28 Ağustos 2022 03:40

Kendimiz olmak ve korkmamak

Oya Yağcı, iktidar temsilcilerinin hedef göstermesinin ardından tutuklanan Şarkıcı Gülşen'e dair yazdı.

Fotoğraf: AA

Paylaş

Oya YAĞCI

Yurttaşlık hukuku değil mayın tarlası yaşadığımız. Maruz bırakıldığımız yaşam tam da bu gerilim hattında düşünülebilir. Adalet talebimiz muhataptan yoksun. Kasıtlı hak ihlallerinin norm olduğu yerde, adalet sarayları (Her yer saray ihtişamında olmalı) ve hapishaneler suç tanımı ile birlikte büyüyor. Hak kavramının içeriği sulandırılır ve suçun içeriği temel haklar aleyhine genişletilirken, siyaset, birikim rejiminin teknik aciliyetler listesine indirgeniyor. Toplumsal ufkumuz teknokratların görüş mesafesinde tutuluyor haliyle. Suçun niteliğini ve tanımını meşrebine göre değiştiren ve bunu tutuklamalarla olağanlaştıran tuzakçı bir rejimin döşediği mayınlar belirliyor varoluşu. Bu rejimde hepimiz suçluyuz. Döşedikleri mayınlar o kadar çok ve her yerde ki basmamak imkansız. İmkansız çünkü yaşama savaş açmış bir iktidar var karşımızda. Arzu edilen, nefes almayan, kendi sesinden korkan ve kendinden sıkılan bir vasatın inşası. Böylece kendinden sıkılan herkes herkesin polisi, yargıcı, celladı olabilsin. Tekinsizlik, öngörülemezlik, asık suratların nadanlığı ile cezalandırıcı bir sistem: Yönetmenin en kapitalist ve pratik hali yani.

HERKESİ POTANSİYEL SUÇLU KABUL ETMEK

Suçun tanımını belirsizleştirmek, herkesi potansiyel suçlu kabul edip keyfiliği hukukun yerine koymak, görünmeyen parmaklıkları her yer ve koşul için zihinlere yerleştirmek…  Tarihten biliyoruz kapitalizmin işlevsel bulduğu ve onayladığı rejimlerin nefreti nasıl siyasallaştırdığını. Nefreti örgütlemek doğaya, insana ve tüm canlılara karşı işlenen en ağır suç oysa… Nefretin genelleşmesi toplumsal yaşamda asgari öngörülebilirlik ve güven koşulunu yok eder en çok. Bu nedenle nefreti norm haline getiren, demokrasiye de laikliğe de ihtiyaç duymaz: “Her şeyin ölçüsü kendisidir ve bedelden azadedir.” Bunun da yanılgı olduğunu tarihten biliyoruz ve zaten gülüyoruz bu tuhaf körlüğe.

Festival, konser, eylem ve isim yasaklarını sıraya dizen iktidar, hareketsiz ve bölünmüş bir yığın arzuluyor. Kendisi gibi olmayandan, farktan nefret ediyor. Nefretin sebebini anlamaya çalışmak yerine kinin açığa çıktığı durum ve öznelere bakmak yeterli gibi. Bilgiye, entelektüele, liyakate, yaratıcılığa ve alternatife alerjisi, vasıfsızlaştırma ve mülksüzleştirme rejimine duyduğu tutkudan besleniyor. Bu nedenle fark ve yaratıcılık acımasızca cezalandırılıyor. Kendisi için bir dünya görüşü ve çekim alanı oluşturmak konusunda gönülsüz; zira tek bildiği yasaklamak. Kültür ve sanat, bilim, doğa ve dahi dans eden düşünce ve beden bu sınırlara sığmıyor.

TÜM VAROLUŞ FORMLARI SALDIRI ALTINDA

Doğaya, kadına, gence ve LGBTİ+ bireylere, etnik, cinsel, dinsel saldırıların temelinde psikolojilerden ziyade saldırgan kapitalizmi ve sınıfsızlaştırmayı görmemek imkansız. Ataerkil işlevselleştirici kapitalist politikaların ve sermaye birikim mantığının dışına sızan ve ataerkil normlaştırmaya aykırı görülen tüm varoluş formları saldırı altında.

Floresan beyazlığında solmuş bedenler ve ruhlar belirliyor iktidarın toplumsal ufkunu. Her yer ve her konum gözü kör eden ışığın altında tutulmalı, hayat sürekli bir tutukluluk ve sorgu hali olmalı, bayram değil! Neş’e, oyunbazlık, dans, biyolojiye ve ideolojiye indirgenmeye direnen bedenler ve en çok da acil işsizleştirme-mülksüzleştirme rejiminin kurucu ilkesine aykırı bir biçimde bedenlerini ve zihinlerini özgürleştiren kadınlar rejimin düşman belledikleri.

IŞIKLAR FLORESAN RUHSUZLUĞUNDA

Gün ışığını sevmiyor rejim, ışıklar floresan ruhsuzluğunda ve sürekli açık tutulacak ve floresanın insanı çıldırtan, her kulağın algılayamadığı tiz ve sürekli sesi ile durmaksızın taciz edilecektir toplum.  

Sabitliği seviyor rejim. Harekete karşı. Bıyığı seviyor… Bir de renklere düşman. Üreme rejiminden kopan, bedenini biyolojik üretim bandına dönüştürmeye karşı çıkan, patriarkanın dağıttığı kartları, masayı devirerek reddedene tahammülü yok en çok.

Betonu arzuluyor rejim, kalıba döküleni ve kalıbın sınırında kalanı. Bedenini ve ruhunu işleyene, inşa edene tahammülü yok. Moru sevmiyor rejim, kırmızıya düşman, gökkuşağına kurşun atıyor ata talimi olarak.

Gülmeye ve şenliğe öfkeyle parmak sallıyor. Ve tuzağı hukuk formunda arka cebinde dolaştırıyor. Temel hakların dokunulmazlığını lüks buluyor. Kendisi için demokrat olmayı seviyor, satamadığı hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Kaşları hep devrik, sesi hep yüksek çıkıyor.

Arkasına dönüp bakamıyor. Yıkmayı biliyor sadece.

KENDİSİ OLMAK İSTEYEN BİR ŞARKICI

Gülşen! Tuzak rejiminin mayınına yakalanan şimdilik son isim. Bir özelliği var Gülşen’in; bedenini rejimin kod kırıcısına, arzunun ve özgürlüğün temsiline dönüştürüyor. “Çorabını çek” diyen korkak seslere karşı yüksek sesle ve tüm kamuyu dahil ederek had bildiriyor. Hiyerarşiye aldırmıyor, farkı sahnede bedenleştiriyor. Farkı sevdiriyor ve korkusuzluğu. Kahraman değil, sıradan, kendisi olmak isteyen bir şarkıcı. Rejimin vurduklarını sahneye taşıyor renkleriyle. Basit, net, sıradan ve bu nedenle çok kıymetli. Bize hatırlattığı bir şey var: Kendimiz olmak ve korkmamak. Alan açmak ve açtığımız alanda olmayı savunmak. Mezeköy’ün Azime Ninesi gibi bastonu kaldırıp “Buradayım! Gitmiyorum!” demek.

Gülşen’den muhalefet yaratmaya şüpheyle bakanlara da soralım: Muhalefet nasıl olmalı? Sizin tanımladığınız biçimde mi? Bir tanımınız ve aşmayı göze aldığınız sınırlarınız var mı? Neler? Politik olandan ne anlıyorsunuz? Ve bedeninizle ilişkinizin politikliğinden haberdar mısınız? Yoksa size tanınmış eril rol içinden muhalefeti, siyaseti ve ideolojiyi kadınların indirgenmiş bedenlerine kör kalarak sürdürmek çok mu işinize geliyor?

Mezeköy’ün Azime Ninesi ve Gülşen’in duruşu arasında fazla mesafe yok. “Ben buradayım!” diyor her ikisi de. Biz de buradayız! Amasız, koşulsuz ve sonuna kadar!

ÖNCEKİ HABER

Kalıcı oje için 'deri kanseri' uyarısı

SONRAKİ HABER

ETF işçileri patronun evinin önünde eylem yaptı: İşçiler burada, Sanem Dikmen nerede?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa