Siyah mantar
Doğadan topladığımız beyaz mantarlar bize et olur, lezzet olurdu, ancak 1945’in Ağustos’unda iki kez görülen siyah mantar yüzbinlere tarifsiz acı, ölüm ve insanlığa da en büyük dert olmuştur.
Fotoğraf: Wikimedia Commons (Public Domain)
Çocukluğumuzun doğayla ilişkisinde, tarih öncesi atalarımız gibi “toplayıcılık” önemli yer etmişti. Doğadan ne mi toplardık? Hozelek ve göbelek.
Yağmurlu mevsimlerde aileler çocuklarını: “hadi çabuk gelin hasta olursunuz, sonra da iğne yersiniz vallahi” diye eve çağırırken, yoksul çocuklar yağmurluklarıyla tarlalara, bahçelere çıkar otların çalıların arasından “hozelek” namı diğer salyangoz toplarlardı. “Kilosu 10 liradan bizden alıp yurt dışına gönderiyorlarmış, kim bilir onlara kaça satıyorlarsa. Amerika, Almanya ama en çok da Fransa’ya satıyorlarmış, bunları pişirip yerlermiş, hatta konservesini bile yapıyorlarmış.” “Tadı nasıl ola ki?” “Biz yemeyiz, hem günah zaten, tadına bakılır mı?” Bir hozelek bulunduğunda, çevrede başkaları da olurdu ve ıslak otlar el yordamıyla açılır ve siyah, kahverengi, beyaz hozelekler omuzdaki torbaya doldurulurdu. Yürürken torbadaki hozelek kabuklarının birbirine çarpmasıyla, her adımda ses çıkardı. Bazen sisten veya ağaçlardan dolayı gelen kişi görülmese de bu sesler ele verirdi: “Rast gele, kaç kilo topladın?” Her daim düşük söylenirdi: “Çok değil 4-5 kilo” Ama torbanın şişkinliği 10 kilodan fazla olduğunu gösterirdi.
Bahar geldiğinde bahçelere, dağlara “göbelek” toplamaya çıkılırdı, her çeşit mantarın adı göbelekti. Güya, siyah veya kahverengi olanlar zehirli, beyazlar yemeklik mantardı. Göbelek sote nefis olurdu: “Anne çok lezzetli yapmışsın!” “Oğlum, göbelek fakirin etidir, et pahalı hiç olmazsa bu mevsim et yerine, doyasıya yiyin” Bazen çevreden acı haberler duyulurdu: “Eyvahhh bizim köylülerden bir aile, 9 nüfus hepsi göbelekten zehirlenmiş, hastanede ölmüşler, yahu hiç mi bakmadınız, sormadınız, bilmediğiniz göbelek yenir mi? Onlar kesin siyah olandan yemişlerdir. Bak, ihmal canınıza mal oldu. Off of…Yazık ki ne yazık!” “Anne biz de yedik ama, nereden bileceğiz zehirli olduğunu?” “Oğlum biz her yıl yediğimizden yiyoruz, bak bunlar beyaz, güzel, insanın yüzüne gülüyor gibi, bunlar zehirli olmaz. Siyah olanlar zehirlidir.” Yine de artık mantara karşı mesafeliyim: “Mantar öldürür!”
Her daim hızla büyümeyi istediğimden, üst sınıfların derslerini merak eder ablalarımın kitaplarını ilgiyle karıştırırdım. Siyah beyaz tarih kitaplarının son konusu İkinci Dünya Savaşı’ydı, ondan sonra sanki tarihin ilerlemesi durur, yeni olayların tarih olması beklenirdi. Muhtemelen savaşa katılmadığımızdan çok detaya girilmez, savaş bir iki sayfada kısaca anlatılır ve bir sayfada da atom bombasının patlama anın resmi olurdu: Resmin altında, Amerika’nın Japonya’ya attığı ve binlerce ölüme neden olan atom bombası. Resimde kocaman bir siyah mantar vardı. Annemin “siyah mantar öldürür” teorisi gibi, burada da ölüm meleği siyah mantar olarak gelmişti.
Tarih dersi kitaplarında kısacık yer verilmesine rağmen, Amerikan sinema endüstrisinin yaptığı ve Amerika’nın her daim erdemi temsil ettiği filmler, diziler bu savaşa merakı da kamçılamıştır. Üstelik iyi kalpli ve cesur Amerikalılar bu savaşta, vahşi, tuhaf ve kötülük timsali Japonlar’ın bitmeyen inadı yüzünden, onlara karşı atom bombası kullanmak zorunda kalmış hem savaşı bitirmiş hem de dünyayı kurtarmıştı.
Acaba atom bombası fikri nasıl ortaya çıktı?
Bütün hikâye Demokritos’un 2500 yıl önce atomların varlığını iddia etmesiyle başlamıştır. Antik Yunan’da “gülen filozof” olarak bilinen Demokritos (MÖ 360-470) evrene olan merakını gidermek üzere, basit ama sonuçları önemli bir deney yapar. Büyükçe bir taşla, küçük bir taşı vurarak parçalamaya başlar. Taş daha küçük parçalara bölüne bölüne öyle küçülür ki bir noktadan sonra artık daha fazla bölünemeyecek hale gelir. Demokritos, bu en küçük parçacığa Yunanca “bölünemez” anlamına gelen “atomos” adını verir. Ancak, koca Aristo bu fikri saçma bulunca, teori 1800’lere kadar tedavülden kalkar. Bu tarihte İngiliz kimyacı John Dalton’un çalışmaları, Demokritos’un haklılığını tesciller: “Elementler, atom adı verilen son derece küçük parçacıklardan oluşmuştur.” Belki de Aristo şöyle diyecektir: “Atom fikrini tedavülden kaldırarak, insanlığın atom bombası ile tanışmasını olabildiğince geciktirmiş oldum!” Ancak bir dizi talihsizlik bu tanışmayı hızlandırmış ve Demokritos’un bölünemez dediği atomun da bölünebilir olduğu, açığa çıkacak devasa enerjinin yakıt olarak kullanılabileceği gibi bomba olarak da kullanılabilir olduğu ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılın ilk yarısında fizik, kimya gibi temel bilimlerde ulaşılan yüksek seviye, dahi fizikçilerin atom konusunda çalışmaları ile insanlık tarihinin en büyük savaşının aynı zaman dilimine denk gelmesi belki de en önemli talihsizliktir. Bilim insanları atom enerjisini özgürleştirmeye çalışırken, iki düşman cephede yer alan ülkelerin, atom bombası yapma yarışına girmeleri insanlık için tam bir trajedi olmuştur.
Almanya’nın 1939’da Çekoslovakya’yı işgali ile Avrupa’nın en büyük uranyum madenlerine el koyması, özellikle Avrupa’dan Amerika’ya kaçan bilim insanlarını endişelendirmiştir. Macar asıllı Yahudi fizikçi Leo Szilard, Albert Einstein ile birlikte Başkan Roosvelt’e gönderdikleri uyarı mektubunda; nükleer enerjinin gücünden ve bomba yapılabilme potansiyelinden, Almanya’nın bu konuda çalışmakta olduğundan ve Amerika’nın geride kalmamak için bir an önce bu işe başlaması gerektiğinden bahsetmiştir. Bunun üzerine başkanın onayı ile atom bombası çalışmalarının yürütüldüğü Manhattan Projesi başlatılmıştır. Projenin başına getirilen fizikçi Robert Oppenheimer 500’e yakın bilim insanıyla yoğun çalışarak atom bombasının 1945 Ocak ayında kadar geliştirileceğini tahmin etse de ilk bomba denemesini ancak 16 Temmuz’da New Mexico çölünde yapılabilmiştir. Bu arada Kızılordu’nun Berlin’e girmesi ve Hitler’in intiharı ile Almanya 9 Mayıs’ta teslim olunca, atom bombasının Almanya’ya atılmasına da gerek kalmamıştır. Uzak doğuda ise kolu kanadı kırılmış, savaşma gücü pek kalmamış, son 250 civarında savaş uçağını ve pilotunu “kamikaze olma” emri ile yok etmekte olan ve savaşı bitirmeye istekli Japonya bulunmaktadır.
Roosvelt’in ölümüyle yerine gelen ve şahin bir politika izleyen Başkan Truman -bir başka talihsizliktir-, 26 Temmuz’da Postdam Konferansı sonrası Japonya’ya sert bir ültümatom vermiş ve derhal savaştan çekilip, yönetimin dağıtılmasını, demokratik bir hükümetin inşa edilmesini söylemiş, ancak imparatoruna ne olacağı belirtilmediği için Japonya bunu reddetmiştir. Bazı tarihçiler bu ültümatomun kabul edilmemek üzere verildiğini ve Japon imparatorunun akıbetinin açıkça belirtilmemesinin bilinçli olarak yapıldığını, sonrasında başka müzakerelere şans tanınmadığını ve atom bombasını kullanmak üzere “yeterli gerekçenin” yaratıldığını belirtmişlerdir. Ağustos başında Japonya koşullu bir barış istese de kabul edilmemiş ve sonrasında tarihte ilk kez, insanlar üzerine atom bombası atılmıştır. 6 Ağustos’ta “küçük oğlan” adını verdikleri uranyum bombası Hiroşima’ya, 9 Ağustos’ta “şişman adam” adını verdikleri plütonyum bombası Nagazaki’ye atılmış en az 160 bin kişi öldürülmüştür. Yıllar içinde "Hibakuşa" ismi verilen bomba mağdurlarının, radyasyona bağlı ağır hastalıklardan ölümleri sonucu, kayıplar yarım milyonu bulmuştur.
Bombanın mucidi Oppenheimer, ilk atom bombası denemesi sonrasında: “Dünya'nın artık aynı olmayacağını biliyorduk. Bazılarımız güldü, bazılarımız ağladı. Birçoğumuz sessizdik.” Kendi duygularını Hint destanı Bhagavad Gita'dan alıntı yaparak “Ben şimdi ‘ölüm’ oldum, dünyaların yok edicisiyim.”
Oppenheimer, Hiroşima ve Nagasaki’deki “siyah mantar” şeklindeki ürpertici patlamayı gördükten sonra çok pişman olmuş: “Dünyanın doğasını aniden ve derinden değiştiren, korkunç bir silah yaptık. Yaşadığımız dünyanın bütün ölçütlerine göre bu, şeytani bir şey. Bu şeyin olmasına katkı sağladım ve şu soru aklımı kurcalıyor: Bilim, insanlar için iyi bir şey mi?” Liyakat madalyası aldığı Başkan Truman’a: “Ellerimin kana bulandığını hissediyorum.” Truman, Dışişleri Bakanı’nın kulağına: “Bu adamı bir daha görmek istemiyorum.” Sonrasında Oppenheimer nükleer karşıtı hareketlerde yer alınca, komünistlikle suçlanıp, devlet görevlerinden uzaklaştırılır.
Çocukluğumuzun bahar aylarında doğadan topladığımız beyaz mantarlar bize et olur, lezzet olurdu, ancak 1945’in Ağustos’unda iki kez görülen siyah mantar yüzbinlere tarifsiz acı, ölüm ve insanlığa da en büyük dert olmuştur.
- Suç ve ceza ekseninde hastalar 12 Ekim 2022 09:07
- Hekimliğin “gelir” ile imtihanı 21 Eylül 2022 09:27
- Köprü 08 Eylül 2022 09:30
- Diktatörlüğe tarihsel ve “tıbbi” bakış 02 Eylül 2022 09:02
- Süpermenlik ile Don Kişotluk arasında bir tıp uzmanlığı 25 Ağustos 2022 11:03
- Cadı avı 17 Ağustos 2022 11:23
- Komünist Ali 05 Ağustos 2022 13:08
- Sağlıkta şiddet ve yanlışlar 27 Temmuz 2022 11:52
- Adli tabip 20 Temmuz 2022 13:13
- Asacaksın bu doktorları! 13 Temmuz 2022 04:16
- Bedo - Hamido sarkacında çocukluk 06 Temmuz 2022 10:43
- Bedenin külleri 29 Haziran 2022 11:07
- Sifilis: Siyasallaşmış bir hastalık 22 Haziran 2022 11:45
- Radyum kızları, silikozis erkekleri 15 Haziran 2022 09:15
- Ahlak, Vicdan ve Umut 01 Haziran 2022 12:25
- Üç darbe, üç yasa 25 Mayıs 2022 03:50
- Azaplık, memuriyet, 23 sentlik askerlik 17 Mayıs 2022 23:38
- Topal Koca 11 Mayıs 2022 07:50
- Ölüm cezası: Organize kötülük 04 Mayıs 2022 07:55
- Hitler’in Mirası 27 Nisan 2022 06:39
- Kır Çiçekleri 20 Nisan 2022 06:49
- Hekimlik kutsal mıdır? 13 Nisan 2022 04:44
- Vebanın düşündürdükleri… 06 Nisan 2022 05:54
- Diyarbakır-Frankfurt hattı 30 Mart 2022 05:27
- Hekimbaşı 23 Mart 2022 07:15
- Derdini Marko Paşa’ya anlatmak… 16 Mart 2022 07:45
- Hekim sorumluluğu ve Pastör 09 Mart 2022 07:33
- Gerçeğin çokluğu, hakikatin tekliği 02 Mart 2022 06:19
- Tıbbın dönüşümünden notlar 23 Şubat 2022 04:45
- Sürek avı 16 Şubat 2022 06:42
- Ölümsüzlüğe dair… 09 Şubat 2022 06:06
- Toplumsal eşitsizlik ve ölü bebekler 02 Şubat 2022 04:44
- Zakkumun kökü 26 Ocak 2022 04:12
- Çukurova 19 Ocak 2022 07:03
- Diyardan gitmek 12 Ocak 2022 04:47
- Robot hakları 29 Aralık 2021 04:54
- Sinan 22 Aralık 2021 05:37
- Stetoskop ve G(ö)rev 15 Aralık 2021 05:06
- Her göç bir hikayedir! 08 Aralık 2021 03:58
- Futbol, faşizm, felsefe 01 Aralık 2021 08:39
- Neşter, yaşam ve ayak üstü karşılaşmalar… 24 Kasım 2021 04:30
- Cemile 17 Kasım 2021 03:43
- Gerçeğin şamarı 10 Kasım 2021 06:08
- Güvenin kırılgan tarihi 03 Kasım 2021 07:11
- Mutluluğun zor halleri 27 Ekim 2021 06:04
- Kuş gribi, kötü yönetim, Bulut… 20 Ekim 2021 05:52
- Sağlığım sermayemdir 13 Ekim 2021 02:30
- Tıbbın evrimi, Hipokrat ve hekimlik 06 Ekim 2021 05:49
- Yeşil Kart, küçük Amerika 28 Eylül 2021 23:30
- Havuz problemi 21 Eylül 2021 23:35
- 12 Eylül, iki çocuk, bir doktor… 14 Eylül 2021 23:19
- Aşı karşıtlığı ya da mayın tarlasında yürümek… 08 Eylül 2021 05:00