Bir panayır olarak burjuva siyaseti
Siyasetin halkın yararına yürütülmediği ve daha da önemlisi halk tarafından yürütülmediği bir düzende “kapalı kapılar siyaseti” sürmeye devam edecektir.
Fotoğraf: pch.vector/freepik
Burak BAĞÇECİ
İstanbul
Siyaset ve politika kavramlarının günlük kullanımında, onlara yüklenen anlamlar, olumludan çok olumsuz anlamlardır. Örneğin bir soruya “politik cevap vermek” veya “politik konuşmak” orta yolcu bir tavır takınıldığının veya söz oyunlarıyla esas meselenin üstünden atlandığının ifadesidir. Nitekim siyasetçi imgesi, bir yükseklikten elinde mikrofonla yüksek tonda konuşan, içi boş olduğu herkesin malumu olagelmiş vaatler veren, aleni bir şekilde yalan söyleyen ve daha da önemlisi aleni bir şekilde yalan söyleyebilme meşruiyetine sahip olan insandır, hatta erkektir. Üstelik bütün toplumun önünde, dün “a” dediğine bugün “b” diyebilme serbestliğine sahip olmak sadece olgulara karşı takınılan bir tavır da değildir, dün birbirine hakaret edenlerin bugün aynı partide yan yana gelmesidir, dün adeta “düşman” olan partilerin bir anda “dost” olabilmesidir. Türkiye’de siyaset ve siyasetçi imgesinin temsil ettiği değerler bunlardır. Eğer bütün bu olumsuz değerleri, bir bütün olarak bu imgeyi kabul eder ve siyaseti ve siyasetçiyi belirleyen niteliklerin zaten bunlar olduğunu düşünürsek, pek çok kimsenin yaptığı gibi, hiçbir siyasi akımdan ve bir bütün olarak siyasetin kendisi ve iddiasından hiçbir beklentimiz kalmaz. Peki gerçekten öyle mi?
Bu soruya doğrudan “hayır” cevabını vermek gerekir. Nitekim yakından bakıldığında beynimizde yer etmiş bu imgenin temsil ettiklerinin siyasetin yöntem ve biçimine ait özellikler olduğu ortadadır. Bunun aslında tarihsel-toplumsal olarak belirlenmiş bir siyaset tarzını ifade ettiklerini de söylemek gerekir. Yalan, halkın istek ve özlemlerinin istismarı, yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, koltuk düşkünlüğü ve kariyerizm, kavga, hamaset… Sıkılmamak adına listeyi burada keselim ve net bir şekilde adını koyalım: Bütün bunlar, burjuva anlamda bir siyasetin görünümüdürler.
ÇÜRÜYEN SINIFIN ÇÜRÜMÜŞ SİYASETİ
Ülke gündeminde, haber bültenlerinde görmekten sıkıldığımız çürümüşlüğün adı tam da budur. Çürümüştür, çünkü çürüyen bir sınıfın siyasetidir. Toplumun egemen sınıfı olan, emeği sömürerek kendini var eden burjuvazi, bütün kurumlarıyla birlikte bugün toplumsal gelişmenin önündeki en büyük engeldir. Burjuvazi -ve onun ideologları olarak bunu teorize eden Locke, Montesquieu vd.- feodalizme karşı mücadele döneminde, kendi sınıf çıkarlarına en uygun olan siyasal biçimleri ortaya çıkarmışlardır. En genel anlamıyla egemen sınıfın egemenlik aygıtı olan devletin kapitalizme özgü biçimleri de kapitalizmin gelişme döneminde burjuvazinin hem aristokrasiyle hem de emekçi sınıflarla olan çatışmalarını dengeleyerek çözme ihtiyacının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Sermaye birikimine, kapitalizmin işleyiş yasalarına en uygun hukuki-siyasal biçimlere olan ihtiyaç da bir diğer yandır. Sonuçta burjuvazi, toplumsal egemenliğinin onu mahir kıldığını gerçekleştirmiş, burjuva demokrasisinin ve yönetim biçimlerinin hem evrensel hem de bütün toplumun çıkarına olduğu fikrini egemen kılmıştır. Ancak burjuva devletin örgütlenmesi, emekçi sınıfların siyasetle ilişkisi bakımından, halkın devlet yönetimine katılması değil aksine katılmaması üzerine kuruludur. Hele bugün artık, böylesi bir düzen çoktan eskimiş, tarihsel miadını doldurmuş, çok daha ileri demokrasi biçimleri ortaya çıkmıştır (Sovyetler Birliği, halk demokrasileri deneyimleri gibi.)
BURJUVA DEVLETİN İKİ KURUMU
Dolayısıyla burjuva düzen siyasetinin emekçi kitlelere açtığı alan, birkaç senede bir oy vererek sözde kendisini temsil edecek vekilleri seçmeyle sınırlıdır. Emekçi kitleler, siyasetin dışına itilmiştir. Politikanın seçkinlerin sürdürdüğü teknik bir iş olduğu fikri bu maddi zeminde yaygınlaştırılmıştır. Bu yapı, emekçilerin devlet yönetiminde söz haklarının olduğu yanılsamasını yaratırken, devlet yönetimi esasında kapalı kapılar ardında sürdürülür. Öyle ki burjuvazinin iktidarı asıl olarak burjuva devletin iki başlıca kurumunu oluşturan militarizm ve bürokrasiye dayanır. Meseleler devlet dairelerinin koridorlarında, toplantı odalarında karara bağlanır. Elbette bundan parlamento, hukuk ve hükümetlerin önemsiz olduğu anlamı çıkmaz ancak belirleyici olanın, usule dair değil esasa dair karar verici konumun bu iki aygıt olduğu anlamı çıkar.
Üstelik kapitalizmin tekelci döneminde bu sınırlar daha da belirginleşmiştir. Nitekim tekelcilik, durgunluk ve çürüme eğilimine, ağır bir siyasal gericiliğe işaret eder. Çağımızda burjuva siyasetinin bütün çürümüşlüğünün bir yanı bu olmakla birlikte, tekellerin toplumsal egemenliğinin gücü onun devlet kurduğu içsel bağları da dönüştürmüştür. Sermayenin muazzam yoğunlaşması ve merkezileşmesi, tekellerin sadece ekonomide değil sosyal ve siyasal bütün alanlarda korkunç bir egemenlik kurmalarına işaret eder.
Tekelci mali sermaye, militarizm ve bürokrasi ile burjuva siyasetçilerin arasında birliğe dayalı kişisel ilişkilerle birlikte iktidar iplerini elinde toplayan mali oligarşi oluşur. Hatta çoğu zaman, burjuva siyasetçilerin bizzat kendileri de kapitalistlerdir. Artık devlet yönetimine dair esas kararlar, bu iç içe geçmiş ilişkiler ağının çıkarları ve karar vericiliği temelinde alınır. Lenin bu konuda, “Günümüz burjuva toplumunda, istisnasız, bütün ekonomik ve siyasal kurumların üzerine sımsıkı bir bağımlılık ağı germiş bir mali-oligarşi: tekelin en çarpıcı özelliği budur”* demiştir.
Sözün özü, emekçilerin siyasetin öznesi değil izleyicisi olduğu, devlet yönetimine katılımlarının koşullarının olmadığı ve siyasetin böylesi kapalı kapılar ardında kurulan ilişkiler ağıyla sürdürüldüğü düzlemin adeta bir panayırı anımsatması boşuna değil. Öyleyse dürüst ve şeffaf bir siyaset, bu değerleri kendine kuşanan -muhalif de olsa- burjuva siyasetçilerin kendi kişilik özellikleriyle, iddialarıyla sağlanacak iş değildir. Siyasetin halkın yararına yürütülmediği ve daha da önemlisi halk tarafından yürütülmediği bir düzende “kapalı kapılar siyaseti” sürmeye devam edecektir. Ülke sorunlarının çözümü için eğer işçi, emekçi ve gençlerin çıkarlarının temel alınmasını istiyorsak, tekellerin egemenliğine son verecek bir mücadelenin parçası olmaktan, halk demokrasisi için mücadele etmekten başka çıkar yolumuz yoktur. Lenin’in de belirttiği gibi, “Mali sermayenin ya da genel olarak sermayenin tahakkümü, siyasal demokrasi alanında herhangi bir reformla ortadan kalkacak değildir.”**
*Lenin, V., Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, syf. 11, Sol Yayınları.
** Lenin, V., UKKTH, syf. 125, Sol Yayınları.