Cumhuriyetin dış politikası, yeni-Osmanlıcılık, AKP’nin ‘u dönüşü’ ve sonrası…
“Erdoğan’ın tek adam rejiminin, emperyalistler ve işbirlikçileriyle diplomaside 'normale dönüşmüş' gibi görünse de kendi ihtiyaçlarını karşılayacak sonuçlar elde etmesi beklenir şey değildir."

Fotoğraf: TCCB
İhsan ÇARALAN*
Dış politika, devletlerin az çok istikrarlı yapılar olarak ortaya çıktığı dönemden beri özel bir öneme sahip oldu. Savaşlara kadar derinleşen ülkeler arasındaki gerilimler, zaman zaman dış politikanın iç politikayı, hatta ekonomik politikaları da şekillendirecek kadar belirleyici olmasına neden oldu.
Devletlerin evrensel bir sistemin parçaları olarak birbiriyle ilişki içine girdiği kapitalizm çağında dış politikanın rolü daha da arttı. Bir uzmanlık haline gelen dış politikanın yürütücülüğü, yani diplomatlık seçkin bir meslek haline geldi. Özellikle emperyalizm çağında ülkelerin bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlandığı dünyada iç içe geçen dış ve iç politikanın birbirinden ayrılmasının hayli zorlaştığını söylemek abartı olmaz.
Bu yazının iddiası elbette ki Türkiye’nin dış politikası üstüne bir inceleme yapmak değil. Burada amaç, Cumhuriyet’in başlangıcından itibaren dış politikanın ana dayanaklarına dikkat çektikten sonra, bu politikadan bir sapma olarak ortaya çıkan Erdoğan-AKP iktidarının 2007’den itibaren resmen yöneldiği “aktif dış politika”nın özelliklerine dikkat çekmek, bu iktidar dönemindeki gelişmeler karşısında bugünkü dış politikanın çelişkilerini ve açmazlarını ele almaktır.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE DIŞ POLİTİKANIN BAŞLICA DAYANAKLARI
Cumhuriyet dönemi dış politikasının başlıca iki yönelimi “statükoculuk” ve “batıcılık”[1] olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz.
AKP iktidarına kadar 80 yıllık dönemde, zaman zaman sapma girişimleri olsa da belirleyici olan bu iki yönelim olmuştur. Bu nedenle tartışmayı kapsayıcı ve açıklayıcı olan bu iki kavram üstünden yürüteceğiz.
“Statükoculuk”la, var olan durumu koruma, kendisine karışılmasını istemeyen iktidarın başka ülkelerin de işlerine karışmama, kendi sınırlarının tartışılmasını istemediği gibi başka ülkelerin sınırlarının değişmesi yönünde de bir istek göstermeme kastediliyor.
Eski sömürgeciliğin sona erdiği, SSCB’nin tarih sahnesine çıktığı ve ABD’nin hegemon emperyalist güç olarak İngiltere’nin eski sömürgelerindeki pozisyonuna göz diktiği, 20. yüzyılın başlarından, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, sömürgelerin siyasal bağımsızlıklarının tanınması, yaygın, hatta egemen bir eğilim haline gelmesi, uluslararası ilişkilerde önceki döneme göre önemli değişikliklere neden oldu. “Statükoculuk” kavramıyla işaret edilen durum böyle bir dünyada, genç Cumhuriyet için önemliydi. Çünkü bu tutum her şeyden önce, Lozan’la belirlenen sınırların tartışılmamasının önüne geçiyor, buna karşılık kendisi de başka ülkelerin sınırlarını tartışmayacağını söylüyordu.
Mustafa Kemal Atatürk bunu, birincisi daha Cumhuriyet kurulmadan 1921’de, ikincisi de 29 Ekim 1933’te “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sloganıyla özetlemişti. Sonraki yıllarda da bu slogan, sermayenin her klikten sözcüleri ve resmi yetkilileri tarafından yerli yersiz, gerçeklik bu ifadeyle ne kadar çelişirse çelişsin tekrarlandı.
Örneğin Hatay’ın Türkiye’ye katılması ve Kıbrıs’ın ikiye bölünüp fiilen iki ayrı devletin oluşmasını ortaya çıkaran ve Türkiye’nin toprak kazanımıyla sonuçlanan gelişmeler bu ilkeyle çelişmektedir. Ancak devlet yetkilileri ve diplomatlar için bu bir çelişki değildir. Bunlara göre Hatay zaten “Misakı Milli” içindedir ve böylece bir haksızlık giderilmiştir. Üstelik de savaş araçları kullanılmadan ve Milletler Cemiyeti’nin de “oluru”yla, Türkiye’ye katılmıştır. Kıbrıs’ta ise “garantörlükten doğan haklar kullanılmıştır” ve Türkiye’ye de resmen bağlanmamıştır! Türkiye devletinin statükoculuktan anladığı, böyle bir faydacı bir statükoculuktur!.
“Batılılaşma” ilkesinin kökeni 1839’daki Tanzimat Fermanı ile yabancı ülkelere ve vatandaşlarına verilen garantilere kadar uzatılabilir. Tanzimat Fermanı ile yolu açılan “batılılaşma” girişimi giderek Cumhuriyetin dış politikasının başlıca dayaklarından birisine dönüştü ve benimsendi. İçeride batılı normlara uygun bir sosyal hayat, kapitalist sisteme entegrasyon kanallarının açılması, Osmanlı İmparatorluğunun yarı sömürgeleşmesi anlamına gelen “batılılaşma” tutumu, emperyalizm çağı ile birlikte emperyalistlerin çıkarlarıyla çatışmayan, 1950’lerden itibaren de emperyalist dünyanın komünizme karşı ileri karakolu olan, NATO ve CENTO üyesi bir ülke olmanın dayanağı oldu.
İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin savaş dışında kalmak için yaptığı manevraları içeren dış politika, temel dayanakları bakımından en dikkat çekici dönem oldu diyebiliriz.
Dönemin iktidarı (CHP’nin tek parti iktidarı), başlangıçta Nazi faşizminin ülkesi Almanya’nın, sonra da İngiltere’nin siyasetine yakınlık duysa da genel olarak savaşan güçlerin eksenine girmemeye çalışmış, döneme göre ilişkilerdeki ağırlıkları değişse de hepsiyle ticari ve diplomatik ilişkilerini sürdürmeye çalışmıştır.
Savaşın bitiminden sonra Türkiye açık bir tercihte bulundu, savaş sonrasında emperyalist ülkelerin komünizme karşı mücadele stratejisini de açıkça destekleyen bir tutum aldı ve batılı ülkelerin savaş örgütü olarak kurulan NATO’ya girmek için çok hevesli oldu. Ancak 2. Dünya Savaşı’ndaki ikircikli tutumu ve başka nedenlerle NATO’ya “kabulü”, ancak komünizmin yayılmasına karşı açılan bir cephe olan Kore Savaşına ABD’den sonra en fazla asker gönderen ülke olarak katılarak, 1952 yılarda NATO’ya girebildi!
ABD’nin Sovyetler Birliği’ni (SB) güneyden kuşatma stratejisi olan “Yeşil Kuşak”ın merkezi örgütü olan CENTO’ya katılarak, “soğuk savaş” boyunca, komünizme karşı açtığı savaşın “öncü gücü”, “ileri karakolu” olarak mevzilendi ve emperyalist kampın en sadık müttefiki olduğunu kanıtlama adımlarını sürdürdü.
Genel olarak Türkiye’nin “statükoculuğu” emperyalizmin çıkarlarının korunmasına, ABD ile uyumlu bir ilişki sürdürülmesine yönelik bir statükoculuktur. İkinci Dünya Savaşı’ndaki İnönü hükümetinin tutumu nedeniyle altı çizilen statükoculuğun esası ise şudur:
Almanya’nın SB’ye saldırısına kadar, SB Türkiye’nin savaşa girmesine karşı çıkmıştı. Ancak SB, Almanya ile savaşmaya başladığında Türkiye’nin de Almanya’ya karşı savaşa girmesini istemiş, fakat Montrö Anlaşması’nın Almanya tarafından delinme ihtimali ve Almanya eğilimli Türkiye hükümetinin tarafsızlığının bölgenin stratejik önemi bakımından daha uygun bir politika olduğunu tespit ederek SB, Türkiye’nin savaşa girmesi yönündeki telkinini daha ileri götürmemiştir. İngiltere de, Türkiye’nin Almanya’ya karşı yeni bir cephe açmasının batıdan ve Afrika’dan doğuya güç ve mühimmat aktarma ihtiyacı doğuracağı, bunun da savaşın gidişatı bakımından olumlu olmayacağı hesabıyla Türkiye’nin savaş girmesini teşvik etmemiştir.
ABD, İngiltere ve SB, Almanya’nın çökertilmesi için topyekûn bir saldırının hazırlandığı 1943 İlkbaharından itibaren Türkiye’nin savaşa girmesi için baskılarını arttırdılar. Ancak bir yandan 1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren artan Nazi sempatizanlığının savaş sırasında Almanya ile girilen yakın ilişkiler içinde güçlenmiş olması nedeniyle, öte yandan da Almanya ve SB ile yaptığı “saldırmazlık anlaşmaları”nı bahane ederek, Türkiye; İngiltere, ABD ve SB’nin çağrılarına karşın fiilen savaşa girmede ayak sürüyebilmiştir. Böylece İnönü ve hükümet sonuna yaklaşan savaşa fiilen katılmadan ABD ve İngiltere ile ilişkilerini geliştirmiştir.
Türkiye’nin 2. Dünya savaşı sonrasında önce NATO’ya sonra da CENTO’ya girerek, emperyalizmin kampında açıkça ve çok kararlı bir biçimde yer aldığını kanıtlaması, bundan sonra batılı ülkelerle arasında bir sorun olmadan ilerlendiği anlamına gelmedi. Tersine çeşitli zamanlarda karşı karşıya da geldi. Ancak bu karşı karşıya gelişler Türkiye’nin emperyalizmin yörüngesinden çıktığı anlamına gelmedi. Örneğin Kıbrıs sorununa bakıldığında; Türkiye’nin bu konuda ABD emperyalizminin bölge stratejisiyle çelişen bir tutum alması karşısında ABD Başkanı Johnson’ın, 1964 Haziran’ında yazdığı, Türkiye’yi aşağılayan mektubuna Başbakan İsmet İnönü’nün, “Yeni bir dünya kurulur Türkiye de o dünyada yerini alır” diyerek yanıt verdiği iddia edilen (ama İnönü’nün bu sözleri Johnson’un mektubundan iki ay kadar önce söylediğine dair iddialar var) sözleri emperyalizme karşı bir tutum olarak lanse edilse de, pratikte Türkiye’nin ABD emperyalizminin düşmen suyundan çıktığı, “başka bir dünya” dediği SB’ye doğru dümen kırdığı anlamına gelmemiştir. Yani, 2. Dünya Savaşı sonrasında artık emperyalizmin komünizme karşı mücadele cephesi haline gelen “batıcılık”ta ısrar etmiştir.
Elbette 1974’de Kıbrıs’ın kuzeyinin işgali batıda infial uyandırdı ve Türkiye’ye karşı ekonomik ve askeri yaptırımlar devreye sokuldu. Ancak bu da Türkiye’nin emperyalist stratejiden kopmasına yol açan bir sonuç yaratmadı. Tersine Türkiye, ABD’nin askeri ambargosuna karşın, herhangi bir kopuş yaşamadan gerek NATO ve gerekse ABD ile imzalanan, tam sayısını resmi yetkililerin de bilmediği yüzlerce “ikili anlaşma” nedeniyle üstüne düşen yükümlülükleri yerine getirmeye devam etti.
Cumhuriyetin dış politikasındaki temel yönelimlerden söz ederken, yukarıdan beri söz ettiğimiz iki temel yönelişe, “Kürt fobisi” diyebileceğimiz refleksleri de eklemek gerekir. Böylece Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkına (hatta her tür hak elde etmesine) tartışmasız karşı durmayı dış politikasının en temel tutumu yapmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllardan başlayarak, Kürtlerin her talebini “isyan”, “bölücülük”, “emperyalizmin işbirlikçiliği” olarak görüp şiddetli bir biçimde bastırmayı başlıca tutum olarak benimseyen iktidarlar, dış politikada bir yandan İran, Irak ve Suriye’de Kürtlerin mücadelesini bu ülkelerin kendi iç sorunu gibi görüp ilişkilerinde de bu ülkelerin Kürt sorunu karşısındaki tutumlarını dikkate aldı. Ayrıca uluslararası platformlarda da Kürtlerle ilgili her konuda cepheden “hayır” tutumu takınmayı refleks edindi.
Örneğin son yıllarda Suriye iç savaşına müdahale edilerek Suriye bataklığına boylu boyunca dalınmasındaki asıl nedenlerden birisinin (öteki İslamcılıkla bağlantılıdır) Kürtlerin Suriye’de özerk ya da federal bir yapıda kantonlar oluşturma (Buna Kürtlerin Akdeniz’e ulaşmasını sağlayacak “terör koridoru” gibi korkutucu olacağı düşünülen adlar da takılıyor) ihtimalinden duyulan korkudur dersek yanlış bir şey söylememiş oluruz. Ya da en son Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyelik başvuruları karışışında Türkiye’nin “veto” hakkını kullanacağı tartışmalarında da bu iki ülkenin Kürtlerin taleplerine yakın duran tutumlarının gerekçe olarak sunulması Türkiye’nin “Kürt fobisi”ne dönüşen politikasının sadece iç politikada değil dış politikada da “ilkesel” diyebileceğimiz bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir.
CUMHURİYETİN DIŞ POLİTİKASINDAN UZAKLAŞMA EĞİLİMLERİNİN ARTMASI
Cumhuriyet “statükoculuğu”nu, ‘90’lı yıllarda Turgut Özal, 1. Körfez Savaşı’nın ortaya çıkardığı iklim içinde “Bir koyup üç alacağız” diyerek, Musul ve Kerkük üzerinden ABD ile pazarlığa girişmek suretiyle esnetmeye yöneldi. Ancak hem ilerici kamuoyu hem genelkurmaydan gelen tepkiler üzerine geri adım atmak zorunda kaldı.
SB’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonraki bu dönemde, kaos ortamından yararlanarak Orta Asya’daki “Türki cumhuriyetler”de MİT ve yüksek bürokrasi içinde mevzilenmiş ırkçı-Turancı kadroların kimi “darbe girişimleri”, hazırlık aşamasında deşifre olarak akamet uğradı. Dönemin başbakanı Tansu Çiller, dilinden düşürmediği “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne büyük Türk Dünyası” hamasetini, Aralık 1996’da yaptığı Moskova ziyaretinden sonra kullanamaz hale geldi. Ve Ege’deki, “Kardak Kayalıkları”na bir SAS timi gönderip Yunanistan bayrağını indirtmekle yetinmek zorunda kaldı.
90’ların ikinci yarısında Refahyol Hükümeti’nin başbakanı Necmettin Erbakan AB’ye karşı alternatif olmasını amaçlayarak İslam Birliği ve D-8’ler oluşturmaya çalıştıysa da, Özal ve Çiller’in girişimleri gibi, Türkiye’nin dış politikasını Cumhuriyetin “statükoculuk” ve “Batıcılık” ekseninden saptıracak sonuçlar doğurmadı.
Kısacası, 2007’ye kadar, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren dış politikanın esası olarak belirlenen ve “Yurtta Sulh Dünyada Sulh” sloganıyla popülerleştirilen “statükoculuk” ve batı emperyalizmine bağımlılık anlamına gelen “Batıcılık”a, egemen burjuvazinin sırtını döneceği kadar çekici imkanlar sunmayı başaramadı.
Yazının sonraki bölümlerinde buna ayrıntılı olarak değinmek üzere, bu bölümü, çok partili döneme girilmesinden sonra, siyasette oluşan ve bugün de dikkat çekici biçimde süren bir dış politika geleneğine değinerek bitirelim. O da, dış politika söz konusu olduğunda iktidarıyla muhalefetiyle sermaye partilerinin birlik içinde olmaları ve “dış politika mili politikadır” diyerek, burjuva muhalefetin, aralarındaki ayrılıkları bir yana bırakarak, ekonomide, iç politikada hemen her konuda kanlı bıçaklı olduğu hükümetlerin arkasında birleşmeleridir.
Bugün de kimi istisnalar dışında sürdürülen bu geleneğin başlatıcısı İsmet İnönü olmuştur. Menderes Hükümeti’nin TBMM'ye ve muhalefete danışmadan 25 Temmuz 1950'de Kore'ye 4500 asker gönderileceğini açıklaması üzerine CHP bu kararın açık bir anayasa ihlali olduğunu belirtti. Ancak askerin gönderilmesinden sonra, 27 Aralık 1950’de, CHP, anayasa ihlali konusundaki ısrarını bir kenara bırakarak, Kore'de savaşan birliklere destek verilmesi konusunda iktidarla birlikte hareket etti. 27 Aralık 1950'de CHP ve DP milletvekillerinin ortak girişimiyle, Kore'de savaşan askerlere Meclis'in sevgi ve selamının yollandığı bir karar alındı. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, 25 Ekim 1951'de yaptığı bir konuşmada bu çelişkiyi, "Dış mesele üzerinde esasen bizim memlekette fikir ve prensip ayrılığı yoktur" diyerek, Kore'ye asker gönderilmesine itirazını kaldırdı. O zamandan beri, 1 Mart Tezkeresi gibi istisna sayılacak kimi durumlar dışında, hele de başka ülkelere asker gönderme gibi hallerde “muhalefet” partileri, iktidarla aralarındaki kavgayı bir yana iterek, ortak hareket ettiler, ediyorlar. Bunu Suriye, Libya ve Irak’a asker gönderme tezkerelerinin oylanması sırasında defalarca gördük.
İKTİDARLARIN DIŞ POLİTİKASINA ANTİEMPEPYALİST İTİRAZ!
En azından 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar egemen sınıfların en seçkin temsilcilerinin ve bu alanda yetiştirilmiş uzmanlarının kapalı kapılar arkasında yürüttüğü bir konu iken işçi sınıfı tarih sahnesine çıkıp kendi adına siyaset yapabileceği örgütler kurmaya başladığında, dış politika, işçi sınıfının, sendikaların ve elbette ki sınıf partilerinin de gündeminde önemli bir yer tutmaya başladı.
Birinci Emperyalist Savaş öncesi ve savaş sırasında işçi sınıfının savaşa karşı mücadelesi bu alanda sonraki kuşaklara da yol gösterici oldu. İkinci Emperyalist Savaş sonrasında ise, bir yanda işçi sınıfının ve sosyalizmin kapitalizm karşısında elde ettiği ileri mevziler, öte yandan da anti emperyalist mücadelelerin yol açtığı bilinç dönüşümü ve buna iletişim araçlarının baş döndürücü hızla gelişmesinin eklenmesiyle, dış politika, ülkelerdeki siyasi mücadelede, işçi sınıfı ve halkın geniş kesimlerinin de ilgi alanına girdi. Böylece dış politika, kapalı kapılar arkasında, sermayenin has temsilcileri ve diplomatlarının “şapkadan tavşan çıkardığı” ve halkın da en fazla “bu çıkarılan tavşanın en iyi tavşan olduğu”na inandırılması için muhatap alındığı bir faaliyet alanı olma halini eskisi gibi sürdüremez oldu.
Ülkemizde iktidarların uyguladığı geleneksel dış politikaya asıl itiraz, 60’lı yıllardan başlayarak, anti-emperyalist mücadelenin gelişmesiyle ortaya çıktı.
Anti-emperyalist bir yönelim kazanacak olan ilk tepki, 1962-1963 yıllarında Shell, Mobil, BP gibi uluslararası petrol tekellerine karşı (sadece Türkiye’de değil Ortadoğu’da oluşan), petrol tekellerinin bölge zenginliklerine el koymasına karşı tepkilerin bir devamı olarak, “Milli Petrol” kampanyası etrafında ortaya çıktı. Dönemin TPAO Genel Müdürü İhsan Topaloğlu’nun başını çektiği kampanya, ilerici demokratik kamuoyu, uyanış içindeki gençlik ve TİP tarafından da desteklendi. Bu kampanya etrafında, petrol tekellerinin Ortadoğu’nun yeraltı kaynaklarına el koyması ve Türkiye’nin kendi kaynaklarını kendisinin işletmesi yerine petrol arama ve üretiminin ruhsat verilen Shell’e, Mobil’e, BP’ye bırakılmasına karşı çıkılıyordu.
Bu kampanyanın harekete geçirdiği tepkiler başlangıçta milliyetçi nitelikteydi. Kısa bir süre sonra, açıkça ABD’nin dünya hegemonyasına ve Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı sorasında ABD’ye tam bağımlı hale getirilmesine karşı çıkılarak, NATO’ya, CENTO’ya hayır, Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye sloganıyla ifade edilen tutarlı bir anti-emperyalizme bağlandı.
Türkiye’nin 2. Emperyalist Savaş sonrasında ABD’nin eksenine girmesi Kore’ye asker göndermesi ve NATO’ya, CENTO’ya üye olması, 1950’lerden başlayarak ABD üsleriyle donatılıp SB’ye karşı emperyalizmin ileri karakolu haline getirilmesi anti-emperyalist tepkileri yoğunlaştırmaktaydı.
Demokrat Parti (DP) ve sonraki yıllarda da Adalet Partisi’nin (AP) açıkça Amerikancılığı, bir ABD inşaat tekeli olan Morisson firmasının Türkiye Temsilcisi Süleyman Demirel’in (“Morisson Süleyman”ın) Adalet Partisi’nin başına getirilip sonra da başbakan yapılması, bu tepkilerin hızla yayılıp büyümesine yol açan etkenlerdendi.
60’lı yılların sonlarında, ayrıca, dünyada büyük bir itibar kazanan Filistin Devrimi’ne ve “Laik ve Demokratik Filistin” mücadelesine destek olan anti-emperyalist güçler Türkiye’de de aktifti. Türkiye’nin İsrail ve ABD yanlısı politikası eleştiriliyor, Filistin’e destek kampanyaları düzenleniyor, gençlik mücadelesinin en önünde yer alan azımsanmayacak sayıda genç devrimci İsrail’e karşı fiilen savaşa girerek, enternasyonal dayanışmayı ete kemiğe büründürüyordu.
AP iktidarı başta olmak üzere, dönemin bütün iktidarlarının, en ileri gittiklerinde bile Filistinlilerin acılarını istismar ederek iç politika malzemesi yapmaları teşhir ediliyor, bu iki yüzlü resmi ve gayri resmi burjuva-gerici tutuma karşı bir mücadele yürütülüyordu.
Anti-emperyalist devrimci-demokrat güçler, devletin ve sermaye partilerinin geleneksel emperyalizm yanlısı “Batıcı”, “Statükocu” ve “Kürt düşmanlığı” merkezli dış politikasına karşı gerçek bir alternatif olarak; ulusların kendi kaderini tayin hakkına saygıyı, bölge halkları arasında kardeşliği, bölgede ve dünyada barışı temel alan, ilerleyen yıllarda Kürt sorununun demokratik çözümünü de bu anlayışla ele alarak, Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye’nin kurulmasını eksen alan bir dış ve iç politikayı savundular.
Bu gelişme sadece Türkiye’ye has da değildi. Tersine, 2. Dünya Savaşı’nda Nazizm ve faşizmin yenilgiye uğratılmasında asıl gücün SSCB olması, 1949’da Çin Devrimi, Hindistan’ın ve emperyalist ülkelerin sömürgesi bir çok Asya ve Afrika ülkesinin bağımsızlığını kazanması, Vietnam halkının önce (1954’te) Fransızları yenilgiye uğratmasından sonra ‘60’ların başlarından itibaren de emperyalizmin baş patronu ABD’ye karşı başarılı halk kurtuluş savaşı yürütüyor olması, ABD’nin burnunun ucundaki Küba’da yapılan devrim, Castro ve Che’nin dünyanın bütün devrimcilerini heyecanlandıran mesajları, Türkiye’nin hemen dibinde emperyalizme ve İsrail siyonizmine karşı açılan devrimci bir savaş cephesi olarak Laik ve Demokratik Filistin şiarıyla süren mücadeleler tüm dünyada emperyalizme karşı danışmayı büyüttü.
Dünyanı değişen bu iklimi pek çok başka ülkede oluğu gibi ülkemiz de emperyalizme karşı mücadelenin yaygınlaşıp büyümesine dayanak oldu. Ama Türkiye’nin kendisine has koşularıyla birleşerek, sonraki yıllarda da ülkenin iç ve dış politikasını etkileyecek olan gelişmelerin de başlangıcı oldu.
TİP’in 1965 seçimlerinde 15 milletvekili çıkararak Meclise girmesiyle anti-emperyalist bir dış politikanın ne olduğu tartışmasının Meclise de taşınması,Anti-emperyalist mücadelenin üniversite gençliğinin ana kitlesini de etkileyen bir eğilime dönüşmesi, 68 gençlik eylemleriyle bu gelişmenin zirveye çıkması,İşçi sınıfının kendi talepleriyle tarih sahnesine çıkması; Türk-İş'ten DİSK’e geçiş mücadeleleri içinde, işçiler “sınıf!”, “sınıf mücadelesi”, “sosyalizm”, “sömürü” gibi yeni kavramlarla tanışıp tartışırken, gençliğin anti-emperyalist mücadelesinin işçiler arısında yankı bulması ve TİP’in yürüttüğü çalışmaların, işçiler arasında ABD emperyalizmi, 6. Filo, NATO, Türkiye’nin dünyada emperyalizmin karakolu haline getirilmiş olmasına yönelik bilinçlenmeyi geliştirdi. İşçi eylemlerinde anti-emperyalist sloganlar öne çıkmaya başlaması, 1969 Şubat’ında “Kanlı Pazar” olarak tarihe geçen işçi ve gençlik örgütlerinin ortak anti-emperyalist eyleminde ve takip eden gençlik ve işçi mücadelelerinde, “NATO’ya Hayır”, “6. Filo Defol”, “Kahrolsun Amerika”, “Yanke Go Home”, “ABD Üsleri kapatılsın” gibi sloganların hızla yaygınlaşması, anti-emperyalist mücadeleyi sadece gençlik hareketi aydınların, sosyalist çevrelerin tutumu olmasının ötesine taşıdı, geniş toplumsal kesimlerin tutumlarının önemli bir etkeni haline geldi.
Öte yandan bu gelişmeler, dönemin (‘60’lı yılların son yarısında) devrimci gençlerin önemli bir kesiminin TİP’ten ayrılarak anti-emperyalist mücadeleye daha da önem vermeleriyle, gençlik eylemleri, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Kommer’in arabasının (6 Ocak 1969’da) ODTÜ’de devrimci öğrenciler tarafında yakılması gibi ülke çapında yankılanan girişimleri de kapsayarak ilerledi.
ABD’nin isteği doğrultusunda tütün üretimine kota getirilmesi ve haşhaş ekimin yasaklanmasıyla emperyalizmle ilişkilerin milyonlarca küçük üreticinin sofrasına kadar uzanması, uluslararası tütün ve sigara tekellerine ve arkasındaki ABD’nin Türkiye üstündeki hegemonyasına karşı çıkma eğiliminin köylülük arasında yaygınlaşması gibi gelişmelerle emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadele, sermaye iktidarlarının dış politikalarına karşı mücadele olarak da şekillendi.
Gençliğin, işçilerin, yoksul ve orta köylülüğün uyanış içindeki kesimlerinin dünyada olup bitenleri, gelenekselin ötesinde bir düzeyde anlamaya başlamış olan, nicelik olarak az görünse de yeni fikirlerle ve cesaretle mücadeleye atılan kesimleri, Türkiye’de pek de alışık olunmadığı biçimde sokakları, şehirlerarası yolları, meydanları kullanarak, hem iktidarı hem de muhalefetteki Cumhuriyetin kurucu partisi CHP’yi ve öteki sermaye partilerini çok sert biçimde eleştirmekte ve eleştirilerini kitlesel eylemlerle de göstermekteydiler.
Bu mücadeleler, alameti farikası olan Amerikancılıkla doğan ve emperyalizmin işbirlikçisi olarak tanınan AP Hükümeti’ni “İkili Anlaşmaları” gözden geçirmeye zorlayacak ve Amerikan 6. Filo’sunu elini kolunu sallayarak Türkiye limanlarına giremez hale getirecek (1969 Şubat’ındaki Kanlı Pazar sonrasında 6. Filo, 12 Eylül darbesi sonrasına kadar Türkiye’nin limanlarına demir atamadı) kadar etkili oldu.
Dünyadaki Küba, Vietnam, Filistin gibi anti-emperyalist merkezlerden esen rüzgarların yanı sıra Türkiye’deki kendine has gelişmelerle güçlenen bu anti-emperyalist tutum, 60’ların sonlarından itibaren ortaya çıkmaya başlayacak devrimci siyasal örgütlerin programlarında önemli bir yer tutarak, 70’li yıllarda da sürdü.
Ancak bu anti-emperyalist tutumun en önemli çıkışlarından birisi 2003’te, Irak’ın ABD ve ortakları tarafından işgali ile sonuçlanacak olan 2. Körfez Savaşı’nda gerçekleşti. Çiçeği burnundaki AKP iktidarı, ABD’nin işgal güçlerinin Türkiye’nin topraklarından geçerek Irak’ın işgalinin kuzeyinden gerçekleştirilmesine (çünkü bu yol, Irak’ın işgali için en kolay, daha da önemlisi en ucuz yoldu) izin vermişti. Bu kararın uygulamaya geçebilmesi için anayasa gereği TBMM’den geçmesi gerekiyordu.
AKP Hükümeti tarihe “1 Mart Tezkeresi” olarak geçecek olan tezkereyi TBMM’ye getirdi. Ancak, ABD’nin bir talebi olan ve AKP iktidarın “evet” dediği bu tezkere gündeme geldiği andan itibaren “Savaşa Hayır” sloganı etrafında çok geniş bir savaş karşıtı cephenin oluşmasına yol açtı. CHP’nin de içinde olduğu kampanya büyük bir hızla ülke sathına yayılırken, kentlerin sokakları, meydanları, üniversiteleri, kampüsler, stadyumlar kalabalıkların bir araya gelerek buraları “Savaşa Hayır” sloganlarıyla inlettiği yerler oldu.
Bu büyük halk tepkisi Meclis’i de baskıladı. Erdoğan ve dönemin Başbakanı Abdullah Gül’ün ‘evet’ denmesini istemesine karşın Meclis bölündü ve 100 vekil’in ‘Hayır’ oyu vermesiyle Meclis de bir biçimde, “Savaş Hayır” diyenlerin safında yer almış oldu!
ABD yönetimi, Erdoğan ve Gül’ü “Kendilerinden beklenen gerekli liderliği yapamamış olmakla” eleştirdi, daha doğrusu AKP Hükümetini azarladı!
ABD bu beceriksizliğe “küçük bir fatura” da çıkardı: Güney Kürdistan’da devriye gezen bir TSK timini esir alan ABD askerleri, askerlerin başına çuval geçirdiler.
1 Mart Tezkeresi’nin Mecliste reddedilmesinin nedenleri olarak savaşın Türkiye’nin kapısına dayanmış olması, CHP’nin “Dış politika milli politikadır. İktidarın arkasında olunmalı” biçimindeki geleneksel tutumunda ısrar etmeyerek, ABD’nin yanında savaşa girmeye ve ABD askerlerinin Türkiye’den geçerek Irak’ı işgal etmesine onay vermemesi ve AKP’li vekillerin bölünmesi gibi gerekçelerle açıklanmıştı.
Ancak bu ‘Hayır’ Türkiye halklarının TBMM üzerindeki baskısı ile çıkmıştır.
Bu baskının TBMM’nin savaş tezkeresini reddetmeye varan bir etki yaratmış olmasının arkasında ‘60’lı yıllardan beri süren anti-emperyalist mücadelenin, bu mücadelenin öznesi olan gençlik kuşaklarının, devrimci demokrat güçlerin, sosyalistlerin alanlarda, kampüslerde, ülke sorunlarının konuşulması için açılan her platformda görüşlerini cesurca savunmaları, işkencelerden, cezaevlerinden, darağaçlarına ödenen bedellerle oluşan anti-emperyalist bilinç birikiminin rolünün olduğu tartışılmaz.
Böyle bir yakın savaş tehdidi karşısında “1 Mart Tezkeresi’ne hayır” mücadelesi içinde Türkiye’nin geleneksel dış politikasına karşı doğru ve halkçı seçeneğin anti-emperyalist, bölge halklarına rejim dayatılmayan, halkların kendi kaderlerini tayin hakkına koşulsuz saygı gösterilen, ülke güvenliğinin sınırların daha çok silah ve askerle tahkim edilmesinde değil, bölgede barış ve halkların kardeşleşmesinde görüldüğü bir dış politika olduğu açıkça görülmüştür.
Hiç kuşkusuz bu anti-emperyalist mücadele birikimi, Kürt sorununun Türkiye ve bölgedeki çözümü konusundaki tutumda da önemli bir birikim sağlamıştır. Ki, bugün gerek Kürt siyasi hareketi gerekse Türkiye’nin demokrasi güçlerinin sorunun çözümü konusundaki mücadelesinde bu son 60 yılın anti-emperyalist mücadelesinin ve geleneksel dış politikaya itiraz kapsamındaki gelişmelerin de önemli bir rolünü oluğu tartışmasızdır.
Bugün de anti-emperyalist güçler bu politikayı savunmaktadır.
CUMHURİYETİN DIŞ POLİTİKASINA İSLAMCI VE TURANCI İTİRAZ
Cumhuriyetin resmi dış politikasına eleştiri sadece anti-emperyalist güçlerden değil, ırkçı (Turancı) ve İslamcı çevrelerden de geldi.
Öncesinde Nazilerle işbirliği türünden eğilimler olmakla birlikte, rejimin iç ve dış politikasına karşı Turancı ve İslamcı itirazın çok partili dönemle başladığını söylemek, sorunun tartıştığımız sınırlılığı içinde bir eksiklik sayılmaz. Bu yüzden de İslamcı ve Turancı itirazları çok partili dönemden itibaren ele alacağız.
Bu çevrenin ilk eylemli çıkışı 27 Aralık 1950’de, Kore’ye gönderilen askerlere “moral verme” amaçlı “selam gönderme” mitingiyle başladı. İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği, CHP, DP, MP temsilcilerinin ortak düzenlediği "komünizmi tel’in" mitingiyle oldu.[2]
Bu sağcı odaklar iç politikada sağcı iktidarları desteklerken dış politikada Turancı ve İslamcı amaçlarını dayatmaktaydılar. Yanlarına 1952’de kurulan Türk-İş’i de alarak “Ya Taksim ya ölüm” mitingleri düzenlemiş, iktidarın daha radikal müdahalelerde bulunmasını istemişlerdi. “Komünizmi tel’in mitingleri” iktidarın özgürlükleri kısıtlamasını, muhalefetin bastırılmasını, komünizmin, her türlü hak arayışına kadar genişletilmiş bir saldırının hedefi haline getirilmesi için milliyetçi-ırkçı bir kuşatmanın gerçekleşmesini savunuyorlardı. Fakat bu saldırganlıklarının dolaylı ve dolaysız sonucu Türkiye’nin emperyalizme daha çok bağlanmasının yolunu açmaktan başka bir şey olmadı. ABD’nin ülkenin her yanına üsler kurmasına meşruiyet kazandıran bir ortamın payandası oldular.
1955’deki 6-7 Eylül olayları[3] Kıbrıs’taki çatışmaları bahane ederek iktidarın Kıbrıs politikasına destek amacıyla sahnelenen bir kontrgerilla eylemiydi. Turancı ve İslamcı çevreler, 60’lı ve ‘70’li yıllarda NATO ve emperyalizmin “Yeşil Kuşak” projesinin ve “komünizme karşı mücadele konsepti”nin açık aletleri haline geldiler ve özellikle ABD’nin bölgeyi dizaynında aktif bir rol oynadılar.
60’lı yıllarda MTTB, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Yeniden Milli Mücadeleciler, İlim Yayma Cemiyeti, bir süre sonra da Ülkü Ocakları (ve MHP) gibi organizasyonlar etrafında toplanan İslamcı ve Turancı geleneğinin çeşitli eğilimlerdeki fraksiyonları her vesile ile üstü örtülü ya da açıkça DP’nin devamı olarak kurulan AP’nin dış politikasının destekçileriydi. NATO’ya ve CENTO’ya bağlılık bildirdiler, ABD 6. Filo’sunun Boğaz’a demirleyen savaş gemilerini selamlamak için Dolmabahçe’de “toplu namaz” kıldılar. NATO tarafından kurulan kontrgerillanın organize ettiği eylemlerle anti-emperyalist mücadelenin önderi olarak gördükleri gençleri, aydınları, sendikacıları, gazetecileri katletmekten çekinmediler. Anti-emperyalist mücadelenin merkezleri olarak gördükleri üniversite ve öğrenci yurtlarına kanlı saldırılar düzendiler. Anti-emperyalist ve anti-faşist mitinglere, gösterilere saldırdılar.
60’ların ikici yarısından itibaren üniversite gençliğine yönelik olarak başlatılan saldırılarda kullanılan ırkçı ve İslamcı odaklar ve bunların militanları, dönemin iktidar partisi Adalet Partisi’nin koruma ve kollaması altındaydı. Çoğu zaman polis ve kontrgerillayla bağlantılı olduğu sonradan açığa çakacak olan kişiler ve çevreler tarafından yönlendiriliyorlardı.
Nitekim, 12 Eylül Darbesi sonrasında “demokrasi kahramanı” ilan edilecek olan Demirel; günde 10-15 devrimcinin sağcı (ülkücü ve şeriatçı) militanlar tarafından katledildiği Maraş, Çorum, Sivas gibi illerde camilerden çıkan güruhların kitle katliamları yaptığı, 12 Eylül darbesine doğru gidilen günlerde, “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyerek, bu katliamlar içindeki rolünü de itiraf etmiş oluyordu!
90’lı yıllarda ise artık güçlenen siyasal İslamcı akım, İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırılarına karşı çıkma görüntüsü ardında bütün Müslümanları, Kur’an’ın anayasa oluğu bir “İslam devleti” gibi amaçlar ifade ederek, iktidarları Yahudi-Hıristiyan devletlere ve onların dünya egemenliğine karşı savaş açmaya (sonraki yıllarda El Kaide, IŞİD ve benzeri cihadist örgütlerin yaptığı gibi) çağırdılar. Siyasal İslamcı akım, Erbakan, Erdoğan ve partilerinin resmen ifade edemedikleri “gizli ajanda”ların sözcüsü haline geldi.
AKP İKTİDARININ ‘AKTİF DIŞ POLİTİKA’YA GEÇİŞİ
Cumhuriyetin AKP iktidarına kadarki 80 yıllık dönemde sağcı partiler ve destekleyicileri Turancı ve İslamcı odaklar, legal ve illegal yapılarıyla daha saldırgan bir dış politikanın izlenmesi konusunda yol açıcı bir eylemlilik içindeydi. Bunların bir kısmı başarılı oldu, bir kısmı ise sonraki yıllarda çözülmek üzere atıl bırakıldı.
Geleneksel dış politikadan en ciddi ve uzunca bir dönemi kapsayan dönüş, AKP döneminde olmuştur.
1 Mart Tezkeresi, kendi başına Cumhuriyetin “batılılaşma” değilse de Yurtta Sulh Cihada Sulh olarak formüle edilen “statükocu” dış politikası ile çatışıyordu. Çünkü AKP Hükümeti böylece komşu ülkelere rejim dayatan, bölgeyi savaş alanına dönüştüren ABD’nin girişimine açıkça destek vermeye yönelmiş, ancak tezkereyi Meclis’ten geçirememişti.
2004’ten itibaren Erdoğan, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP), daha sonra da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin (GOP) eş başkanı yapıldı. BOP ve GOP’un bölge ülkelerine “Ilımlı İslamcı rejimler dayatma”, bölgeyi emperyalistler için dikensiz gül bahçesi yapma amacı dikkate alındında, BOP ve GOP’un aslında 1 Mart Tezkeresi’nin amaçlarıyla uyumlu projeler olduğu görülür. Meclis’te reddedilmesine karşın ‘tezkere’ ruhu başka bir biçimde yaşatılmaya devam edilmiş, ABD ve müttefiklerinin hazırladığı bölgedeki paylaşım savaşlarının hak iddia eden ‘oyuncusu’ haline gelmiş, zaten her fırsatta iktidarlar tarafından delinmiş olan Yurtta Sulh Cihanda Sulh sloganıyla ifade edilen tutum, açıkça aşağılanarak terk edilmişti.
Ancak AKP iktidarının eski dış politikayla ihtilafa düşmesi 2007 yılının Ocak ayında yayınlanan “MİT Raporu” ile hız kazanmıştır. 2007’de MİT’in 80. kuruluş yıl dönümünde yayımlan raporda, Türkiye’nin 80 yıllık dış politikası “pasiflik”le suçlanırken, uluslararası koşulların Türkiye’nin “aktif dış politikaya geçmesi” için son derece elverişli hale geldiği belirtilmekteydi. Ki, aşağıda AKP iktidarının o ana kadarki geleneksel dış politikayla çelişen ve sonraki yıllarda “Yeni Osmalıcılık” adı takılacak olan yayılmacı “aktif dış politika”ya geçişini ve son yıllarda bundan da rücu edilerek, 2007 öncesine öykünen “U dönüşü”nü tartışacağız.
Ancak burada, bu tartışmaya geçmeden önce, bu dış politika değişikliğinin arkasındaki sınıfsal değişime de dikkat çekmek gerekir.
80’li ve 90’lı yıllarda, MÜSİAD etrafında bir güce dönüşmeye başlayan “Anadolu Kaplanları” diye adlandırılan kapitalist klik, Özal ve Erbakan hükümetleri tarafından özel orak desteklenirken aynı zamanda İslami bir “gömlek” de giydirilmeye çalışılmıştı. Tabi bu dönemde sermaye olarak da iyice palazlanan tarikat ve cemaatler de yeni bir sermaye odağı olarak MÜSİAD içindeki İslami eğilimin güçlenmesine katkı yaptılar. 21. yüzyılın başlarına gelindiğinde MÜSİAD’ın “müstakil” anlamına gelen “M”si, artık “Müslüman” olarak okunuyordu!
Erdoğan’ın öncüllerinden devraldığı bu sermaye mirasını, kedi iktidarının dayanağı bir sermaye kliği oluşturmak üzere, önce yavaş yavaş ama kedine özgüveni arttıkça devletin tüm imkanlarıyla destekleyerek, kedisine karşı olduğunu düşündüğü (en azından orta vadede kendisini desteklemeyeceğini düşündüğü) geleneksel büyük sermayeye karşı bir sermaye gücü olması için destekledi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında tek parti iktidarının “devlet eliyle burjuvazi yaratması”na öykünerek Erdoğan ve AKP iktidarının bu alandaki girişimini, “kendi burjuvazisini kendisi oluşturma projesi” olarak görmek çok da yanlış olmaz. Nitekim sonraki yıllarda Erdoğan partisinin propagandacıları, “yerli ve milli” sermaye diye hep bu kendi projesi etrafında serpilip büyüyen sermaye kesiminden söz edecektir.
Erdoğan ve partisinin TÜSİAD’a karşı alternatif bir sermaye odağı olarak öne çıkardığı MÜSİAD içindeki sermayeye tam destek verirken, enerji, maden, inşaat, lojistik gibi dönemin öne çıkan sektörlerinde yandaş firmalara sınırsız destek verirken, “yap-işlet-devret” adı altındaki devlet ihaleleri de tümüyle kamuoyunda “5’li çete” diye bilinen firmalara (ve 5’li kadar büyük olmayan öteki yandaş firmalara) verildi.
Bu yandaş sermaye verilen desteğin ayrıntısına burada girmek olanaklı değilse de, AKP iktidarı döneminde yapılan 60-70 milyar dolarlık özelleştirme gelirinin, 500 miyar dolar dolayındaki dış borç olarak sağlanan gelirin, “yap-işlet devret” ihalelerinin üstünden yandaş sermayeye aktarılan yüzlerce milyar dolar göz önün alındığında, AKP ve Erdoğan’ın halkın cebinden kendi sermaye kliğine ne büyük bir sermaye aktarımı yaptığını açıkça gördüğümüz gibi bugün halkın içine sürüklendiği sefaletin nedeninin, en azından bir kısmını anlamış oluruz.
Sermaye sınıfı içindeki bu gelişmeler, bu gelişmelerin iktidarın ekonomi politikalarını ve dış politikasını etkileyecek kadar ilerlemesi geleneksel dış politikaya ciddi itirazları da gündeme getirmiştir. 2007’deki MİT Raporu da bu gelişmelerin bir ifadesi olarak anlamlanmaktadır.
Bu parantezden sonra dış politika ile tartışmaya yenden dönersek, şu saptamaları yapabiliriz: AKP, ülkemiz siyasetinin en eski damarlarından biri olan İslamcı gelenekten geliyor. Dış politikadaki tutumu Abdülhamitçiliğe, yakın tarihteki kökleri ise Necmettin Erbakan’ın 1970’te kurduğu Milli Nizam Partisi’nden Refah Partisi’ne kadar gelen “Milli Görüşçü” geleneğin dış politika anlayışına dayanır. Ancak bu dış politikanın, Ortadoğu hatta Avrasya’nın yeniden şekillendirilmesini hedefleyen batı emperyalizmiyle birleşerek çıkarlarının savunuculuğunu üstlenmiş Türkiye’nin işbirlikçi tekellerinin bu işbirliğinden çıkar elde etme yaklaşımının devletin dış politikası olarak benimsendiğinden kuşku duyulamaz.
Her ne kadar Erdoğan, daha kapsayıcı olmak ve Erbakancılık gölgesinden de kurtulmak amacıyla “Biz Milli görüş gömleğini çıkardık” dese de, bunun Milli Görüşçülüğün temelini oluşturan İslamcılıktan uzaklaştığı anlamına gelmediğini özel olarak görmek istemeyen ve AKP’ye destek vermek için bahane arayan liberal çevreler dışında herkes biliyordu.
Bu yüzden, AKP’nin içeride olduğu gibi dış politikada da İslamcı motivasyonla birçok cihatçı örgütü kullanarak, emperyalizmle işbirliği halinde yayılmacı bir dış politika izlemesi şaşırtıcı olmadı.
Ancak AKP, “tarihin sonu” ve “medeniyetler savaşı” türü tartışmaların itibarının henüz devam ettiği koşullarda kurulup iktidar olmuştu. Ve batı emperyalizminin ideologları, ‘90’ların “ileri Yahudi-Hıristiyan Medeniyeti”nin “geri İslam Medeniyeti”ne karşı savaşı olarak tarif etmekteydiler. “Medeniyetler Savaşı” tezinde Müslüman ülkeler ve İslami hareketler ikiye ayrılmıştı; emperyalizmle uzlaşmayan Ortaçağcı bir İslam için savaşan kesimler “Radikal İslam”, emperyalizmle işbirliği yapan kesim ise “Ilımlı İslam” olarak sınıflandırılmıştı. Emperyalistlerin ideologları “Ilımlı İslam”ı müttefik olarak ilan ediyor ve ihtiyaçlarına uygun ve desteklenebilir bir tutum olarak görüyorlardı.
Erdoğan ve AKP’si daha kuruluş sürecinde Amerikalıların “ılımlı İslam”ı keşfettiğini bilerek girdikleri yolun “Ilımlı İslamcı” olduğunun, dolayısıyla emperyalizmin yeni stratejisine tam uyum için hazır olduklarının mesajını verdiler. Bunu da “1Mart Tezkeresi”ni Meclise getirerek kanıtlamaya çalıştılar. Ancak “1 Mart Tezkeresi”ni TBMM’den geçiremeyerek, ABD’yi hayal kırklığına uğrattılar. Ama ABD’nin Irak’ı işgaline her platformda tam destek verilecekti. Türkiye’deki ABD ve NATO üslerinin kullanılmasına kapıları sonuna kadar açarak, işbirliği yapmadaki samimiyetlerini ortaya koydular.
2004’te itibaren Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) gündeme geldiğinde Erdoğan buna balıklama atlamıştı ve her platformda BOP’un eşbaşkanı olduğunu övünerek söylüyor, ABD ve emperyalizmin sadık müttefiki olduğunu göstermeye çalışıyordu.
Erdoğan’ın bu gayretlerini dikkate alan dönemin ABD Başkanı oğul Bush, Erdoğan’ın 2005 Haziran’ındaki ABD ziyaretinde, Türkiye'nin batı emperyalizminin Ortadoğu’daki “bölgesel gücü” ve diğer İslam ülkeleri için de “model ülke” olduğunu ilan etti. Böylece Bush, Erdoğan’a “Ilımlı İslamcılık” madalyasını takmış, Amerikan ve Türk tekellerinin geniş bölgedeki çıkar ve işbirliğini ilan etmiş oluyordu!
Bu dönem AKP’nin dış politikası ilk bakışta geleneksel dış politikanın “Batıcılık” ve “Statükoculuk” kriterine uygun görünse de aslında “statükoculuk”la, yani “Yurtta barış dünyada barış” politikasıyla çelişmekteydi.
1) Batı emperyalizminin bölgeye müdahalesinin yanında yer alıp Irak’ın ve Afganistan’ın işgaline çanak tutularak, hatta Afganistan’a BM gözetiminde resmi olarak, Güney Kürdistan’a ise fiilen asker göndererek,
2) Erdoğan BOP’un eş başkanlığını üslenerek bölge ülkelerine rejim dayatmayı benimseyen, bölgeyi yeniden dizayn etmeyi hedefleyen emperyalistlerin tutumunu kendisi için de görev kabul ederek, Türkiye’nin geleneksel dış politikasıyla çelişen bir yönelişe girmişti. Elbette ki bu yönelişin arkasında sadece emperyalizmin stratejisine bağlanma gayretleri yoktu, yerli sermaye tekellerinin ihtiyaçları da iktidarı dış politikasının yeni alanlara yönelmesine zorlayacak kadar büyümüştü.
Ancak bu adımlarla 2007’den başlayarak, “aktif dış politikaya geçiş”le birlikte, “yayılmacı”, “yeni Osmanlıcı” bir çizgiye geçildi ve geleneksel dış politikanın bütün normlarının hiç önemsenmediği, bu normları önemseyen diplomatların “monşerler” denerek alaya alındığı bir döneme girildi.
Nitekim bu tarihten sonra Türkiye’nin dış politikasında giderek, “yeni Osmanlıcılık” olarak da nitelenecek olan “yayılmacı” tutum güç kazanarak dış politikanın paradigması haline gelmiştir. Bu perspektif, kapsamında ilerleyen yıllarda Türkiye’nin eski Osmanlı topraklarının İslam dünyasındaki bölümünü “ecdat mirası” olarak görme ve bu topraklar üzerinde kurulmuş devletlere doğal hamilik dayatma; buralara ekonomik, siyasi, askeri müdahale hakkını kendisinde saklı bulma saplantısına kadar genişlemiştir.
Dış politikada böyle önemli bir değişimin MİT Raporu’nda ifade edilmesi başlangıçta tuhaf görünse de, sonraki gelişmelerle birlikte ele alındığında, dış politikada MİT’e nasıl özel bir rol biçildiğini de göstermektedir aslında. 2007’deki MİT Raporu sıradan bir rapor değildir.
Bu dönemde Ahmet Davutoğlu Başbakan Erdoğan’ın dış politikadan sorumlu Başdanışmandır ve MİT raporu Davutoğlu’nun kitaplarında savunduğu görüşleri yansıtmaktadır.
Davutoğlu, 2008’in 2 Ocak’ında, yani MİT Raporu’nun yayımlanmasından bir yıl sonra yapılan, Büyükelçi Özdem Sanberk ve dış politika yazarı Soli Özel’in de katıldığı tartışmada, Moderatör Gürkan Zengin’in, Davutoğlu’na, daha önce kullandığı “merkez ülke” kavramının içeriğini ve “Türkiye’nin neden merkez ülke” olduğu ile ilgili görüşlerini sorduğunda aldığı yanıt, AKP’nin 2007’den sonraki 10-12 yıllık yeni Osmanlıcı ve yayılmacı dış politikasına ışık tutacak mahiyettedir.
Davutoğlu, Batılıların Türkiye’yi “soğuk savaş” yıllarda “kanat ülke”, 90’lı yıllarda da “köprü ülke” olarak gördüklerini söylemektedir. Ve 2000’li yıllarla, özellikle 11 Eylül’le birlikte ortaya çıkan yeni konjonktürde Türkiye’nin konumunu doğru bir şekilde ifade etmek için ‘merkez ülke’ kavramını kullanmıştır.
Türkiye’yi “Afroavrasya”, yani Avrupa, Asya ve Afrika ülkesi olarak tarif eden Davutoğlu şöyle devam eder:
“Türkiye’ye bu çerçevede bakıldığı zaman çok özel bir konuma sahiptir; zira coğrafî konumu itibarıyla sıradan bir merkez ülke değildir. Mesela Almanya, Asya’ya ve Afrika’ya uzak bir Orta Avrupa merkez ülkesidir; Rusya, Afrika’ya uzak Asya ve Avrupa’da toprakları olan bir merkez ülkedir; Iran, Avrupa’ya ve Afrika’ya uzak bir Asya merkez ülkesidir. Türkiye ise coğrafî konumu itibariyle Doğu Akdeniz üzerinden Afrika’ya yakın bir Avrupa-Asya merkez ülkesidir. Bu derece optimum bir konumda yer alan Türkiye, bugünkü konjonktürde, daha önce kullanılan kavramlarla (köprü ülke, kenar ülke, defansif ülke) tanımlamaz. Türkiye, kendisini birçok bölgeye nüfuz edebilen bir merkez ülke şeklinde tanımladığında, bu tanımın operasyonel araçlarını da oluşturması gerekir… İstanbul, Ortadoğu’nun, Doğu Avrupa’nın, Karadeniz’in ve Akdeniz’in şehridir… Dolayısıyla Türkiye tarihî arka planı, coğrafî nüfuz alanı ve insan unsuru bakımından bir Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya-Hazar, Akdeniz ve Karadeniz ülkesidir. Bu tabloya bakıldığında Türkiye, süratle kendisini çevre ülke olmaktan çıkarıp düzen kurucu bir ülke konumuna getirmelidir.”
Bu söyleşi 2008’de yapılmıştır. Okurlarımızca uzun görülecek bu alıntı hem yeni Osmanlıcı ve yayılmacı dış politikanın oturtulduğu temeli hem de MİT Raporu’nda sözü edilen “aktif dış politikaya geçiş” tezinin dayanaklarını açıklaması bakımından tercih edilmiştir.
Bu konuşmadan 5 yıl sora 2013 yılında Davutoğlu Sivas’ta AKP’nin il kongresinde, Türkiye’nin cihanşümul (dünya çapında) bir ülke olduğunu da söylemiştir. Bu, emperyalist demenin Osmanlıcası olarak da kabul edilebilir ki, Erdoğan ve AKP iktidarı, Davutoğlu’nun gözden düşmesinden sonra da bu dış politikayı sürdürmüştür. Nitekim Davutoğlu’nun, kendisinden sonra sürdürülen dış politikaya itirazları, kedisinin yeterince anlaşılmaması, Suriye’de ve Libya’da öyle değil de böyle yapılsaydı yeni Osmanlıcılığın bugün karşılaştığı sorunlarla karşılaşmayacağı düzeyindedir.
2007’de MİT Raporu’da önerilen “aktif dış politika”, AKP iktidarının bir yandan batı emperyalizminin güvenini kazanmak, en başta da Afganistan ve Irak’ın işgaliyle biçimlenen ABD’nin bölgedeki stratejisine uyum sağlamak, öte yandan da İslam dünyasında giderek radikalleşen, batı ve Amerikan düşmanlığı dalgasını kendi dayanağına dönüştürüp kontrol etmek, yani “oyun kurucu bir ülke olmak” gibi birbiriyle çelişen iki durumu uzlaştırma gibi önemli bir problemle karşı karşıyaydı. Nitekim ilerleyen yıllarda;
2009 Davos zirvesinde İsrail karşısında “One munite” şovu yapıp Gazze’de (Filistin) Müslüman Kardeş Hamas’la, Tunus ve Mısır’da İhvancı yönetimlerle içli dışlı hale gelmek ve Sisi darbesini kendisine yapılmış bir darbe gibi algılamak ve bölgedeki gelişmelere karşı, Radikal İslamcı, cihadist örgütleri de kullanmaya yönelmek,2011 Arap isyanlarının yol açtığı istikrarsızlığın emperyalistlerin bölgeye müdahalelerini kolaylaştırıp derinleştirmesi karşısında AKP iktidarının ABD ve Rusya arasındaki çelişkilere oynayarak iki emperyalistle de “iş tutma”ya dayanan tarzı benimsemek ve emperyalistlerin bölgeye yerleşmelerini meşrulaştırmak,Mısır, Suudi Arabistan ve İran’la İslam’ın liderliği için mücadeleye girmek,Suriye, Libya ve Irak’a askeri olarak müdahalelerde bulunmak; Katar, Sudan, Somali, Libya, Azerbaycan, Suriye, Irak gibi ülkelerde askeri üsler kurmaya çalışmak…
Bütün bunlar “aktif dış politika”nın dışa vuran alametleri olarak ortaya çıktı. Bu, yeni Osmanlıcılık adı altında sürdürülen tekellerin çıkarlarının hizmetindeki İslamcı yayılmacı dış politika Türkiye’yi; Suriye, Mısır, BEA, Suudi Arabistan, Bahreyn, Mısır, Kıbrıs, İsrail, Ermenistan gibi başlıca komşu ve bölge ülkeleriyle düşmanlaştırırken, Yunanistan ve Kıbrıs gibi geleneksel olarak sorun yaşanan ülkelerle Türkiye arasındaki gerilimi daha da artırdı.
Gelişmeler, Türkiye’nin bölgede hiç olmadığı kadar yalnızlaşmasıyla sonuçlanmıştır. Tek adam yönetimi bu durumu "değerli yalnızlık” olarak gösterip meşruluk kazandırmak istese de buna kimseyi inandıramamıştır.
‘AKTİF DIŞ POLİKA’DAN ‘U DÖNÜŞÜ’
2007’de MİT Raporu’yla önerilen ”aktif dışı politikaya geçiş”te adımlar atıldıkça Suriye, Libya, Doğu Akdeniz ve Kafkasya’da (Azerbaycan) askeri güç gösterileriyle; Katar, Somali, Sudan’da askeri üsler kurarak; 2019-2020’ye gelindiğinde Suriye ve Libya’da doğrudan savaşa katılma, Irak Kürdistanı’na sistematik olarak askeri operasyonlar ve “geçici” adı altında askeri üsler oluşturma, Doğu Akdeniz’de askeri güç kullanarak doğalgaz arama, bölge ülkelerine rejim dayatma, cihadist terörist kullanma çabaları ile yürünen yeni Osmanlıcı, yayılmacı, “aktif dış politika” her saferinde duvara çarptı. Bölgedeki çok aktörlü paylaşım savaşı ve emperyalist boy ölçüşmeler, işbirlikçi tekeller ve AKP yönetiminin hayal ettiği gibi, Türkiye’nin elini serbest bırakmamıştı.
Dahası Merkez Bankası rezervlerinin tüketilip eksi 50-60 milyar dolara düşmesi ve 128 milyar doların arka kapıdan satıldığının ortaya çıkmasıyla, tek adam yönetimi iyice köşeye sıkıştı.
Dahası uzun zamandır yaşanan ve her önlemin daha da derinleştirdiği ekonomik kriz ve sonuçları ülkeyi batı emperyalizminin fonlarına daha da bağımlı hale getirdi. Tek adam yönetiminin her düzeydeki temsilcileri ve sözcülerinin 2020’nin ikinci yarısından itibaren, “Yolumuz ve yönümüz batıya doğrudur”, “Türkiye Avrupa’nın paçasıdır”, “AB’ye tam üyelik için girişimlerimizi hızlandıracağız” vb. içerikli açıklamalarına karşın ABD, İngiltere ve AB nezdindeki girimlerden bir sonuç alınamadı. Ama devlet içindeki Avrasyacı takımının beklentilerine karşın Erdoğan ve onun tek adam yönetimi yönünü Rusya ve Çin’e çevirmek yerine, bölgenin İsrail, Mısır, BAE, Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt, Ermenistan, Yunanistan gibi ülkeleriyle ilişkilerini “normalleştirmeye” yöneldi.
İktidar böylece, bir yandan 2004-2005’lerdeki gibi batı emperyalizminin “bölgesel gücü” ve İslam dünyası için “model ülke” ilan edildiği o “mutlu-mesut günleri” hatırlatmaya yöneldi. Bir yandan petrol-doğalgaz zengini ülkelere “Swap anlaşmaları” yapıp Türkiye’nin kelepire dönüşen yeraltı ve yerüstü kaynaklarını bu ülkelerin yağmasına açarak günü kurtarmaya çalışırken, diğer yandan ve asıl olarak da ABD ve batılı emperyalistlere, “Bakın artık biz 2004-2005’teki, sizin de istediğiniz çizgiye döndük” demekte ve finans çevreleri başta olmak üzere batı emperyalizminin kapılarının kendisine açılmasını ummaktaydı.
Özellikle Ermenistan, İsrail, BAE ile yüksek düzeyde ziyaretlerden sonra Erdoğan’ın Ramazan Bayramı’na denk getirip öncesinde apar topar Suudi Arabistan’a gitti.
Öte yanan Mısır’la iki yıla yaklaşan bir zamandan beri, ilişkilerin normalleştirilmesi kapsamında süren “istikşafi görüşmeler”in bir türlü sona ermemesinin nedeninin de Türkiye’den çok Mısır’ın öne sürdüğü koşullar olduğu anlaşılmaktadır. Yunanistan, Ermenistan’la da görüşmeler sürmekte, ama bir sonuca da varılamamaktadır.
Çünkü bu ülkeler, “ilişkileri normalleştirme” isteğinin; ekonomik politikaları çökmüş, iç ve dış politikası önemli ölçüde çökmüş, dahası gireceği ilk sicimi büyük olasılıkla kaybedecek olan Erdoğan’dan gelmiş olduğu bildikleri için pazarlık çıtasını yükseğe koymaktadırlar.
‘U DÖNÜŞÜ’ ERDOĞAN’IN UMDUĞÜ SONUÇULARI DOĞURUR MU?
Aslına bakılırsa İsrail, BAE, Suudi Arabistan gibi ülkelerle ilişkilerin normalleştirilmesinin böyle hızlı olması, özellikle ekonomik açıdan dayanma gücünün sınırlarına gelen Türkiye’nin acele etmesiyle bağlantılıdır. Türkiye’nin “sıcak para” ihtiyacı vardır ve bunun günü kurtarmak için gerekli olanı bu ülkelerden sağlamayı amaçlamaktadır. Bu yüzden de batılı emperyalistlere, hassas oldukları İsrail, Ermenistan, Yunanistan, Mısır gibi bölge ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirilmeyi, yeni Osmanlıcı, İhvancı-İslamist dış politika tutumunu terk ettiğinin kanıtı olarak göstermek istemektedir.
Ancak bu ülkeler, Türkiye’nin sıkışıklığını görerek, pratikte de Türkiye’nin beklentilerini karşılayacak adımlar atamayı ağırdan alırken, bir gözlerini de her bakımdan işbirliği içinde oldukları ABD ve İngiltere’den ayırmamaktadırlar.
Bu yüzden de ziyaretler ve açıklamalar düzeyinde hızla ilerleyen ilişkiler, sıra Türkiye’nin mali boyutu olan isteklerine gelince, zamana yayılan ucu açık vaatleri aşmayan anlaşmalar imzalamanın, en ileri gidildiğinde bile birkaç milyar dolarlık Swap anlaşmalarının ötesine geçilebilmiş değildir. En azından bugüne kadar gelinen yerde durum budur.
Batı emperyalizmi ile Rusya arasındaki paylaşım mücadelesinin Ukrayna üstünden savaşa kadar varması, Türkiye’nin batı emperyalizmi karşısında önemini artırarak, başta finans olmak üzere isteklerine daha sıcak bir yaklaşıma yol açabilirdi. Ancak tek adam yönetiminin kendi önemini abartan bir söylemle bu doğrultuda ABD ve AB nezdinde yaptığı girişimlerde bir kıymetinin olmadığı görüldü.
Türkiye ile ilişkileri normalleşme sürecinde olan ülkelerin Türkiye’nin istekleri karşısında ayak sürüyen, hatta açıkça “hayır” diyen tutumlarının başlıca üç nedeninin olduğunu söyleyebiliriz.
Birincisi, Erdoğan ve yönetiminin en azından son 10-15 yılda kedisine, “oyun kuruculuk”, “eski Osmanlı topraklarının meşru hamisi olma”, “İslamın koruyucusu lider ülke” türünden roller yükleyip bunlar gerçekmiş gibi komşu halklara tepeden bakan, olur olmaz nedenlerle ABD ve AB ülkelerine meydan okuyan, eski Osmanlı tebaası halklara “abilik” ve “hamilik” taslayan kibirli tutumuna karşı oluşan tepkilerdir.
İkicisi; diplomaside bugün dediğinin tam tersini yapmaktan imtina etmeyerek bir uçtan öteki uca savrulmayı “tutarsızlık” ya da siyasi ahlak sorunu olarak değil, “manevra yeteneği” olarak gören, karşısındakilerde “inandırıcılık sorunu” ve “güvenilmez ülke” düşüncesi yaratan diplomasi tarzıdır.
Üçüncüsü ise; 20 yıllık iktidarı sonunda artık, Erdoğan ve AKP’nin halk indinde itibarını yitirmiş, siyasi ömrünü tamamlamış, “gitmekte olan bir iktidar” olduğunun, sadece yurt içinde değil bütün dünyada da herkesçe görülür hale gelmesidir. Dolayısıyla ne batı emperyalizmi ne de bölgede emperyalizmin işbirlikçileri, hatta Rusya ve İran gibi batı emperyalizmine karşı mücadele eden ülkeler, ertelemekte ciddi zararlara uğramayacaklarsa, “gitmekte olan bir iktidarla” ciddi ilişkiler geliştirme konusunda ihtiyatlı davranmaktadır. Bugün ABD’den Rusya’ya, AB’den bölge ülkelerine kadar hemen bütün ülkeler tek adam yönetimi Türkiye’sinin istekleri karşısında günü kurtarmayı aşmayan “ihtiyatlı” bir tutum almaktadır.
Bu yüzden de Erdoğan’ın tek adam rejiminin, devasa propaganda makinesinin iddialarının aksine, ne batılı emperyalistler ve bölgedeki işbirlikçileri ve ne de Rusya ve İran gibi ülkelerle diplomasi düzeyinde teknik olarak “normale dönüşmüş” gibi görünse de, gerçekte kendi istek ve ihtiyaçlarını karşılayacak sonuçlar elde etmesi beklenir şey değildir.
***
Burjuva muhalefeti, Erdoğan ve onun tek adam yönetiminin, iç politikada olduğu gibi ülkeyi dış politikada da sürüklediği bataklıktan çıkaramayacağını görmektedir. Ama bu tutuma karşı çözümleri Cumhuriyetin “batıcılık” ve “statükoculuk” eksenli geleneksel dış politikasına dönülmesidir.
Ancak, yukarıdan beri söylenenler dikkate alındığında şu açıkça görülmektedir ki, Cumhuriyetin geleneksel dış politikasıyla, yani “batıcılık” ve “statükoculuk” eksenli dış politika ile bu geleneksel dış politikanın uygulandığı ’50’li, ’60’lı, ’70’li yıllarda ne yapıldıysa bugün de ondan fazlası yapılamaz.
Oysa bugün ülke ve bölge ülkelerine az çok barış ve huzur getirebilecek dış politika; Türkiye’nin ihtiyacı olan Kürt sorununun çözümünü de içerecek biçimde bölge halklarının kendi kaderlerini tayin hakkına saygı gösterecek, emperyalist güçlerin bölgeye müdahalesinin önünü kesecek, NATO’dan çıkacak, Türkiye’yi emperyalistlerin göçmen deposu olmaktan çıkaracak, komşularına rejim dayatamayacak, anti-emperyalist mücadele odaklı bir dış politika olabilir.
Bu yüzden de sermaye partilerinin tek adam yönetiminin dış politikası karşısında Cumhuriyet’in geleneksel dış politikasına dönme seçeneği gerçek bir seçenek değildir. Çünkü bu, muhalefetin en fazla Erdoğan’ın son yaptığı “U dönüşü”yle girdiği çizgiyle uzlaşmaya hazır olduğu anlamına gelir.
Nitekim Erdoğan’ın son girişimlerini eleştirirken (desteklerken de denebilir) en vurucu eleştirileri, “10 yıl sonra bizim söylediklerimize geldin”den ibarettir!
Sözün özü; bugün iç politikada tek gerçek seçeneğin halkın egemenliğinde laik ve demokratik Türkiye seçeneği olması gibi, dış politikada da tek gerçekçi seçenek, barışçıl ve anti-emperyalist mücadele merkezli bir dış politika seçeneğidir!
* Bu yazı Teori ve Eylem dergisinin 56. sayısında yayınlanmıştır.
[1] Oran, B. (2020) Türk Dış Politikası Cilt 1 1919-1980, İletişim Yayınları, Ankara.
[2] Oran, Türk Dış Politikası Cilt 1 1919-1980, sf. 544-45.
[3] 6-7 Eylül olayları, 1955 yılında, Kıbrıs’taki Türk-Rum çatışmasını bahane ederek -ki o zaman henüz ciddi bir çatıma yoktur- ve “Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve Yunanlılar bomba attı” denilerek başlatılan, çoğu İstanbul dışından getirilen kalabalık bir güruhun Rum, Ermeni ve Yahudilerin (gayri Müslüm TC vatandaşlarının) evlerini ve işyerlerini yakıp yıkan, yağmalayan bir pogrom olarak organize edilmişti. Atatürk’ün evinin aslında MİT tarafından bombalanmasının planlandığı, ama bombayı koyacak eleman bombayı zamanında patlatamayınca (bomba ancak olayların başlamasından bir gün sonra patlatılabiliyor) 6-7 Eylül’ün bir provokasyon olduğu ortaya çıkıyor. Ama, yapılmak istenen çoktan yapılmış oluyor. 6-7 Eylül olaylarını düzenlemekle suçlanan Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, 1991 yılında verdiği bir röportajda, “6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı” diye itiraf etmişti.
Evrensel'i Takip Et