Diktatörlüğe tarihsel ve “tıbbi” bakış
Ülkede her şeyin diktatörün kontrolünde olduğunu, hiçbir şeyin değişemeyeceğini, değiştirmeye kalkışmanın polis copu, tutuklama, işkence ve işini kaybetmek olduğunun farkındadır.
Fotoğraf: Pixabay
Diktatörlük, günümüzde bütün baskıcı, totaliter rejimleri tanımlamak için kullanılan şemsiye bir kavram olmasına rağmen, aslında antik çağlarda bir “anayasal kurum” olarak ortaya çıkmıştır. Roma Krallığı’nın M.Ö. 509’da yıkılmasıyla kurulan Roma Cumhuriyeti’nin erken dönemlerinde diktatörlük, düşman saldırısı, iç savaş gibi olağanüstü durumlarda cumhuriyeti korumaya yönelik bir anayasal makamdır. Devletin bekası tehlikede olduğunda, iktidarın özellikle de askeri gücün, belli bir süre için tek bir kişinin elinde toplanması ihtiyacı, diktatörlük kurumunun doğmasına yol açmıştır. Roma vatandaşı her erkek, diktatör seçilme yeterliliğine sahiptir ve söz konusu koşullar oluştuğunda, Halk Meclisi’ni temsil eden iki konsül tarafından seçilen kişi, altı ay süreyle diktatör olarak atanmaktadır. Roma Cumhuriyeti’nde, önceleri bu kişiye “halkın efendisi” anlamına gelen “magister populi” denilirken, bu söyleme gelen tepkiler nedeniyle sonradan “diktatör” denilmeye başlanmıştır. Diktatör sözcüğünün kökeni Latince “yüksek sesle söylemek, tekrarlamak, yazdırmak, dikte etmek” anlamına gelen “dictare”den gelmektedir.
Roma Cumhuriyeti’nin aksine Antik Yunan’da diktatörlük, anayasal olmayan bir siyasi rejim olarak kabul edilmiştir. Aristo, diktatörlüğü tiranlığın bir türü olarak kabul etmiş ve diktatörü “seçilmiş tiran” olarak tanımlamıştır. Aristo’ya göre diktatörlüğün krallıktan tek farkı, iktidara seçimle gelmiş olmasıdır.
Diktatörlük, Roma Cumhuriyeti’nin son dönemlerinde iktidarın şahsileşmesine hizmet eden ve böylece cumhuriyetin tüm kurumlarını tehdit eden bir mekanizmaya dönüşmüştür. Roma’nın son diktatörü ünlü Jül Sezar’dır. Aslında Senato tarafından "ömür boyu diktatör" seçilen ve “vatanın babası” unvanını da alan Sezar, ülkenin imparatorluğa dönüşmesinde rol oynayan büyük fetihler yapmıştır. Ancak, cumhuriyet kurumlarını korumayı isteyen siyasi rakipleri senatörler tarafından, M.Ö. 44 yılında öldürülmesiyle diktatörlük makamı da ortadan kaldırılmıştır.
Diktatörlük kavramı, günümüze dek sürekli bir değişim içinde olmuş, özellikle hukuk devletinin doğuşundan sonra, bu anlayışa uymayan, keyfi, mutlak, baskıcı ve anti-demokratik yönetimleri ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim I. ve II. Dünya Savaşları’nın ardından ortaya çıkan otoriter ya da totaliter rejimlerin tamamı için diktatörlük benzetmesi yapılmaktadır. Dolayısıyla yaygın anlamıyla diktatörlük, 20. yüzyıl itibarıyla anti-demokratik rejimlere verilen isim olmuştur.
O halde diktatörlüğün tanımlayıcı özellikleri nelerdir? Diktatörlük, özgür ve adil olmayan seçimlerle iktidara gelmiş, tek bir kişinin ya da bir grubun tüm topluma hükmetmesi, yargı, kolluk gibi kamusal gücü kötüye kullanarak politik muhaliflerini bastırması ve özgür seçimler yoluyla iktidardan gitmemesi durumudur. Diktatörlüklerde bağımsız yasama ve yargıdan söz edilemeyeceği için mevcut yasalar toplumsal ihtiyaçlar yerine, diktatörün ya da hizipleşmiş grubun isteklerine hizmet etmektedir. Basın, haberleşme, eğitim ve bilişim sistemleri üzerinde eşi görülmemiş bir baskı ve sansür uygulandığı gibi, gündelik yaşam ve toplumsal hareketler de sıkı kontrol altında tutulmaktadır.
Mısırlı aktivist, yazar Ala El-Aswani, Diktatörlük Sendromu adlı kitabında, diktatörlüğü, halkları pençesine alan kronik bir hastalık olarak tanımlayıp, semptomlarını incelemektedir:
İlk semptom, “iyi vatandaş”ın ortaya çıkmasıdır. Yaratılan korku ikliminin içselleştirilmesi sonucu, sessiz, suya sabuna dokunmayan, kronik itaatkâr bireyler, yani “iyi vatandaş” modeli gitgide yaygınlaşır. Bütün yaşamı, işi, kazancı ve ailesinden ibaret olan, korkak ve sıradan bir kişiliği temsil eden “iyi vatandaş” çevresindeki haksızlık ve adaletsizliğe karşı “bilinçli bir körlük hali” içinde, kendi hayatının normal akışında gitmesinden memnun ve her daim “istikrarı” tercih eder. Küçük maaş artışından, çocuğunun işe girmesinden veya indirimleri takip etmekten mutluluk duyar. Ülkede her şeyin diktatörün kontrolünde olduğunu, hiçbir şeyin değişemeyeceğini, değiştirmeye kalkışmanın polis copu, tutuklama, işkence ve işini kaybetmek olduğunun farkındadır. Demokrasi, adalet, özgürlük gibi belirsiz kavramlar uğruna işini, güvencelerini ve hayatını riske atan devrimci ve demokratları, ahmak yerine koyan “iyi vatandaş”, kendi güvenli mikro-kozmosunda dikkat çekmeden yaşamayı tercih eder. Ancak gerektiğinde diktatörün zulmüne ortak olabilen bu dört dörtlük sinik tip, diktatörlüğün toplumda normalleşmesine de hizmet eder.
İkinci semptom, komplo teorileri üretimidir. Diktatör, kendisinin herhangi bir yanlış yapabileceğini asla kabul etmez ve yaşanan tüm sorunların, aslında gizlice tasarlanmış -dış kaynaklı ve içinde muhalefetin de olduğu- bir komplonun sonuçları olduğunu savunur. Babacan çoban ile evlat sürüsü arasındaki iletişim, bu komplo teorileriyle sağlanır. Bu teorilerinin yayılıp korku ikliminin yaratılması, gerçekten büyük bir komplonun hazırlandığı ve ülkenin çok yakında kaosa ve iç savaşa sürükleneceği hissinin yerleştirilmesi, “iyi vatandaş”ı koruyucu liderine daha da sıkı bağlar.
Komplo teorileri, aynı zamanda diktatöre demokrasiyi sürekli erteleme fırsatı da verir. Hiçbir diktatör, otokrat veya baskıcı olduğunu kabul etmez. Ülkenin bekası, büyük tehlike altında olduğu için, diktatör “olağanüstü tedbirler” almak zorundadır. Komplocu anlayış, olağanüstü tedbirlerin içeriğini ve sınırlarını alabildiğine belirsiz bırakarak, korku atmosferinin toplumun tüm katmanlarına yayılmasını ister. “İyi vatandaş”ın ruh hali artık, 16. yüzyılda engizisyon tarafından kara listeye alınan António Ferreira’nın dizelerindeki gibidir: “Korkuyla yaşıyorum / Korkuyla yazıyorum / Korkuyla sesleniyorum kendime / Endişe etmekten korkuyorum...”
Böylece ortak akıl, komplo teorileriyle bulandırılırken, gerçekliğin temel referansları da ortadan kaybolur. Komplo teorisi, diktatörün bekası için önemli bir araç olduğu gibi “iyi vatandaş”ın da işine gelir. “İyi vatandaş” komplocu düşünce sayesinde kendi hatalarını kabul etmek yerine, olayları büyük bir komplonun parçası olarak yorumlayıp, başkalarını suçlama imkânına da kavuşur.
Üçüncü diktatörlük semptomu, faşist zihniyetin yayılmasıdır. Diktatörlüklerdeki tekçi iktidar anlayışı, halkın tek bir görüş, tek bir vizyon etrafında birleşmesini isterken, bu görüş “mutlak bir doğru” olarak, toplumsal bir dayatma haline gelir. “Ya bizdensin, ya düşman” tutumu ile muhalif seslerin susturulması, artık öncelikli hedeftir. Tüm medyanın ele geçirilip bağımsız haber kaynaklarının ortadan kaldırılması, sosyal medyanın sıkı kontrolü, gazetecilerin hapse atılması kaçınılmazdır. “Post-truth=gerçek ötesi” çağının alternatif gerçekliği sayesinde diktatörler, yandaş medya gücüyle, kitleleri kendi kahramanlıklarına inandırma, yanlış politikaları ve baskıcı uygulamalarından dolayı yaşanan ciddi sorunları, görünmez kılma çabası içindedir.
Diktatörlüğün teşhisinde hangi laboratuvar testleri yapılabilir?
Şehir Meydanı Testi: Bir yurttaş yaşadığı şehrin meydanına çıkıp, tutuklanma, hapse atılma ve fiziksel şiddete uğrama korkusu olmadan özgürce konuşabiliyor mu? İfade özgürlüğünü gösterir.
İktidarın Seçimle Değiştirilmesi Testi: Yurttaşlar, özgür, adil ve düzenli olarak yinelenen seçimlerde, iktidardaki güçlü liderlerin aleyhinde oy kullanabiliyorlar ve iktidarı bu şekilde değiştirebiliyorlar mı? Demokrasinin asgari koşullarını gösterir.
Azınlık Hakları Testi: Toplum ilk iki testten geçmiş olabilir, ancak toplumun çoğunluğu iktidar gücüyle azınlıklara karşı ayrımcı politikaları onaylıyor mu? Sadece çoğunluğun sözünün geçtiği bir toplum demokratik olabilir mi? Çoğulcu demokrasi ve insan hakları düzeyini gösterir.
Bağımsız Yargı Testi: Güçler ayrılığı ilkesi yürürlükte mi? İktidarın yargı üzerinde etkisi veya yargıya müdahalesi var mı? Bütün testler ancak bağımsız yargının varlığında anlam kazanabilir.
Diktatörlük sendromuna çözüm önerisi ne olabilir?
Erica Chenoweth ve Maria J. Stephan yazdıkları “Sivil Direniş Neden İşe Yarar: Şiddetsiz Çatışmanın Stratejik Mantığı” adlı kitapta otoriter rejimlerin nasıl devrilebileceği konusunda, tarih çalışmalarının sonuçlarını sunarak, Erbakan’ın 1990’lardaki “kanlı mı? kansız mı olacak?” ikilemine de yanıt vermiş oluyorlar. Buna göre direnişçilerin hedeflediği rejim değişikliklerinde, hangisinin daha başarılı olduğunu belirlemek için yazarlar, 1900-2006 yılları arasındaki 323 adet şiddetli ve şiddetsiz direniş örneğini incelediler. Şaşırtıcı biçimde, şiddetsiz, yani barışçıl direnişlerin, silahlı direnişlere göre iki kat daha etkili olduğunu buldular.
Çalışmada, bir diktatörü devirmek için en etkili değişkenin, direniş hareketine katılan kişi sayısı olduğu, barışçıl direnişlere hem daha çok insanın hem de daha farklı grupların kolay katılabildiği belirtiliyor. Böylece, barışçıl olmanın sadece etik bir seçim olmadığını, direniş hareketi için stratejik önemi olduğu da savunulmaktadır. Ayrıca sivil direnişin, yönetimin pervasız hatalarının doğuracağı kötü sonuçların etkisini azaltabileceği de öne sürülmektedir.
Genel olarak başarılı sivil direnişlerin dört ortak noktası vardır: katılımcıların sayısı ve çeşitliliğini sürekli arttırmak, rakip seçkin sınıfı ve destekçilerini kendi taraflarına çekebilmek, tek bir yönteme bağlı kalmadan yeni yöntemler geliştirebilmek, artan baskıya karşı dayanıklı, disiplinli ve ittifak halinde kalabilmek.
Demokrasiler otoriterliğe kaymaya başladığında, anayasal kurumların kurtarıcı olamayacağı görülmüştür. Bunu engelleyecek tek güç, demokratik kitle örgütleri ve sivil direnişin etkili bir biçimde kolektif eylem yapabilme kapasitesidir. Aslında diktatörlüğe set çekmek bize bağlı!
Yani, diktatöre “iyi vatandaş” olmak değil, “hayır” diyen vatandaş olabilmek.
Yararlanılan Kaynaklar
Erica Chenoweth’in “Uluslararası İlişkiler, Siyasi Şiddet ve Sivil Direniş” yazısı.
Ala El-Aswani, Diktatörlük Sendromu.
- Suç ve ceza ekseninde hastalar 12 Ekim 2022 09:07
- Hekimliğin “gelir” ile imtihanı 21 Eylül 2022 09:27
- Köprü 08 Eylül 2022 09:30
- Süpermenlik ile Don Kişotluk arasında bir tıp uzmanlığı 25 Ağustos 2022 11:03
- Cadı avı 17 Ağustos 2022 11:23
- Siyah mantar 10 Ağustos 2022 11:29
- Komünist Ali 05 Ağustos 2022 13:08
- Sağlıkta şiddet ve yanlışlar 27 Temmuz 2022 11:52
- Adli tabip 20 Temmuz 2022 13:13
- Asacaksın bu doktorları! 13 Temmuz 2022 04:16
- Bedo - Hamido sarkacında çocukluk 06 Temmuz 2022 10:43
- Bedenin külleri 29 Haziran 2022 11:07
- Sifilis: Siyasallaşmış bir hastalık 22 Haziran 2022 11:45
- Radyum kızları, silikozis erkekleri 15 Haziran 2022 09:15
- Ahlak, Vicdan ve Umut 01 Haziran 2022 12:25
- Üç darbe, üç yasa 25 Mayıs 2022 03:50
- Azaplık, memuriyet, 23 sentlik askerlik 17 Mayıs 2022 23:38
- Topal Koca 11 Mayıs 2022 07:50
- Ölüm cezası: Organize kötülük 04 Mayıs 2022 07:55
- Hitler’in Mirası 27 Nisan 2022 06:39
- Kır Çiçekleri 20 Nisan 2022 06:49
- Hekimlik kutsal mıdır? 13 Nisan 2022 04:44
- Vebanın düşündürdükleri… 06 Nisan 2022 05:54
- Diyarbakır-Frankfurt hattı 30 Mart 2022 05:27
- Hekimbaşı 23 Mart 2022 07:15
- Derdini Marko Paşa’ya anlatmak… 16 Mart 2022 07:45
- Hekim sorumluluğu ve Pastör 09 Mart 2022 07:33
- Gerçeğin çokluğu, hakikatin tekliği 02 Mart 2022 06:19
- Tıbbın dönüşümünden notlar 23 Şubat 2022 04:45
- Sürek avı 16 Şubat 2022 06:42
- Ölümsüzlüğe dair… 09 Şubat 2022 06:06
- Toplumsal eşitsizlik ve ölü bebekler 02 Şubat 2022 04:44
- Zakkumun kökü 26 Ocak 2022 04:12
- Çukurova 19 Ocak 2022 07:03
- Diyardan gitmek 12 Ocak 2022 04:47
- Robot hakları 29 Aralık 2021 04:54
- Sinan 22 Aralık 2021 05:37
- Stetoskop ve G(ö)rev 15 Aralık 2021 05:06
- Her göç bir hikayedir! 08 Aralık 2021 03:58
- Futbol, faşizm, felsefe 01 Aralık 2021 08:39
- Neşter, yaşam ve ayak üstü karşılaşmalar… 24 Kasım 2021 04:30
- Cemile 17 Kasım 2021 03:43
- Gerçeğin şamarı 10 Kasım 2021 06:08
- Güvenin kırılgan tarihi 03 Kasım 2021 07:11
- Mutluluğun zor halleri 27 Ekim 2021 06:04
- Kuş gribi, kötü yönetim, Bulut… 20 Ekim 2021 05:52
- Sağlığım sermayemdir 13 Ekim 2021 02:30
- Tıbbın evrimi, Hipokrat ve hekimlik 06 Ekim 2021 05:49
- Yeşil Kart, küçük Amerika 28 Eylül 2021 23:30
- Havuz problemi 21 Eylül 2021 23:35
- 12 Eylül, iki çocuk, bir doktor… 14 Eylül 2021 23:19
- Aşı karşıtlığı ya da mayın tarlasında yürümek… 08 Eylül 2021 05:00