10 Ağustos 2022 11:29

Siyah mantar

Doğadan topladığımız beyaz mantarlar bize et olur, lezzet olurdu, ancak 1945’in Ağustos’unda iki kez görülen siyah mantar yüzbinlere tarifsiz acı, ölüm ve insanlığa da en büyük dert olmuştur.

Fotoğraf: Wikimedia Commons (Public Domain)

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

Çocukluğumuzun doğayla ilişkisinde, tarih öncesi atalarımız gibi “toplayıcılık” önemli yer etmişti. Doğadan ne mi toplardık? Hozelek ve göbelek.

Yağmurlu mevsimlerde aileler çocuklarını: “hadi çabuk gelin hasta olursunuz, sonra da iğne yersiniz vallahi” diye eve çağırırken, yoksul çocuklar yağmurluklarıyla tarlalara, bahçelere çıkar otların çalıların arasından “hozelek” namı diğer salyangoz toplarlardı. “Kilosu 10 liradan bizden alıp yurt dışına gönderiyorlarmış, kim bilir onlara kaça satıyorlarsa. Amerika, Almanya ama en çok da Fransa’ya satıyorlarmış, bunları pişirip yerlermiş, hatta konservesini bile yapıyorlarmış.” “Tadı nasıl ola ki?” “Biz yemeyiz, hem günah zaten, tadına bakılır mı?” Bir hozelek bulunduğunda, çevrede başkaları da olurdu ve ıslak otlar el yordamıyla açılır ve siyah, kahverengi, beyaz hozelekler omuzdaki torbaya doldurulurdu. Yürürken torbadaki hozelek kabuklarının birbirine çarpmasıyla, her adımda ses çıkardı. Bazen sisten veya ağaçlardan dolayı gelen kişi görülmese de bu sesler ele verirdi: “Rast gele, kaç kilo topladın?” Her daim düşük söylenirdi: “Çok değil 4-5 kilo” Ama torbanın şişkinliği 10 kilodan fazla olduğunu gösterirdi.

Bahar geldiğinde bahçelere, dağlara “göbelek” toplamaya çıkılırdı, her çeşit mantarın adı göbelekti. Güya, siyah veya kahverengi olanlar zehirli, beyazlar yemeklik mantardı. Göbelek sote nefis olurdu: “Anne çok lezzetli yapmışsın!” “Oğlum, göbelek fakirin etidir, et pahalı hiç olmazsa bu mevsim et yerine, doyasıya yiyin” Bazen çevreden acı haberler duyulurdu: “Eyvahhh bizim köylülerden bir aile, 9 nüfus hepsi göbelekten zehirlenmiş, hastanede ölmüşler, yahu hiç mi bakmadınız, sormadınız, bilmediğiniz göbelek yenir mi? Onlar kesin siyah olandan yemişlerdir. Bak, ihmal canınıza mal oldu. Off of…Yazık ki ne yazık!” “Anne biz de yedik ama, nereden bileceğiz zehirli olduğunu?” “Oğlum biz her yıl yediğimizden yiyoruz, bak bunlar beyaz, güzel, insanın yüzüne gülüyor gibi, bunlar zehirli olmaz. Siyah olanlar zehirlidir.” Yine de artık mantara karşı mesafeliyim: “Mantar öldürür!”

Her daim hızla büyümeyi istediğimden, üst sınıfların derslerini merak eder ablalarımın kitaplarını ilgiyle karıştırırdım. Siyah beyaz tarih kitaplarının son konusu İkinci Dünya Savaşı’ydı, ondan sonra sanki tarihin ilerlemesi durur, yeni olayların tarih olması beklenirdi. Muhtemelen savaşa katılmadığımızdan çok detaya girilmez, savaş bir iki sayfada kısaca anlatılır ve bir sayfada da atom bombasının patlama anın resmi olurdu: Resmin altında, Amerika’nın Japonya’ya attığı ve binlerce ölüme neden olan atom bombası. Resimde kocaman bir siyah mantar vardı. Annemin “siyah mantar öldürür” teorisi gibi, burada da ölüm meleği siyah mantar olarak gelmişti.

Tarih dersi kitaplarında kısacık yer verilmesine rağmen, Amerikan sinema endüstrisinin yaptığı ve Amerika’nın her daim erdemi temsil ettiği filmler, diziler bu savaşa merakı da kamçılamıştır. Üstelik iyi kalpli ve cesur Amerikalılar bu savaşta, vahşi, tuhaf ve kötülük timsali Japonlar’ın bitmeyen inadı yüzünden, onlara karşı atom bombası kullanmak zorunda kalmış hem savaşı bitirmiş hem de dünyayı kurtarmıştı.

Acaba atom bombası fikri nasıl ortaya çıktı?

Bütün hikâye Demokritos’un 2500 yıl önce atomların varlığını iddia etmesiyle başlamıştır. Antik Yunan’da “gülen filozof” olarak bilinen Demokritos (MÖ 360-470) evrene olan merakını gidermek üzere, basit ama sonuçları önemli bir deney yapar. Büyükçe bir taşla, küçük bir taşı vurarak parçalamaya başlar. Taş daha küçük parçalara bölüne bölüne öyle küçülür ki bir noktadan sonra artık daha fazla bölünemeyecek hale gelir. Demokritos, bu en küçük parçacığa Yunanca “bölünemez” anlamına gelen “atomos” adını verir. Ancak, koca Aristo bu fikri saçma bulunca, teori 1800’lere kadar tedavülden kalkar. Bu tarihte İngiliz kimyacı John Dalton’un çalışmaları, Demokritos’un haklılığını tesciller: “Elementler, atom adı verilen son derece küçük parçacıklardan oluşmuştur.” Belki de Aristo şöyle diyecektir: “Atom fikrini tedavülden kaldırarak, insanlığın atom bombası ile tanışmasını olabildiğince geciktirmiş oldum!” Ancak bir dizi talihsizlik bu tanışmayı hızlandırmış ve Demokritos’un bölünemez dediği atomun da bölünebilir olduğu, açığa çıkacak devasa enerjinin yakıt olarak kullanılabileceği gibi bomba olarak da kullanılabilir olduğu ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılın ilk yarısında fizik, kimya gibi temel bilimlerde ulaşılan yüksek seviye, dahi fizikçilerin atom konusunda çalışmaları ile insanlık tarihinin en büyük savaşının aynı zaman dilimine denk gelmesi belki de en önemli talihsizliktir. Bilim insanları atom enerjisini özgürleştirmeye çalışırken, iki düşman cephede yer alan ülkelerin, atom bombası yapma yarışına girmeleri insanlık için tam bir trajedi olmuştur.

Almanya’nın 1939’da Çekoslovakya’yı işgali ile Avrupa’nın en büyük uranyum madenlerine el koyması, özellikle Avrupa’dan Amerika’ya kaçan bilim insanlarını endişelendirmiştir. Macar asıllı Yahudi fizikçi Leo Szilard, Albert Einstein ile birlikte Başkan Roosvelt’e gönderdikleri uyarı mektubunda; nükleer enerjinin gücünden ve bomba yapılabilme potansiyelinden, Almanya’nın bu konuda çalışmakta olduğundan ve Amerika’nın geride kalmamak için bir an önce bu işe başlaması gerektiğinden bahsetmiştir. Bunun üzerine başkanın onayı ile atom bombası çalışmalarının yürütüldüğü Manhattan Projesi başlatılmıştır. Projenin başına getirilen fizikçi Robert Oppenheimer 500’e yakın bilim insanıyla yoğun çalışarak atom bombasının 1945 Ocak ayında kadar geliştirileceğini tahmin etse de ilk bomba denemesini ancak 16 Temmuz’da New Mexico çölünde yapılabilmiştir. Bu arada Kızılordu’nun Berlin’e girmesi ve Hitler’in intiharı ile Almanya 9 Mayıs’ta teslim olunca, atom bombasının Almanya’ya atılmasına da gerek kalmamıştır. Uzak doğuda ise kolu kanadı kırılmış, savaşma gücü pek kalmamış, son 250 civarında savaş uçağını ve pilotunu “kamikaze olma” emri ile yok etmekte olan ve savaşı bitirmeye istekli Japonya bulunmaktadır.

Roosvelt’in ölümüyle yerine gelen ve şahin bir politika izleyen Başkan Truman -bir başka talihsizliktir-, 26 Temmuz’da Postdam Konferansı sonrası Japonya’ya sert bir ültümatom vermiş ve derhal savaştan çekilip, yönetimin dağıtılmasını, demokratik bir hükümetin inşa edilmesini söylemiş, ancak imparatoruna ne olacağı belirtilmediği için Japonya bunu reddetmiştir. Bazı tarihçiler bu ültümatomun kabul edilmemek üzere verildiğini ve Japon imparatorunun akıbetinin açıkça belirtilmemesinin bilinçli olarak yapıldığını, sonrasında başka müzakerelere şans tanınmadığını ve atom bombasını kullanmak üzere “yeterli gerekçenin” yaratıldığını belirtmişlerdir. Ağustos başında Japonya koşullu bir barış istese de kabul edilmemiş ve sonrasında tarihte ilk kez, insanlar üzerine atom bombası atılmıştır. 6 Ağustos’ta “küçük oğlan” adını verdikleri uranyum bombası Hiroşima’ya, 9 Ağustos’ta “şişman adam” adını verdikleri plütonyum bombası Nagazaki’ye atılmış en az 160 bin kişi öldürülmüştür. Yıllar içinde "Hibakuşa" ismi verilen bomba mağdurlarının, radyasyona bağlı ağır hastalıklardan ölümleri sonucu, kayıplar yarım milyonu bulmuştur.

Bombanın mucidi Oppenheimer, ilk atom bombası denemesi sonrasında: “Dünya'nın artık aynı olmayacağını biliyorduk. Bazılarımız güldü, bazılarımız ağladı. Birçoğumuz sessizdik.” Kendi duygularını Hint destanı Bhagavad Gita'dan alıntı yaparak  “Ben şimdi ‘ölüm’ oldum, dünyaların yok edicisiyim.”

Oppenheimer, Hiroşima ve Nagasaki’deki “siyah mantar” şeklindeki ürpertici patlamayı gördükten sonra çok pişman olmuş: “Dünyanın doğasını aniden ve derinden değiştiren, korkunç bir silah yaptık. Yaşadığımız dünyanın bütün ölçütlerine göre bu, şeytani bir şey. Bu şeyin olmasına katkı sağladım ve şu soru aklımı kurcalıyor: Bilim, insanlar için iyi bir şey mi?” Liyakat madalyası aldığı Başkan Truman’a: “Ellerimin kana bulandığını hissediyorum.” Truman, Dışişleri Bakanı’nın kulağına: “Bu adamı bir daha görmek istemiyorum.” Sonrasında Oppenheimer nükleer karşıtı hareketlerde yer alınca, komünistlikle suçlanıp, devlet görevlerinden uzaklaştırılır.

Çocukluğumuzun bahar aylarında doğadan topladığımız beyaz mantarlar bize et olur, lezzet olurdu, ancak 1945’in Ağustos’unda iki kez görülen siyah mantar yüzbinlere tarifsiz acı, ölüm ve insanlığa da en büyük dert olmuştur.

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI