Öykücü ve Şair Ercan y Yılmaz: Anlatmayı ve kurmayı seviyorum
Öykücü ve Şair Ercan y Yılmaz, “Altı Üstü İstanbul” adlı romanını anlattı.
Ercan y Yılmaz | Fotoğraf: Kadir İncesu
Kadir İNCESU
Öykücü ve Şair Ercan y Yılmaz İthaki Yayınları tarafından yayımlanan “Altı Üstü İstanbul” adlı roman ile çıktı okurlarının karşısına… Yılmaz, “Ekolojik roman” olarak da tanımladığı yeni romanında yok edilen doğaya ve bu yok oluşun insandaki etkisine dikkat çekiyor. Ekolojik ve çevre sorunlarına dikkat çeken bir roman “Altı Üstü İstanbul”… Yazar, anlatısının bir anda okunup geçilmesini istemez gibi… Üç anlatıcı olması, anlatılanların daha da dikkat çekmesini sağlıyor. Ercan y Yılmaz’a, kısa zamanda 2. baskısını yapan yeni romanı üzerine, romanın kahramanlarından Şa’nın Dav’a söylediği “Masal gerçeklerdir, hayatsa gerçekçi” sözünü de bir an olsun unutmadan merak ettiğim soruları sordum.
Edebiyatın farklı türlerinde yazıyorsun. Bu durumun, çalışılan yapıta etkisi üzerine neler söylemek istersin?
Birçok açıdan bakma imkanı veriyor. Masal penceresinden, şiir gözüyle, öykü titizliğiyle, roman disipliniyle… Bunların ötesinde “farklı tür” dediklerimiz aslında aynı şeyin hafif farklı hali, anlatma hissinin. Ben anlatmayı ve kurmayı seviyorum. Bazen türüne de karar verebiliyorum ama çoğunlukla anlatı hissi kendi türünü belirliyor.
"CEVAP ‘İNSAN’ OLMAM"
Doğaya yaklaşımının kaynağı nedir?
Tuhaf olacak ama cevap “insan” olmam. Tuhaflıksa insanın doğadan uzaklaşmasının boyutu o kadar korkunç ki bireyin kendini doğanın parçası görmesi bazen inandırıcı gelmiyor. En başta insanın kendisi buna inanmakta zorluk çekecek derecede doğadan uzaklaştığını biliyor. Kısacası doğanın bir parçası olduğumu tekrar öğrendim. Yıllar önce bir yurt dışı seyahatimde, yalnızlıktan yorulduğum bir gecede, bir çınar ağacına sarıldım. Kollarım onunla bütünleşene kadar, kendimi bir karikatürde sandım. Meğerki masalmış… Böyle.
“Altı Üstü İstanbul”da çocukluğundan, küçük de olsa izler var mı?
Bilerek bıraktığım bir iz yok.
Üç zamanlı, anlatıcılı, bakışlı bir metin “Altı Üstü İstanbul”... Romanı tasarlarken düşündüğün bir durum muydu?
Roman zaman içinde çok değişti. Çoklu anlatıcı önceki romanlarımın da diliydi. Yine bir çoklu anlatıcıyla bir metin kurmak istiyordum. Böyle başladım. İki anlatıcılı başladım sonra üçüncüsü doğallıkla geldi. Romanın zaman alışkanlığıysa en baştan belliydi.
Anlatıcıların farklılığının metne nasıl bir katkısı olduğunu düşünüyorsun?
Bir orkestraya her bir enstrümanın katkısı gibi.
Peki yazara etkisini nasıl açıklarsın?
Yazarken yorgun bir zihin, bitirirken gurur…
Romanın kahramanlarından Edip’in yeni bilgilere ulaştıkça romanını yeniden yazdığını görüyoruz. Bu süreçte sen neler yaşadın?
Edip canlı bir roman peşindeydi. Kurmaca ve gerçek onun yazdığı romanda iç içe olduğu için en ufak bir gelişmede metni yeniden kurması gerekiyordu. Arayışının öğreticiliği sebepti buna. Ben de defalarca kurdum, yeni bir bilgi öğrendiğim için değil. Yazdıkça doğaya yaklaştığım için belki.
"AYNI ZAMANDA BİR GÖZ ROMANI"
Bölüm başlarındaki simgeler “görme”nin önemine dikkat çekmek olarak da değerlendirilebilir mi?
Tabii ki… “Altı Üstü İstanbul” aynı zamanda bir göz romanı.
İnva’da yaşayan kahramanlarınızın pek de alışık olunmayan bir yaşam biçimleri var. Bu yaşam biçiminin romanın kurgusundaki yeri nedir? İsimlerinin neden sadece birkaç harfini kullanıyorlar?
İnvalılar kinik bir topluluk. Doğadan hayatta kalabilecek kadarını alıyorlar. Yoğunlaştığım felsefe bu oldu. Doğaya saygılarının kökeninde kinizm var. İsimleri de yaşadıkları sürece bunun için kısa kullanıyorlar. İki ya da üç harf kendilerine yetiyorsa fazlasına tamah etmiyorlar. Ancak ölünce isimleri tamamlanıyor. “Mid” iken “Midhat” olur misal. Ölünce artık isteseler de doğadan kendilerine yetenden fazlasını alamayacaklarını için isimlerinin tamamına eriyorlar.
Kitabın adının farklı çağrışımları olmasını nasıl değerlendirmeliyiz?
Dilin güzelliği bu.
"GENEL OLARAK DOĞAYA DÖNDÜM"
Her metinle yazarı arasında bir bağ kurmak, kaçınılmaz bir durumdur… Hem genel olarak hem de bu roman bazında neler söylemek istersin?
“Altı Üstü İstanbul” benim yeniden doğaya alıştığım bir metin oldu. Çocukluğumda dere tepe ot toplayan biriydim. Topladığımız otlar yemek olurdu, çerez olurdu. Çocukluktan sonra hiç ot toplamamıştım, hiç ağaca sarılmamıştım. “Altı Üstü İstanbul” beni doğa konusunda terbiye etti. Çiçeklerin, otların, böceklerin isimlerini öğrenmek istedim. Yaşayışlarını merak ettim. Genel olarak doğaya döndüm.
Dav’ın, evleri yıkılmadan bir gece annesiyle İnva’yı terk etmesini, sorunlardan kaçış olarak mı yoksa arayış olarak mı değerlendirmeliyiz?
Dav bir arayışta. Romandaki ses onu çağırıyor. İkilimde kalıyor ama gidiyor. Kaçış değil bence.
Dav’ın bu arayışta yaşadıklarıyla nasıl bir gerçekliğe dikkat çekmek istedin?
Yaşamı, doğayı ve İstanbul’u nasıl tüketiyor olduğumuz görülüyor ama ben özellikle bir gerçeğe dikkatleri çekmek için uğraşmadım.
Edip’in de, Dav’ın ulaşmak istediği noktaya farklı bir yoldan ulaşmak istediği düşünülebilir mi?
Elbette. Biri anne üzerinden biri baba üzerinden ulaşmak istiyor.
Dav ve Edip öyle görünmese de birbirini tamamlıyor mu?
Bence tamamlıyor.
Romanda adı geçen onca yazar/şair, okuru romanın gerçekliğinden uzaklaştırma tehlikesi yaşatabilir mi?
Bu mümkün tabii. Ama şimdiye kadar böyle bir eleştiriye rastlamadım.
“Altı Üstü İstanbul” bir nevi ağıt olarak da görebilir miyiz?
Gezi Parkı direnişi henüz bir yaşında bile değildi romana başladığımda ve geleceğe, çocuklarımıza yeşil bir doğa bırakamayacak olmamızın korkunçluğunu hissettim. Romanın ağıt tınısı buradan geliyor olabilir.
Sence İstanbul’u en iyi hangisi anlatıyor? “İşte herkesin vuslatı bir şehir”, “herkesin şiiri bir şehir”, “herkesin yitiği bir şehir”…
Hepsi. İstanbul için herkesin bir tarifi vardır ve hepsi doğrudur.