dönemde yaşarmışım ve hissedermişim konuma geldim. Yine de maddi hatalarımın olacağının farkındaydım. O nedenle ön yazım sonrası o döneme şahit ve bilen kişilere okutup onaylarını aldım. Çok da iyi yapmışım. Çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. Romanın bir yerinde İzmir’de sokaklarda o dönemlerde aydınlatmak için kandil yakıldığını yazmıştım ön okuma öncesi. Hemen düzeltme geldi, o yıllarda kalktı diye. Yine hiçbir yerde denk gelemeyeceğim bir detay olarak sinemalarda ben “çiğdem” yendiğini yazmıştım ama uyarılarla öğrendim ki o dönemde henüz “çiğdem” yaygın değil ve hatta İzmir’e has bir meta değil. Yani gerçekten dönem yazmak hele o dönemde yaşanmadıysa çok güç. Ama anlatmak için seçtiğim meslek tam o zamana aitti. O dönemi iyi öğrenmek dışında başka yolum yoktu.

Pursantaj memurunun hikayesi nasıl oluştu? Kimdir Pursantaj memuru?

Sinema Yüksek Lisansı alırken Türk Sinema Tarihi’nde ilk kez duymuştum bu mesleği. 1950’li yıllarda sinema ticari kazanç haline gelmeye başlayınca film yapımcılarının bir süre filmlerini yurtiçinde dağıtımı ve filmlerinden para kazanılmasının yolu olmuş. Sinema salonları işletmecileriyle film şirketleri salonun giderleri düşüldükten sonra kazanılan paranın yüzdelik hesapla paylaşımı üzerinden önceden anlaşırlarmış. Ama film şirketi hem gösterilen giderlerin hem de gerçek seyirci sayısının kendi adına teyidi için şirket adına bir memuru salonlara görevlendirmek üzere göndermeye başlamış. O dönemde ülkede film şirketlerinin kendi denetimcileri yani pursantaj memurları varmış. Bunlardan en ünlüsü de Yılmaz Güney’dir. Bu memurlar doğru kazancı film şirketine aktarılması konusunda görevliler. Ama gerçekten işleri zor. Sadece paranın denetlenmesi ve doğru gönderilmesi konusunda değil. Filmin o şehirde salon salon dolaşması, filme zarar gelmemesi için çaba göstermeleri dışında her gün tüm seans saatlerinde, haftalarca, aylarca filmi izlemek ve o sırada seyirciyi kontrol etmeleri de gerekiyor. Çünkü sinema salonlarına gelen seyirci sayısının yanı sıra seyircinin en çok heyecanlandığı, alkışladığı, sinirlendiği sahneleri de not ediyorlar. Bunlar bir defterde toplanıyor ve film şirketleri bunları inceliyor. Zaten bir sonraki dönemde bölgesel dağıtım şirketleri gerekliliği de böyle ortaya çıkmış. Örneğin efelerle ilgili film Ankara’da tutmazken Ege’de tutuyor, vurdulu kırdı film Adana’da çok tutuyor. Yani bir anlamda rating cihazı görevi de görüyormuş pursantaj memurları. Yılmaz Güney’in Adana’da pursantaj memurluğu sırasında film elektrik kesintisiyle durunca tüm salona filmi bizzat kendisi oynarmış gibi anlatması bilinen bir rivayet.

"KAHRAMANLARIN BİR HİKAYESİ OLMALI"

Romanınızdaki yan kahramanlar özellikle Hacer ve Davut Bakıralanı hepsi başka bir romanın kahramanı ve hepsi İnsan Bir Gemi romanında karşılaşıyorlar gibi… Sanki başka bir romanda karşılaşacağız bunlardan biriyle hissi uyanıyor, ne dersiniz?

Romanın ve kurgunun gerçekçiliği biraz da kahramanların okuyucuyu ikna etmelerinden geçiyor. Okuyucu tek bir kahramanla tamamen kendini özdeşleştirebilir veya birkaç kahramanın birkaç özelliğini gerçekçi ve kendine yakın bulabilir. Ben de kahramanların bir hikayesi olmalı diyerek kurgulama yaptım. Sadece dediklerinizi değil, roman içinde Fırıncı Tarık’ın da Nusret Bey’in de hatta Sare’yi terk eden babasının da romanları olabilir. Bir kısmının var zaten. Dikkatli okuyucular belki bir gün Sare’nin babasına Yusuf Atılgan’ın bir hikayesinde rast gelirler. Davut Bakıralanı’na da İngilizce düşünürseniz ünlü bir romanda karşılaşmamanız imkânsız. Hacer’in hikayesi çoğu okur tarafından merak ediliyor, romanda az az vermeme rağmen. Aynı Tanpınar’ın Huzur romanı sonrası Suat’ın Mektupları nasıl açığa çıktıysa ben de evrene bu romandan sonra Hacer’in Günlüğü’nü bıraktım. Bir gün bulunur belki.

Yunan mitolojisindeki ana tanrıça Hera'nın toprak ana Gaia'dan evlilik hediyesi olarak aldığı portakallardan kurduğu bir bahçesi varmış. Roman da “Taş evin bahçesinde yalnız bir portakal ağacı...” cümlesiyle başlıyor. Hikayenizde geçen bütün epizotlar ve roman kahramanlarının duygu durumlarını bu ağacın dilinden okuyoruz. Alt metindeki meseleyi bir ağacın diline yedirmek güzel bir buluş. Biraz bu bölümden bahseder misiniz?

Ah portakal ağacı. Aslında romanın meselini en iyi anlayan o. Bir anlamda kitabın anlatmak istediğini onun üzerinden anlatmaya çalıştım. Biz faniler sanıyoruz ki başımıza gelen her şey yepyeni ve ilk kez bizim başımıza geliyor. Aslında değil. Dönemler ve tarihler değişse de insanın yaşadığı duygular birbirinin benzeri ve hatta aynı. Nefret, sevgi, hırs, çalmak, üzüntü, heyecan bunlar bir paket halinde insanın varoluşundan beri yanında. Çok eski arkeolojik yazıtlardan tutun da dini kitapların hepsi bunun üzerine. Ama insan bunu fark etmiyor. İşte o portakal ağacı her sene aynı değişimleri yaşaya yaşaya herkesten önce bunun farkına varıyor. Hayat bir döngüden ibaret. Tekrarlanan acıları, zulümleri görüyoruz. Tarihimiz örneğin hep benzer olaylarla dolu. 6 Eylül olaylarının bir benzeri bu ülkede yaşanmadı mı dersiniz? Madımak oteline ne dersiniz? Ülke de bu denli bir pahalılık ve yönetimsel zayıflık olmadı mı dersiniz? 1950’lerin sonları ve Demokrat Parti dönemi nasıldı sanıyorsunuz? Portakal ağacı bilgeliğine kavuşmanın yolu çokça okumaktan geçiyor. Farkına varacak kadar çok ama. O zaman bugün yaşananların yegâne olmadığını görmek insanı rahatlatmıyor, koruyor.

"YAZARAK YAŞADIĞIMIN FARKINA VARABİLİYORUM"

Bundan sonra öykü mü, roman mı diye sorsam? 

İkisi de. Bir sonraki romanım için okuyorum. Okumak zorunda hazmetmek zorunda olduğum konular var. Onları doldururken anlık öyküler geliyor aklıma onları da ihmal etmiyorum. Yazarak yaşadığımın farkına varabiliyorum. “Yazarak ölümsüz olabilirim…” yanılgısı hastalığına kapıldım biliyorum. Ama bu çaresiz hastalığın da tek çaresi yazmak. O yüzden öykü ya da roman fark etmez fark ettiklerimi başkalarına, benden sonrakilere anlatmamın başka yolu var mı?

ÖNCEKİ HABER

Bornova Belediyesi işçileri SODEMSEN’in düşük zam teklifine tepki gösterdi

SONRAKİ HABER

Emeklilikte yaşa takılan yurttaşlar: Biz kazanılmış hakkımızı istiyoruz

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa