Yazar Polat Özlüoğlu: Sustuklarımız konuşulsun istiyorum
Dördüncü öykü kitabı “Annem Kovboylar ve Sarhoş Atlar”ı okurlarıyla buluşturan Yazar Polat Özlüoğlu ile yeni kitabı üzerine konuştuk.
Polat Özlüoğlu ve yeni öykü kitabı.
Handan GÖKÇEK
İzmir
“Annem Kovboylar ve Sarhoş Atlar” ile dördüncü öykü kitabını okurlarıyla buluşturan Polat Özlüoğlu, öykülerinde aile yapısına odaklanıyor ve bireylerin yaşadıklarını, suskunluklarını, itirazlarını gösteriyor. Özlüoğlu ile yeni kitabı üzerine konuştuk. Aile kavramına değinen Özlüoğlu, “Muktedirlerin, dinin, geleneklerin dayattığı ideal aileyi deşifre etmeye çalışıyorum. Çocuk olmak bu memlekette tehlikeli bir masalın kahramanı olmak demek. Sustuklarımız biraz konuşulsun, anlatılsın, dillendirilsin istiyorum” diyor.
Kitabı okurken aslında ne kadar çok şeye susuyoruz diye düşündüm. Öyküler özellikle aile içinde bireylerin birbirine söyleyemedikleri, itirafları, içlerinden haykırdıkları cümleler. Sanki o iç konuşmalar bir sese bürünse o acılar yaşanamayacak gibi. Kitabın meselesini bu izlek üzerinden değerlendirebilir miyiz? Sustuklarımız…
Aile benim için tedirgin edici ve çok kaygan bir zemin. Çok odalı eski bir eve benzetirim. Her odası birbirinden farklı, büyüklü, küçüklü, dar-geniş, karanlık-aydınlık, rutubetli, nemli, ferah, kırık dökük, yepyeni ya da eski. Öyle tuhaftır ki bu evlerdeki bazı kapıları hiç açmamak, bazı odalara hiç girmemek gerekir. Hangi aileye doğacağını bilmeyen milyonlarca çocuğuz hepimiz. Belki bilsek kimin anne-babamız olacağını dünyaya hiç gelmek istemeyecek çocuklarla dolup taşacak öte dünya. Bu yüzden öykülerde mekan olan evler de ayrı bir önem kazanıyor benim için. Çocuk bir kadının kucağında dünyaya merhaba diyor. Bir evde büyüyor, serpiliyor, boy atıyor, ergen oluyor, yetişkinliğe adım atıyor ve bir birey olarak evden ayrılıp hayatın içine savruluyor. Yaşıyor, olgunlaşıyor, yaşlanıyor ve ölüyor. Çok basit geliyor böyle özetleyince. Oysa o insanın hayatını belirleyen tek şey içine doğduğu ev, aile. O çocuğun gelecekte nasıl bir insana dönüşeceği, ruhsal, duygusal ve hatta fiziksel olarak nasıl bir kimlik kazanacağı bu eve bağlı. Şanslı olanlarımız toplumsal normlara göre normal addedilen ailelerle büyüyoruz ama ya diğerleri, ya azınlıkta kalanlar ya da çoğunluktakiler ne olacak? Arızalı, hatalı, yanlış, çarpık, korkunç, acayip, tehlikeli bir aileye doğanlar nasıl yaşıyorlar? Çoğu susuyor. Çoğu içindeki isyanı, direnişi, yenilgiyi, korkuyu bastırmaya çalışarak yara bere içindeki ruhlarını, bedenlerini örterek hayatı ıskalıyorlar. Onlar gerçekten hayatta kalma savaşı veriyorlar. Bu yüzden kutsal aile kavramını deşiyorum öykülerde. Muktedirlerin, dinin, geleneklerin dayattığı ideal aileyi deşifre etmeye çalışıyorum. Çocuk olmak bu memlekette tehlikeli bir masalın kahramanı olmak demek. Sustuklarımız biraz konuşulsun, anlatılsın, dillendirilsin istiyorum.
‘AİLE NEYE DÖNÜŞTÜYSE TOPLUM DA ONA DÖNÜŞÜYOR’
Kitap her ne kadar aile içindeki bireylerin meselelerinden yola çıkılsa da sonuçta toplumsal sorunlara da ayna tutuyor. Özellikle öykülerdeki “baba” figürü “iktidar olan”la örtüşüyor. “Dikatör baba, iktidardan düşmüş baba, vs.” Aile ise toplumu yansıtıyor gibi ya da son yıllarda toplumsal olarak yaşadıklarımızdan sonra ben öyle hissettim, ne dersiniz?
Evet. Tıpkı dediğiniz gibi aile neye dönüştüyse toplum da ona dönüşüyor. Öyle çok şiddet, baskı, zulüm ve zorbalık var ki aile içinde yaşanan, toplumun bunu tamamıyla yansıttığını düşünüyorum. Toplumsal yaşantıda aile en küçük devlet değil mi? Ufacık devletçikler içinde babalar kendi iktidarlarını kuruyor, yaşatıyor ve devam ettirmiyorlar mı? Babalar şiddeti, baskısı, orantısız gücü, iktidarı, zorbalığı ile birer diktatöre dönüşüyorlar. Adeta evin içinde hüküm sürüp krallıklarını ilan ediyorlar. İsyan etmek, direnmek, karşı koymak, sessiz kalıp susmak, oturup dizini kırmak, kol kırılıp yen içinde kalmak ibareleri o ailenin içindeki huzursuzluğu, korkuyu, yalnızlığı sonlandırmıyor elbet. İktidar karşısında çaresiz, eli kolu bağlı, dilleri lal olan anneler, kızlar, oğullar var bu memlekette. Aile içi şiddete uğramış, kurban gitmiş bireyler var. Suistimale uğramış çocuklar var. Her aile böyle değil. Baba figürü de her zaman kötü değil. Sevgi dolu, cana yakın, iyilik timsali olanlar da vardır elbet. Hatta çoğunluktadır belki de ama zorbalığı, zalimliği, baskıyı yazmak gerek. Aile sağlıklı olabilseydi eğer bu kadar çok kadın cinayeti, çocuk istismarı, eril şiddet, adaletsizlik, haksızlık olmazdı belki de. Gazetelerde isimleri birer istatistik veriye dönüşen kadınlar, kızlar, çocukların öldüğü topraklarda ailenin kutsallığı bana pek inandırıcı gelmiyor. Bir de bu rakamlar haberleri yapılanlara ait ya diğerleri, hiç duyulmayanlar, dört duvarın arasında kalanlar, dillendirilemeyenler, saklananlar, gizlenenler, kırılıp dökülenler ne olacak? Hikayesi anlatılacak elbette.
‘ÖYKÜ ELBETTE VAZGEÇİLMEZ BİR TÜR BENİM İÇİN’
Öykü ile mi devam yoksa gelecekte bir Polat Özlüoğlu romanı bizi bekliyor mu?
Öykü elbette vazgeçilmez bir tür benim için. Aklıma geldiği anda yazıya dökülmesi en muhtemel hikayeler hep öyküye sığınıyor. Ama elbette bir yazar olarak türler arasında dolaşmak fikri de cazip geliyor. Yazarın cinsiyeti olmadığı gibi tek türe bağlı kalması da beklenmemeli. Uzun zamandır bekleyen, demlenen, yazılıp bozulan, tekrar toparlanan bir romanım var heybemde. Daha bekler mi yoksa kendi yolculuğuna başlar mı bilmiyorum. Ama şimdilik öykünün açık denizlerinde kulaç atmayı seviyorum.
‘BAMBAŞKA KİTAPLARA KOŞMAYI SEVİYORUM’
Kitabı okurken bazen “Peri Kızı Af Buyrun” bazen “Hevesi Kirpiğinde’’ bazen de “Günlerden Kırmızı” adlı öykü kitaplarına gittim, bu öyküler bir parça diğer kitaplarınızla küçük cümleciklerle, anıştırmalarla metinler arası bir ilişki kuruyor. Metinler arasılık üzerine ne düşünüyorsunuz?
Metinler arası denemeler yapmayı önemsiyorum yazdığım metinlerde. Dikkatli okurların ya da bu tür okumalara ilgi duyanların gözünden kaçmayacak göndermeler yapmak keyif veriyor. Göze fazla batmayıp fark etmeyen okurda eksiklik hissi uyandırmayacak, öykünün bütününe zarar vermeyecek ufak tefek şeyler. Elbette romanda bunu yapmak daha kolay olmalı ama öykünün içine bazı önemsenen yazarların eserlerine dair anıştırmalar hoş. Bu tür okumalar okura başka kapılar aralaması bakımından önemli. Yeni kitaplara, yazarlara, metinlere, çağlara, akımlara yönlendiriyor okuru bu tür metinler arasılık. Bir kitabı okurken sadece bir cümle ile bambaşka kitaplara koşmayı seviyorum açıkçası. Başka dünyalara savrulmak gibi.
‘GERÇEKÇİ HAYAL KURDUĞUMU SÖYLEYEBİLİRİM’
Özellikle “Evimizdeki Kız” öykünüz, bir kısa film de olabilir. Ayrıca dil olarak da çok sinematografik bir diliniz var. Yazarken öykülerinizin farklı sanat disiplinlerine de (Film-oyun) dönüştürebileceğinizi düşünür müsünüz?
Aslında yazarken karakteri, mekanı, zamanı bütünüyle hayal ediyorum. Aklımdaki hikayeyi, görüntüyü, sahneyi, kahramanı gözümde canlandırırken bir yandan da deftere karalıyorum gördüğüm şeyi. Oldukça gerçekçi hayal kurduğumu söyleyebilirim. Çocukluktan kalan bir alışkanlık. Kağıda bu hayali tamamen yansıtabilmek önemli elbette. O yüzden okurken sinematografik geliyor öyküler. Elbette keşke film olsa ya da tiyatro metnine uyarlansa dediğim öykülerim var. Yazarken öncelikle karakter canlanıyor zihnimde. Oldukça gerçekçi bir şekilde sanki karşımda oturuyor gibi hissediyorum. O kahraman bir süre benimle dolanıp duruyor metni yazdıktan sonra. Ne kadar yabancı, uzak, ayrıksı bir karakter olsa da okurun gözünde öyle kolaylıkla canlanıyor ki okur onunla tanışıklık hissini yakalayabiliyor. Ya da yakınlık duyuyor, özdeşlik kuruyor, empati yapmayı deniyor. Çünkü canlı-hakiki bir insanın hikayesini okuyor. Okura bunu hissettirecek dili yakalamak önemli. Çünkü dili iyi kullanırsam biliyorum ki öykü ayakta kalır. Hikaye, kurgu, karakter, mekan ne kadar sağlam olsa da bütün bunları bir arada tutan tek şey, harç dildir. Marguerite Duras bir romanında şöyle bir cümle kurdurmuş kahramanına “Dili yanlış kullanmak cinayettir.” Katılıyorum bu hisse.